Beste Serim Erbak: Fransa-Provence-Alpes-Côte d’Azur

Fransa – Provence-Alpes-Côte d’Azur (2012)

09 Haziran 2012 Cumartesi günü, İzmir’den İstanbul’a uçuşla başlayan Fransa seyahatimiz, Marsilya Marignane Havalimanı’na yerel saat ile 01.55’te inişimizle devam etti. Havalimanında yenileme çalışmaları var. Oldukça eski bir yapı. Doğrusu ben daha iyisini bekliyordum. İnince şaşırmadım desem yalan olur. Türkiye’den buraya her zaman uçak bulamıyorsunuz.

Paris’e uçup oradan TGV (hızlı tren)ile Marsilya’ya gelmek daha çok tercih edilen bir güzergâh.
Çıkışta bizi bekleyen otobüsümüz ile yaklaşık bir buçuk saat süren bir yolculuktan
sonra konaklayacağımız yer olan Le Pavillon d’Aurabelle’e vardık. Bir yandan sıcak hava bir yandan yorgunluk, yattığımız yeri beğendik. Daha doğrusu nasıl uyuduğumu pek hatırlamıyorum. Ertesi sabah kuş cıvıltıları ile
uyandım. Burası orman içinde tipik Fransız mimarisi ile yapılmış, tek katlı binalardan oluşan bir tatil köyü. Burada çoğunlukla tatil ya da eğitim amacıyla gelmiş kişiler, gruplar kalıyor. Sahibi Yann bir Belçikalı.
Yaklaşık otuz yıldır, bu işi yapıyormuş. Tesis Provence’ın termal bölgesi olarak adlandırılan Gréoux – les – Bains’de.

Bu güzel yerde, plaj voleybolu, basketbol sahası, masa tenisi, ağaç evler, trambolin, Pétanque sahası (Fransızların küçük toplarla oynanan milli oyunları) kısacası eğlenmek için her olanak var.

Yüzme havuzunu da unutmamak gerekir. Her yerde elma ağaçları var. Bu güzel ortamda sabah kahvaltısı yaptık. Tabi kahvaltı deyince bizim o bal kaymak, sucuk, çeşit çeşit reçel, yumurta, peynir ve daha başka birçok yiyeceklerin sunulduğu kahvaltıyı düşünmeyin. Fransızların taze uzun, baget ekmekleri, reçel, yağ ve mısır gevreğinden oluşan kahvaltısı. Fransızlar peyniri sabah kahvaltıda yemiyorlar. Zeytin de yok. Ayrıca çatal kullanılmıyor. Kahvaltıda sadece bıçak yeterli. Bizim için ilginç. Bir de olayı tersten düşünürsek, ülkemize gelen Fransız turistlerin nasıl bir şaşkınlık içine düştüklerini anlayabiliriz. Alışkanlıklar ve kültür farkı. Sabah 10’ da çevre gezisi için hareket ettik.

Rehberimiz Dominique orta yaşlı, oldukça zinde bir bayan. Bize daha çok bilgi verebilmek için elinden geleni yapıyor. Provence, Fransa’nın en bereketli topraklarını barındıran bölgesi. Özellikle de her yerde meyve tarımı
yapılıyor. Gelincik, buğday tarlaları alabildiğine uzanıyor. Ülkenin en büyük nehirlerinden sayılan Durance’ın tüm heybetiyle yol aldığı topraklar. Alp dağları, Lure dağı, Ventoux tepesi, Calanques dağ zinciri de burada uzanmakta. Vaucluse çevresi engin lavanta tarlaları…

Luberon. Bölgede rüzgârının fazla olması nedeniyle yapılmış tarihi değirmenlerden birini geziyoruz. Bir zamanlar
sular altında kalan bu yörede bol fosil örneklerine rastlanıyormuş. Buradan Roussillon köyüne hareket ediyoruz. Le Sentier des Ocres, aşıboyası Rezervleri. (Aşıboyası, özellikle evlerin dış yüzlerini boyamak için
eskiden beri kullanılan bir madde). Doğada bulunan mineral pigmentlerin renklerine bağlı olarak daha çok sarı ve kırmızı tonlarda olan bir boya. Aşıboyasına demir oksit katılarak kahverengi ve morumsu renkler de elde ediliyormuş. Roussillon köyünün tüm evleri buradan elde edilen boya ile boyanmış.
Etraf sarı ve kırmızı tonlarında olunca ağaçların yeşil rengi de bir başka güzel. Bu doğal ortamda yürürken hissedilen tropikal bir iklim ve bitkiler de geziye ayrı bir güzellik katıyor. Çok değişik bir yer.
Roussillon’da ortaçağdan kalma evler ve tepede güzel bir kale göze çarpıyor. XI. yüzyıldan kalma Saint –Michel kilisesi kalenin duvarlarına yaslanmış. İçeride oldukça sade ve mistik bir hava var. Her yerin kırmızı ve sarı tonlarında boyanmış olmasına karşın kilise bembeyaz. Bu da hoş bir görüntü oluşturmuş. Köy ressamların uğrak
yeriymiş. Doğru tabii. Bu köy hangi ressama ilham vermez ki…

Çarşıda şapka satıcıları çok fazla. Oldukça pahalı bir yer. Buradan Gordes köyüne gidiyoruz. Tepeden köyün görüntüsü muhteşem. Provence bölgesinin en turistik yeri. Taş evler, dar sokaklar. En tepede bir şato göze çarpıyor. Bu şatoya uzanan dar sokaklar. Bazı bahçelerin içinde uçları sivri, yassı taşların üst üste konmasıyla yapılmış arı kovanı şeklinde kulübeler var. Bu mimari tarzın çok eski çağlara dayandığı söyleniyor. Kulübeler bir zamanlar ya çoban barınağı ya da depo olarak kullanılıyorlarmış.

Ertesi sabah erkenden yola çıkıp Vinon-sur-Verdon, Manosque, Volx, Villeneuve,Le Brillant,Lurs, Peyruis, Arnoux, Les Bons Enfants ve Sisteron’dan geçerek dağlara doğru ilerliyoruz. Durance Nehri kıyısına paralel sivri kayalıkların yükseldiği bölgenin bir efsanesi ilginç.
Les Pénitents des Mées ( Mées bu bölgede bir köyün adı. Pénitent ise Fransızcada kefaret ödeyen kimse anlamına geliyor.) Bir zamanlar bir rahip topluluğu Mées’e doğru yola çıkmış. Bu bir haç yolculuğuymuş. Durance’a vardıklarında içinde denizkızlarını taşıyan bir yelkenli görmüşler. Kızlar o kadar güzellermişler ki rahipler onları seyretmekten kendilerini alamamışlar. İşte o anda işledikleri bu günah onları taşa dönüştürmüş. Peri bacalarına benzer sıra sıra uzanan sivri kayalara dönüşmüşler. Aklıma ister istemez bizde çocuklar için söylenen bir laf geliyor. “Elini büyüklere kaldırma çocuğum, kaldırırsan elin taş olur”
Buradan Durance nehri üzerinde bir baraj gölü olan Serre Ponçon’a gidiyoruz. Fransa’nın en büyük su rezervi.
Dağlara doğru kıvrılarak çıkan yolda barajı seyredebilmek için teraslar bulunuyor. Gerçekten çok güzel. Muazzam bir hidro-elektrik santrali. Ama burada en ilgi çeken küçük Saint-Michel kilisesi. XII. yüzyılda yapılmış.1961 yıllarında baraj gölü tamamlanırken bu kilisenin de suların içinde kalacağı düşünülmüş ama
daha sonra yapının küçük bir adacıkta, suların ortasında kaldığı görülmüş. Şimdilerde aynı Le Mont Saint-Michel gibi turistik bir yer haline gelmiş.

Aslında ona benzer bir yanı da var. Kışın gölün suyu alçalıyormuş ve adacığa yürüyerek gidilebiliyormuş. Göl oluşturulurken Rousset, Savines-le-Lac, Le Lauzet köylerinin yapıları sular altında kalmış. Bir söylentiye göre Saint-Michel kilisesinin çanı buna direnmiş ve kaybolan köyler için çalmaya devam
ediyormuş. Yani çevreden hala bu çanın sesi duyuluyormuş. Efsaneler her zaman hoşuma gitmiştir. Bu köylerden Savines halkı başka bir yere gitmek istemediği için yine baraj çevresinde bir yere yerleştirilmiş.
Tam tepede hediyelik eşya ve taşlar satan bir mağaza var. Fosiller ve değerli taşlar. Hava çok soğuk. Bir yandan da yağmur çiseliyor. Valensole ovasına doğru ilerliyoruz. Alabildiğine lavanta tarlaları. Daha tam çiçeklenmemişler ama yine de mor renk insanın gözünü alıyor. Mis gibi bir koku etrafa yayılıyor. Öyle güzel ki… Bu arada Faucon-du-Caire köyünden geçiyoruz. Köyün özelliği Fransa’nın en yaşlı ve en tanınmış politik kişilerinden biri olan Arthur Richier’ nin hala belediye başkanlığı yaptığı bir yer. Kendisi 1922, Faucon-du-Caire doğumlu. Fransızlar onunla gurur duyuyorlar. Fransa’nın en yaşlı Belediye Başkanı. Buradan La Motte- du –Caire’e geçiyoruz. La Motte-Du-Caire de küçük şirin bir yer. Beş yüzün üzerinde bir nüfusu var. Oldukça eskilere dayanan tarihi ile dağların arasında. Zaten bu bölge dağ ve düzlüklerden oluşuyor. Özellikle de sivri kayaların bulunduğu dağlar. Dağ sporlarının revaçta olduğu bölge. .Alabildiğine yeşil. Küçük meydanında bir çeşme ve sıcaklığı gösteren bir termometre çiçeklerle süslü bir kafe göze çarpıyor. Valensol ve Gréoux arasında dağ yollarında ilerlerken bir devekuşu çiftliği görüyoruz. Şoför açıklamalarda bulunuyor. Devekuşunun her şeyinden yararlanıldığını söyleyerek bir devekuşu yumurtası fiyatının 25 £ olduğu ve bundan yapılan omletle altı kişinin doyduğundan bahsediyor. Ege Bölgesinde
de böyle çiftlikler var. Yarın sabah TGV ile Paris’e gidiyoruz. Fransa’ya gelip de Paris’e uğramazsak olmaz. Aynı günün akşamı tekrar Pavillon’a geri döneceğiz ama Seine Nehrinde yaptığımız gemi turu ile Paris’i doya doya görüyoruz. Champs-Elysées’de bir gezi, Eiffel önünde klasik pozlar. Bir gün de olsa bu güzel şehrin havası iyi geldi.

Dönüşte akşam yemeğinde Ratatouille yiyoruz. Aslında bu yemek adını taşıyan animasyon film ile meşhur oldu ama Fransızların milli yemeklerinden biri. Bizim türlüye benziyor. Kabak, patlıcan, domates, biber, soğan, sarımsak. Ertesi gün kaldığımız yere yakın Gréoux-Les-Bains köyüne yürüyüş yapıyoruz. Bir dağ köyü. Gelincik tarlalarından geçiyoruz. Orman içinde patika yolda yürürken karavanların bulunduğu kamping alanı bu güzel yerde tatil yapanları ağırlıyor. Bu köy termalleri ile ünlü. Tabi ki pazarından söz etmeden geçemem. Muhteşem. Tüm Provence ürünlerini bulabiliyorsunuz. Sabahtan öğleye kadar açık. Meydanda buz gibi Diabolo-Menthe (nane şurubu, limonata, soda karışımı bir içecek )içip, krep yiyoruz.

Ertesi gün Ganagobie Manastırına gidiyoruz. Oldukça kutsal ve tarihi 1130 yıllarına dayanan bir Benedikten manastırı. Gezimizin sonunda Aix-en-Provence’a gidiyoruz. Çeşmeleri, dar sokakları, ağaçlarla kaplı geniş caddeleri, tarihi yapıları ile muhteşem bir şehir. Tam yaşanılacak yer. Benim ikinci gelişim. Geçen gelişimde de bu tadı almıştım. Tipik Fransız kafeleri. Uzun uzun vakit geçirmek gerek bu güzel yerde. Oradan Marsilya’ya geçiyoruz. Marsilya bir liman kenti.
Marsilya’nın savaşta çok fazla zarar görmemiş olan Panier semtinde yapılan Sokak Çocukları Festivali benim için unutulmaz bir anı olarak kaldı. Festivali organize eden Patou Rahal Cezayir asıllı bir bayan. Marsilya çok göçmen alan bir şehir. Vaktiyle anne babası buraya yerleşmiş. Bu semtte oturuyor. Fakir, düşkün insanların yaşadığı bölge. Avrupa’da çok sıklıkla rastlayamayacağımız bir manzara. Beyaz, siyah bir yığın insan. Herkes kendi
vatanının yemeklerini takılarını ve daha akla gelebilecek birçok şeyi bu festivalde sergiliyor, satıyor, para kazanıyor. Patou ise gönüllü olarak çalışıp bu kişilerin çocuklarını bir yıl boyunca yine gönüllü insanlar bularak
eğitiyor. Kimileri dans öğreniyor. Kimileri tahtadan ve değişik materyallerden oyuncaklar yapıyor.
Her türlü çalışmaları sergiliyorlar. Hatta Patou bu çocuklar için Marsilya’nın küçük adacıklarında yaz kampı düzenliyormuş. Marsilya futbol takımından bir futbolcu gelip bir hafta boyunca onlarla birlikte futbol
oynuyormuş. Bu çalışmaları çok artınca Marsilya Belediyesi ona görev vererek maaş bağlamış. Hala böyle insanların olduğunu bilmek ne güzel. Kendisini içten kutladım.

Patou, gezerken bize buraları hakkında epeyce bir bilgi verdi. Marsilya rüzgârın bol olduğu bir şehir olduğu için değirmenin çok olduğunu vaktiyle yapılmış olanların şimdilerde ev olarak kullanıldığını söyledi.
Gezimizin en can alıcı bölümünü istemeyerek tamamladık.
Bir Fransa gezisi daha böyle sona erdi. Her seyahatte yeni ufuklara doğru yol almak ne büyük keyif.
Bir kez depremde yıkılan bu yer 1944’ te Almanlar tarafından da bombalanmış. Şimdilerde ise evlerin değeri çok yüksek. Fransa’nın yüksek sosyetesinin yazlık olarak kullandığı bu restore edilmiş evler harika gözüküyor. Butik oteller de var. Yörenin simgesi Ağustos Böcekleri. Dükkânlarda hatıralık eşyalar arasında bol bol ağustos böceği heykelciklerine rastlıyorsunuz.