Beste Serim Erbak: Girit Adası “Ευχαριστώ!” Minos Medeniyeti Bölüm V

Girit Adası V. Bölüm
“Ευχαριστώ!”
Minos Medeniyeti 2016

Artık yavaş yavaş tatilin sonuna yaklaşıyoruz. Sabah, Heraklion’a(Kandiye) 6km uzaktaki, adanın en eski yerleşim yeri, bir zamanlar Minos uygarlığına başkentlik yapmış olan Knossos’u göreceğiz.Minos, Avrupa tarihinin ilk gelişmiş uygarlığı olarak kabul ediliyor. Minoslular, Girit adasında yaşamış antik Greklerden farklı bir kavim.M.Ö. 1900’lere doğru Knossos’daki kral, diğer sarayları hâkimiyeti altına alarak, Girit’i tek bir yönetim altında birleştirmiş. Halkın Anadolu’dan ya da Filistin’den geldiği tahmin ediliyor. Çizgi ve resimlerden oluşan bir yazı dilleri var. O zamanlar Firavunların yaşadığı Mısır halkı ile güçlü ilişkiler içindeler.

Çiftçi, sanatçı ve sporcu olan Minos halkı, gelişmiş bir idari sisteme sahip, deniz ticaretinde oldukça iyi, barışsever bir toplulukmuş.
Teknolojide bir hayli geliştikleri kabul ediliyor. Ayrıca Minoslular parfüm imal edip bunun ticaretini yapıyorlarmış. Çok zenginleşmişler ve refah içinde yaşıyorlarmış.
Minoslular arkalarında yaşamlarını anlatan birçok yazılı kanıt bırakmışlar ama ne yazık ki yazı dilleri hala çözümlenemediğinden bu medeniyet hakkında daha fazla bilgi sahibi olunamamış. Heraklion Arkeoloji Müzesindeki 4000 yıllık Phaistos Diski bilim insanları tarafından deşifre edilmeye çalışılıyor.Antik şehir 1878’de keşfedilmiş ama kazılara ancak 25 yıl sonra başlanabilmiş. İngiliz Sör Arthur Evans buradaki kazıları finanse eden ilk kişi.
M.Ö 3000 yıllarına dayanan ve 1500 yıl boyunca Ege’yi egemenliği altına alan bu gelişmiş uygarlık günümüz Santorini’sindeki volkanın M.Ö 1500 senesinde patlamasıyla oluşan çok büyük bir Tsunaminin her şeyi yutması ile son bulmuş.

Knossos için anlatılan hikâyelerden birine göre Girit Kralı Minos, deniz tanrısı Poseidon’dan kurban edilmek üzere bir boğa göndermesini rica etmiş. Poseidon ona çok güzel, beyaz bir boğa yollamış. Ancak Minos, kurban etmek yerine onu kendisine saklamış ve çiftliğindeki hayvanlarla çiftleştirmek için damızlık olarak kullanmış. Minos’un bu davranışına çok öfkelenen Poseidon, sakin boğayı sinirli ve saldırgan bir yaratığa dönüştürmüş ve kralın karısını boğaya aşık etmiş. Bu tuhaf beraberlikten, Girit canavarı diye adlandırılan yarı insan, yarı boğa “Minotor” doğmuş.
Minos kralı bu canavardan halkını korumak isteyerek ve onu Knossos Sarayına kapatmaya karar vermiş. Mimarlarından çıkılması imkansız bir labirent inşa etmelerini istemiş. Bu sırada Minos’un oğlu oyunlara katılmak için gittiği Atina’da öldürülmüş. Kral, oğlunun intikamını almak için, Atinalılardan her dokuz senede bir, Minotor’a kurban edilmek üzere yedi çocuk ve yedi bakire yollamalarını istemiş. Yıllar sonra kahraman Theseus bu cezaya son vermeye karar vererek Girit’e gelmiş ve canavarı öldürmek üzere labirente girmiş. Zorlu bir dövüş sonunda Minotor’u öldürmeyi başarmış.Minos’un güzel kızı Ariadne’nin kendisine verdiği kırmızı ipi takip ederek labirentten çıkmış.
Girit efsanevi yaratıklar, sihirli saraylar ve labirentler açısından zengin bir geçmişe sahip.Knossos Sarayı, Girit’te Minoslular tarafından inşa edilen 4 muhteşem saraydan en büyüğü. 5 katı olan saray, merkezdeki iç avlu etrafına dizilmiş yaşam alanları, ibadet ve eğlence yerleri, atölyeler ve depolarıyla 1.300 odalı bir labirent. Rivayete göre sarayda bulunan biri rehber yardımı olmadan dönüş yolunu asla bulamazmış ve sonsuza kadar orada hapsolurmuş.

Duvarları taştan yapılan sarayın zemin, tavan ve kapıları tahtadan yapılmış. Saray tasarımı açısından ışıklı ve havadar yapılmış aynı zamanda gelişmiş bir kanalizasyon sistemine sahip. Sarayda bulunan odaların duvarlarında alçı üzerine boya ile günlük hayatı ve dini törenlerini yansıtan, perspektif kullanılmış, güzel ve renkli resimler bulunuyor. Resimlerde, o dönemdeki diğer medeniyetlerde olmayan bir özellik olarak, Giritli kadınların toplum hayatına karıştığını görülüyor. Sosyal hayatta kadın erkeğin yanında yer alıyor.

Sarayın heybetli taht odası için arkeologlar XVIII. yüzyıla kadar bulunmuş en güzel taht odası olduğunu söylüyorlarmış. Bol süslemeli duvarlar, taştan oturma yerleri ve taşın oyularak büyük bir ustalıkla yapıldığı taht. Kış döngüsü sırasında gün doğarken içeriye süzülen güneş ışığı doğrudan tahtı aydınlatıyor. Bu odanın sırları hala tam olarak çözülememiş. Oda, mevsimleri vurgulayan törenlerde kullanılan bir ritüel alanı. Bolca boğa figürleri kullanılmış. Hatta Knossos’un sembolü için “Boğa” diyebiliriz. Boğanın üzerinden atlama bir erkeğin kendini ispat etmesinin önemli bir göstergesiymiş. Saraydaki kalın sütunların içine esnek ve sağlam Selvi ağacı kütükleri yerleştirilmiş. Girit adası civarında çok önemli bir fay hattı bulunuyor.Bu yüzden adada sık sık meydana gelen depremlere binanın dayanabilmesi için böyle bir sistem kullanılmış. Sismik şoklara dayanıklılık amaçlanmış. Yunanlılar ve Romalılardan 1000 yıl önce yaşayan bu uygarlıkta mühendislik oldukça gelişmiş.

Harabelere geldiğimizde arabayı park edebilecek bir yeri zar zor bulabildik. Korkunç bir kalabalık var. Ama şunu söyleyebilirim ki sadece bu uygarlığın izlerini görebilmek için bile Girit’e gelmeye değer. Az bir fark ödeyerek Heraklion Arkeoloji müzesini gezmek için de bilet alıyoruz. Müzeden alırsanız bu ücret çok daha fazla oluyormuş.
Birçok harabe gezdim, Antik şehir gördüm ama bu uygarlık tamamen farklı. Her şey fazlasıyla zarif ve cezbedici. Zevkli ve değişik bir mimari.Epeyce bir eser ortaya çıkarılmış.Girişte Arthur Evans ‘ın büstü yer alıyor. Biraz ilerleyince etrafı korkuluklarla çevrili üç adet taş kuyu görüyoruz. Kuyular derin değil. Minosluların kurban töreni sonrası, kalıntıları bu kuyulara attıkları tahmin ediliyormuş. Kuyulara yakın bir sunak kalıntısı bu tezi doğruluyor.

Biraz ilerdeki üçgen şeklinde Batı Avlu yer alıyor. Tören ve ritüeller burada gerçekleşiyormuş. Batı Avluyu Orta Avluya bağlayan fresklerle döşeli bir koridordan geçiyoruz. Orta Avluda daha büyük törenler yapılıyormuş.
Bu saraydan ve Knossos’tan çıkarılan tüm eserler daha sonra gezeceğimiz Heraklion Arkeoloji Müzesine taşınmış.Muhteşem yapılar. Fresklerle süslü saray çok fark edilen bir düzen içeriyor. Bir yapıdan diğerine tahta yollardan geçiliyor.
Siyah ve kırmızı boya kullanılmış. Burayı gezerken çok etkilendim ama esas müze görülmeli. Bu yapılar içinde kullanılan malzemeler ile şehir bağdaştırıldığında inanılmaz bir uygarlık gözler önüne seriliyor. Tavanların yüksekliğine bakılırsa kısa boylu insanlarmış. Aslında duvarlardaki kadın figürlerinden Mısırlılara benzediklerini düşündüm. Evlerinde yılan besliyorlarmış.

Deniz kenarına kadar uzanan antik caddede yürüyüş gizemli bir dünyadaymış hissi veriyor. Burayı daha saatlerce gezebilirim. Ama çok vaktimiz olmadığı için Heraklion Arkeoloji Müzesine koşturuyoruz. Çok güzel bir bahçenin içine kurulmuş. Heraklion’un merkezinde. Bu müze için ne kadar zaman ayırsanız az. Muhteşem bir yer. Knasos’tan çıkartılmış eserler daha yeni yapılmışçasına sergileniyorlar. Ahşap bir kaide üzerinde, altın ve gümüş yaprakla kaplı, fildişi, kaya kristali ve cam macunu işlemeli masa oyunu oldukça ilginç.Yüzler, aslan başlı Ryton.
Daha önce de bahsettiğim gibi üzerindeki hiyeroglife benzer ve 45 karakterden oluşan yazılar bulunan Phaistos Diski.Halen çözümlenememiş. Müzedeki en değerli parça.Dans eden Rahibeler freski harika.

Çoğunlukla dinsel törenlerde kullanılan çift yüzlü baltalar,telin üstünde yürüyen bir akrobat, banyo küveti şeklinde süslü boyanmış lahitler,KIeopatra’nın bronzdan Romalı heykeli (M.Ö I.yüzyıl ),Leylaklı Prens Freski, Yılanlı Tanrıça. Bu heykelcik bu şehrin simgesi olmuş.Her yerde küçük bibloları satılıyor. Ölülerin kemiklerinin konulduğu ev şeklinde kutular.Minos ev maketleri. Minos halkı heykelcikleri. Sanki çok da insana benzemiyorlar.
O kadar güzel eser var ki hepsini ayrı ayrı incelemek istiyorum. Müzenin çıkışında,Minos uygarlık tarihinin anlatıldığı hareketli bir pano dikkat çekiyor.

Biraz oturup soluklandıktan sonra yine yollara düştük. Bugün Kandiye’yi gezeceğiz.20.yüzyılın tanınmış Yunanlı yazar, şair, siyasetçi ve filozoflarından,Nikos Kazancakis’in doğduğu şehir. Yazar 1964 yılında gösterime giren Michael Cacoyannis’in yönettiği “Zorba” filmiyle üne kavuşmuş. Bu film, aynı ismi taşıyan kendi kitabından uyarlanmış.Tanınmış Türk, roman ve hikâye yazarı “Halikarnas Balıkçısı” olarak bilinen Cevat Şakir Kabaağaçlı da 17 Nisan 1886 yılında Girit’te doğmuş.

Kandiye Girit’in en büyük liman şehri.Konumu dolayısıyla tarih boyunca birçok medeniyete ev sahipliği yapmış.Kandiye kalesi ilk olarak İspanyollar tarafından yapılmış. Liman ağzında bulunan su kulesi deniz doldurularak kesme taştan örülmüş. Şehir Venediklilerin eline geçtiğinde kalenin surları genişletilerek tüm şehir duvarlar içine alınmış. Kaledeki kule duvarlarında aslan figürleri oldukça güzel ve Venedik şehrini anımsatıyor.
Kaleyi gezerken kulelerinin tepesinden şehrin ve limanın muhteşem panoramasını seyredebiliyorsunuz. Belediye binası, Venedik mimarisinin en iyi korunmuş örneklerinden biri olan bir başka mücevher. “Loggia” , mimar FrancescoMorosini tarafından tasarlanmış. Girişe yaklaşırken, San Marco aslanlarını temsil eden kısımlar görülüyor.
Venedik Bazilikası AgiosMarcos. Şimdi konser salonu olarak kullanılıyormuş. Morosini Çeşmesi.(Aslanlı Çeşme-1628) Venedikli soylu bir aile tarafından yaptırılmış. Venedik stili pencereler göze çarpıyor.
Kandiye güzel bir şehir. Sakin derli toplu. Tur gemilerilimana yanaşıyor.