Beste Serim Erbak: Portekiz- Lizbon

Kırmızıyı seven Portekizliler (1) – Portekiz- Lizbon 0cak 2015
Avrupa’nın en batısında küçük, çok renkli bir ülke Portekiz. Birçok arkadaşımdan ülke hakkında duyduğum söylemler, okuduğum yazılar, burayı ziyaret etme isteğimi arttırıyordu. En sonunda fırsatını yakaladım. Kızım ve minik torunum ile yollara düştük.

İzmir’den 25 Ocak 2015 günü sabah 10’da başlayan yolculuğumuz İstanbul-Lizbon uçuşuyla son buldu. İstanbul’dan uçuş süresi dört saati buluyor. THY ile uçtuk. Çocuk olduğu için yerimizi ilk sırada ayırtmıştık. Hostesler pek ilgili değil. Hatta biz bebeği yatırırken ellerinde takılır çıkarılır bir bebek yatağı ile gelip, geç kaldıkları için özür dilediler. Yerel saat ile 15.00’te Lizbon Hava limanına indik. Bu arada bebeğin bavulu gelmedi. İstanbul’da unutmuşlar. Bunun için de bayağı bir işlem yaptık. Orada bulunanlar, THY’nun bunu her zaman yaptığını aktarmalarda bavulun kaldığını söylediler. Canımız sıkıldı. Bu havayolları artık eskisi gibi değil. Bavullarımızın alınması araç kiralama işlemleri falan derken çıkışımız saat beşi buldu. Navigasyonuda Türkçeye ayarlayınca yol bulmak epeyce kolaylaştı. Çok fazla döner kavşak var dikkat etmek gerek. Otel merkezde. Fakat otelin bulunduğu yer ile otopark ayrı yerlerde. Otel rezervasyonlarını yaparken otopark fiyatı içinde ayarlamıştık. Zira park oldukça büyük bir sorun. “RosioGarden Hotel”. Adından da anlaşılacağı gibi Rossio Meydanında.“Paraça de DomPedro IV”.
Otelin kırmızı tonlarının hâkim olduğu dekorasyonu çok hoşumuza gitti. Eski bir bina, restore edilmiş. Tamamen yenilenmiş. Hele de güler yüzlü personel, çok memnunuz. Odamıza yerleştikten sonra dışarıya çıktık. Vitrinlerdeki el işleri ilgimizi çekti. Meydandaki yapıtları gündüz görmeye can attık. Bavulumuz kaybolduğu için bebeğe bir şeyler almak üzere bir markete girdik. Fiyatlar düşük. Kalite yok ama bavul ertesi gün gelir ümidiyle alışveriş yapıyoruz.“Pingodoce” diye marketler zinciri. Bunlar geç vakte kadar açık oluyormuş.
Akşam yemeği için bir İtalyan restoranına gittik. ” Capricciosa”Bu da bir restoran zinciri. İtalyan yemekleri sunuyor. Daha sonra yaptığımız gezilerden de anladığım kadarıyla Portekiz’de bolca İtalyan tatlarını bulmak mümkün. Garson kız oldukça sempatik. Epeyce sohbet ettik. Portekiz’e gelinir de İtalyan yemeği mi yenir demeyin. Dışarıda bir masaya oturduk. Etrafta fazla kişi olmadığını görünce şaşırdık ama daha sonra anladık ki Portekizliler geç yemek yiyorlar. Etrafta çocuklar koşturup oyun oynuyorlar. Çocukları çok seviyorlar. Kimse bir şey demiyor. Hava öyle soğuk değil. Lizbon’un havası İzmir’e benziyor.

Çok fazla ışık yok. Genelde elektrik tüketimi fazla değil. Oldukça geç ışık yakıyorlar. Erken kapatılıyor. Anlaşılan ülkedeki ekonomik kriz her alanda hissediliyor. Otele dönerken bir dilenci kadın yanaşıyor. Israrcı değil ama ürküyorum. Çok yorgun olduğumuz için erkenden yatıyoruz.
Sabah kahvaltı güzel. Otelin bir terası bulunuyor. Binaların arasında ama hoş. Arabayı park yerinden çıkarmadan taksi ile dolaşmaya karar veriyoruz. Taksiler ucuz ve şoförler dürüst. Kimse sizi aldatmıyor.

İlk önce Jeronimos Manastırına gittik. Lizbon’un en önemli yapıtlarından biri. Manastır 1502’de Kral tarafından yaptırılmış. Muhteşem bir görünümü var. Bir sarayı andırıyor.
Özellikle kapılar ince işlemeler ve heykellerle süslenmiş. Önündeki bahçe de çok iyi düzenlenmiş.
Parktaki havuzun her iki köşesinde at heykelleri var. Manastırın tam karşısına geçmek için alt geçit kullanıyorsunuz ama bebek arabası için herhangi bir kolaylık yok.
Merdivenleri tırmanıyorsunuz. Burada PadraoDosDescobrimentos Abidesi yer alıyor.
Lizbon’un simgesi. Bu anıt 1960 yılında “Henrique el Navegante”nin (Denizci Henri) ölümünün 500.yılı anısına yapılmış. (Kâşifler Anıtı)Eser deniz kâşiflerine ve denizcilik firmalarına adanmış. Tajo nehrinin kıyısında yer alıyor. Esere varmadan taşlarla dev bir pusula çizilmiş.

Buradan görünüm İstanbul’u andırıyor. Martılar da dekoru tamamlıyor. Kordon boyunca tarihi Belém Kulesine doğru yürüyoruz. Bu arada yol üzerinde bir satıcıdan Portekiz’e ait hediyelik eşyalar alıyoruz. Buranın en önemli simgesi Barcelos Horozu. Horoz her eşyanın üzerinde yerini almış. Ayrıca heykel ve aklınıza gelebilecek her türlü hediyelik eşya olarak da satılıyor. Horoz’un şöyle bir hikâyesi varmış.
Haç ziyaretini tamamlamak için yollara düşen bir adam Galiçya’dan, İspanya’ya giderken Barcelos(Cavado Nehrinin kıyısında yer alan ufak bir yer) adlı bir köye uğrar.
Tam köyden ayrılırken hırsızlıktan tutuklanır. Darağacında asılmaya mahkûm edilir. Asılacağı sırada hâkimin önünde duran kızarmış horozu göstererek eğer sucu yok ise horozun canlanıp öteceğini söyler. Mucize gerçekleşir ve adam kurtulur. Böylece horoz Portekiz’in sembolü olarak kalır. Bir de burada ilgimi çeken mantardan yapılmış ürünler oldu. Portekiz mantar meşesinden “Cortis” denen her türlü hediyelik eşya üretiminin geliştirildiği dünyadaki tek ülke. Çantalar, şapkalar, gözlük kılıfları, kartvizitlikler, çeşitli mobilya ve mutfak aksesuarları. Ben de bir şapka aldım, çok değişik.

Yürümeye devam ediyoruz ve yol üzerinde 1921 yılında Atlantik Okyanusunu ilk defa geçip Brezilya’ya ulaşan uçağı görüyoruz.
Bir de deniz feneri. Karşıda kule rüya gibi. Gerçekten masal kulesi. Şehrin sembolü.1515 ile 1521 yılları arasında yapılmış eser Tajo Nehri üzerinde. Fotoğraflar arka arkaya geliyor. Bir köprü ile karaya bağlanıyor.
Biraz ilerde “AntigaConfeitaria de Belem”adlı kafede bir şeyler yiyerek kuleyi seyrediyoruz. Güneş oldukça kuvvetli. Rengârenk evler…
Yürüyerek geldiğimiz yolu tekrar geri dönüyoruz. Teknelerin bulunduğu liman, müzeler…
Savaş Müzesi falan derken artık sıra Portekizlilerin ünlü tatlısı “Pasteis de Belem” yemeğe geliyor. İçi kremalı dışı milföy hamurlu yuvarlak bir tatlı. Otelde kahvaltıda veriyorlar ama en güzeli burada yenirmiş. Ayrıca bu tatlının tam tarifini alamazmışsınız. Bu gizli bir formül olarak saklanırmış. Hakikaten de öyle. Burada yediğimiz çok farklıydı.
Praça’da pastanenin bulunduğu bölgeye çok güzel bir parktan geçerek ulaştık. Nereye baksanız seramik fayans kaplı renkli binalar. Eski evler, dükkânlar, çok güzel bir sokak. Ayrıca unlu mamullerin satıldığı dükkânlar belli ki güzel tatları barındırıyorlar.
Pastaneye girebilmek için kuyrukta bekledik desem yeri. Ana baba günü.1837’den beri çalışan bir yer. İçerde kapılarla birbirine geçilen yemek salonları bulunuyor. Tatlının nasıl yapıldığını anlatan fotoğraflar. Antika eşyalar. Bambaşka bir dünya. Tarih… Anlaşılan Lizbon’a her gelen buraya uğramadan gitmiyor.
Hani bu kadar kalabalık ne olacak diyorsunuz ama gerçekten farklı bir tat.

Hava yavaş yavaş kararıyor. Burada çabuk akşam oluyor. Tekrardan Jeronimos Manastırının önündeki parka geliyoruz. Fıskiyeler açılmış. Şahane gözüküyor..
Buradan Chiado bölgesine gittik. Dar sokaklar. Ünlü mağazalar. Bölgeye adını veren Chiado’nun heykeli (Şair Chido)hemen girişte. Portekiz’de en çok hoşuma giden şey heykellerin gülen yüzleri…
Lizbon’un en şık caddesi. Garret ve do Carmo caddeleri. Bairro Alto mahallesi… Hedef Miradoura de Sao Pedro de Alcantara terasları…
Her yerde eski bir kitapçı. Bu kadar çok okuyan bir millet. Ne güzel… Özendim doğrusu.
Saatlerce burada kalabiliriz. Okumak… Okuyan insan cahil kalabilir mi? Portekizliler kalmamışlar. Sokaklarda kestane pişiricileri var. Onlar da bir çeşit bizim sistem kestane pişiriyorlar.
Üzerine desenler çizilmiş Arnavut kaldırımları. Bir kafede oturup soluklandıktan sonra yokuşu tırmanıyoruz.
Lizbon’da yokuş fazla. Devamlı tırmanmak gerek. Portekizlilerin kalbi sağlam diye düşünüyorum. Tırmanırken bir seramik dükkânı ilgimizi çekiyor. Oldukça değişik şeyler var.
Bir an önce tepeye tırmanıp manzara seyretmek istiyoruz. Burası gerçekten muhteşem.

Lizbon’un en büyük katedralinin önündeyiz. Santa Maria Maior de Lisboa ya da kısaca “Sé”katedrali. Bu katedral kardinallik zincirinin bir parçasıymış.12.asırda yapılmış.1344’te büyük depremden sonra bir restorasyon geçirmiş. Gerçekten çok gizemli.
Şehir buradan çok hoş gözüküyor. Batan güneş şehrin kalesinin üzerinde güzel bir tablo çiziyor. Bir taksiye atlayıp buraya uzak bir tepede inşa edilmiş ama şehrin her yerinden görülebilen CristoRei Anıtı‘na ( Rio de Janeiro’dakinin bir benzeri)gidiyoruz. Ne yazık ki tam kapatmışlar biz geliyoruz. Böyle olunca da sadece fotoğraf çekmekle yetiniyoruz. Sanırım bu heykeli Rio’da görmek gerek. Öyle kısmet olur diyorum… Buradan otelimize geri dönüyoruz. Akşam Türkiye’den rezervasyon yaptığımız bir yere yemeğe gideceğiz. Otel çıkışında hemen arka sokakta bulunan bir dükkândan Portekiz’in meşhur içkisi Ginja (Kiraz Likörü) almaya gidiyoruz. Kirazlar şişenin dibinde duruyor. (Ginjinha Sem Rival) adlı dükkânda en iyisi satılıyormuş. Şişesi 10 Avro. Aslında başka yerlerde 8 Avroya da bulduk.

Travessa Restoran ( Restaurante a Travessa).Burası birçok politikacının sanatçının akşam yemeği yediği şık ve çok güzel bir mekân. Tarihi bir manastır. Her şey eski. Dekor muhteşem… İnsan kendini o asırlarda zannediyor. Bir de avlusu var. Birçok kişi aynı anda yemek yiyebiliyor. Buranın işletmecisi Belçikalı bir karı koca. İlk defa 1969 yılında Lizbon’a gelmişler. Ve kendi deyişleriyle Lizbon’un havasından, ışıklarından o kadar çok etkilenmişler ki… Adeta büyülenmişler. Özellikle de senenin dokuz ayı gri bulutlar ile kaplı Belçika’dan sonra.
Çok keyifli bir yemek. Artık dönme zamanı bir günlük Lizbon gezisine bayağı bir şey sığdırdık. Çok güzel bir şehir. Yarın çevreyi gezeceğiz.