Beste Serim Erbak: Portekiz – Óbidos

Kırmızıyı seven Portekizliler (3) “Taç üzerinde bir mücevher!” Óbidos 0cak 2015
“Sabahtan öğlene kadar olan vaktimizi değerlendirerek Lizbon’u gezmek meşhur tramvaya binmek istedik.O milimi milimine işlenmiş Arnavut kaldırımlarında yürümek. Pek zevki. Büyük bir sabırla döşenmiş. Yer yer yapılmış desenler ayrı bir hava katıyor.

Öncelikle hep geçtiğimiz ama şöyle alıcı gözle bakmadığımız Rossio Meydanı.“Praça de DomPedro IV”18.yy sonlarına doğru yapılmış.
Eden Tiyatro. Bir otel olarak hizmet veriyor. Güzel bir bina.
Lizbon İstanbul gibi yedi tepeden oluşuyor. Bu yedi tepe ne özellik taşıyorsa birçok büyük şehirde gözde. Altı değil sekiz değil, yedi. Roma, İstanbul, Lizbon. Lizbon çok güzel bir şehir. Aynı zamanda bir liman. Tajo nehri kıyısında yer alan şehir hakikaten İstanbul’a benziyor. Daha önceleri Portekiz’in başkenti Coimbra’ymış. Ama 1225 yılında Krallığın başkenti Lizbon olmuş. XV ve XVI. yüzyıllarda şehir en şaşalı dönemini yaşamış. O zamanlar Lizbon’a Tajo’nun kraliçesi deniliyormuş.1 Kasım 1755’te deprem, deniz afeti ve çıkan yangınlarla şehir yerle bir olmuş. Yeniden yapılanma bundan sonra başlamış. Bir asır boyunca süren çalışmalarla şehir yeniden dirilmiş. 1998 yılı Expo sayesinde her açıdan büyümüş. Yokuş ve dar sokaklar ana meydanlara bağlanıyor. Yukarıda oturanların ulaşımı ise halkın asansör diye adlandırdığı her on beş dakikada bir kalkan küçük sarı boyalı üzeri grafitiyle süslenmiş tramvaylar ile sağlanıyor. Lizbon’un simgesi. Bunların en eskisi deGlorioFuniculer…Gloria Asansörü. İçi tahta aksamlı. Gerçekten o kadar dik bir yokuş ki çıkmak imkânsız. İzmir’in tarihi asansörü gibi.
Gidiş dönüş biletini şoförden alıyorsunuz. Tepede Lizbon’u seyrediyorsunuz, çok güzel bir park bulunuyor. Katkat. Lizbon buradan pek güzel gözüküyor.

“Miradoura de Sao Pedro de Alcantara” Terası. Güzel bir seramik çalışmasıyla burası tanıtılmış. Uzaktan kaleyi de görebiliyorsunuz. Hava oldukça serin. Bir an önce asansöre biniyoruz.
Restauradores Meydanı. Mimarisiyle meşhur Merkez İstasyonuna gidiyoruz. Hakikaten bina oldukça orijinal yapılmış.
Rossio Merkez İstasyonu. 1890 yılında mimar JoseLuisMonteiro tarafından yapılmış. At nalı şeklinde iki kapısı var. Bina çok değişik. Kapısında Fado söyleyen bir şarkıcı ve müzisyenin heykelleri pek hoş.
DomPedro IV Meydanı. Hava değişiyor. Artık güneş parlamakta. Meydanın ortasındaki güzel havuza bakan bir kafede oturup soluklanıyoruz. Burada hayat yavaşlıyor.
Dona Maria II Ulusal Tiyatrosu. Neoklasik mimarisi oldukça güzel gözüküyor. Eski bir saray.1846 yılında yapılmış.
“Nicola Kafe” “NicolaRossio”Lizbon’un en eski ve ünlü kafelerinden.1929 yılından beri hizmet veriyor. Önümüzde havuzun fıskiyeleri insana huzur veriyor. Edebiyatçıların şairlerin ve siyasetçilerin buluşma yeriymiş. IV. Pedro Çeşmesi.

DomPedro Meydanında iki havuzun ortasında Brezilya İmparatoru Pedro IV. heykeli.
Tajo’ya doğru ilerliyoruz. SantaJusta Asansörü. 1900-1902yılları arasında, Eiffel Kulesinin mimarı Gustawe Eiffel’in öğrencisi tarafından yapılan asansör neogotik bir mimari eser. Eskiden buharlı bir düzenek ile çalışan asansör şimdi elektrik ile çalışıyor. 45 m yüksekliği tırmanıyor. Aurea semti ile SantaJusta semtlerini birbirine bağlıyor. Restorasyon çalışması olduğu için binemedik. Caddede BancoTotta Açores bankası oldukça değişik bir yapı. Özellikle balkonları çok güzel. Banka 1843 yılında kurulmuş. Commercio Meydanı’na doğru ilerliyoruz.
(ParaçaDo Commercio) Denizaşırı ülkelerden gelenlerin ilk geldiği yer. Lizbon’un en güzel meydanı. Meydanda bakanlık ve hükümet binaları bulunuyor.

Zafer Arkı.”ArchoTriunfal da RuaAugusta”Eski şehrin giriş kapısı. Kapı diğer binalar gibi depremden sonra yeniden yapılmış. Kral I.Jose’nin atlı abidesi muhteşem. Hakikaten çok güzel bir meydan insan nereye bakacağını şaşırıyor. O sırada Türkçe bir konuşma duyup bakıyoruz. Almanya’da yaşayan İzmirli Türk bir çift bizi görünce seviniyor. Hemen yanımıza gelip sohbet ediyorlar. Genelde Türkiye’den gelen turistler buralara yazın gelmeyi tercih ediyorlar. Meydandan bir taksiye atlayıp otelimize geliyoruz. Artık Lizbon’a “Hoşçakal” deme vakti. Dönüşte de bir gece kalacağız ama gezmek için pek vaktimiz olacağını sanmam. Otel çalışanları bavulları arabaya kadar getirdiler. Güler yüzlü cana yakın gençler. Otelcilikte okuyorlar, staj yapıyorlarmış. Biz otopark dâhil ödeme yaptığımız için bir daha ücret ödemedik.. Böylece yola koyulduk.

Hedef Obidos.

Atlantik kıyısına yakın, tam bir Ortaçağ şehri. Devamlı yenilenmiş etrafı ulu surlarla çevrili, çok şirin bir yer. 2015’ten bu yana UNESCO Dünya Miraslarında yerini almış. Eminim buraya yazın gelenler çok keyif alırlar.
MÖ. 308’de Kelt’ler tarafından kurulmuş, daha sonraları Roma ve Vizigotların hüküm sürdüğü Obidos, 710’larda Magribi Arapları tarafından ele geçirilmiş. Araplar buranın güvenliğini sağlamak amacıyla dağın tepesine bir kale inşa etmişler. 400 yıla yakın süre Kuzey Afrikalı Müslüman Arapların hâkimiyetinde kaldıktan sonra,1148’de Portekiz’in ilk Kralı I. AfonsoHenriques, Obidos’u Araplardan alarak Portekiz topraklarına katmış. Böylece Obidos Müslümanlardan geri alınmış. 1282’de Kral Dinis burada evlenmiş ve Obidos’u kraliçeye düğün hediyesi olarak vermiş. O tarihten sonra 1834’e kadar her kralın Portekiz kraliçelerine armağan ettikleri bir yer olmuş bu güzel şehir. Obidos aynı zamanda Uluslararası Festivallere de ev sahipliği yapıyor.”Folio Uluslararası Edebiyat Festivali” bunlardan en ünlü olanı.

Ayrıca SIPO – Óbidos Uluslararası Piyano Festivali, Uluslararası Çikolata Festivali, Ortaçağ Festivali yapılıyor.
Biz şehre geldiğimizde nereden gireceğimizi şaşırdık. Sizi şehrin su kemerleri karşılıyor. Sonradan anladık ki şehrin giriş kapısı eski, tarihi kapı. Şehir surların içine yerleşmiş. Şehre girmeden bir mezarlık var. Giriş kapısında mavi çinilerle kaplı “Porto da Vila”süslemeler 18.yüzyıldan kalma.

Kapıdan girmeden önce tahta süsler satan satıcılar görülüyor. Çok sakin huzurlu bir yer. Eminim bu sakinlik havaların ısınmasıyla turist sayısının artmasıyla değişir. Burası çini işçiliğinin de merkezi.
Kapıdan girdiğinizde çok güzel canlı renklerin olduğu el işçiliği eşyaların satıldığı dar bir sokak ” Direita”sizi karşılıyor. Nerenin fotoğrafını çekeceğinizi şaşırıyorsunuz. Karnımız acıktığı için lokanta arıyoruz ve yine kırmızı tonların hâkim olduğu sevimli mi sevimli bir restorana “MemoriaRestaurante& Wine Bar” giriyoruz. Bizden başka müşteri yok. Sahibi çok güler yüzlü. Burada doğduğunu sadece üniversite okumak için gittiğini sonra yeniden buraya dönüp atalarından kalma bu yeri işlettiğini anlatıyor. Biz burası ne güzel, çok sakin deyince de siz bir de yazın görün diyor. Bu sakinlik onun canını sıkıyormuş. Burada kışın o kadar az insan yaşıyormuş ki… Genelde yaşlılar varmış. Oldukça nefis bir yemek yiyoruz. Ve çok ucuz. Leziz tavşan eti. Güveçte pişmiş.
Bitkiler duvarlara sarılmışlar. Ne güzel manzara. Çiçekler açtığında bu görüntü bir kat daha güzelleşir. Cadde boyunca ilerliyoruz. Bir yandan da neler var diye bakınıyoruz. Yolun devamı “Praça de Santa Maria” meydanına çıkıyor. Meydanda “Igreja de SantaMaria ”kilisesi ihtişamla yükseliyor.

Her şey eski, büyülü. Tıpkı masallardaki gibi. Hava da biraz puslu olunca gizem daha da fazlalaşıyor. “IgrejaParoquial de Sao Pedro” Kilisesi e atmosferi tamamlıyor.
Aslında burada daha uzun kalmalı iyice keyfini çıkarmalı. Surlara kurulmuş tanınmış Pousadas oteller zincirinin lüks bir oteli bulunuyor. Birçok çift buraya balayına geliyormuş. Hani haksız da değiller. Çok romantik ,sırlarla dolu fevkalade sevimli bir yer…İnsan burada kalmak istiyor. Mavi, kırmızı, beyaz badanalı evler. Dükkânlar.
Her şey el emeği göz nuru. Özellikle kumaş bebekler ve buradaki atölyelerde yapılmış çini ürünler. Küçük bir yer olmasına karşın çok şey barındırıyor. Saint Peter Kilisesinin önünden geçiyoruz.

Surların paralelinde ilerleyip surları da görmek istiyoruz. Şimdiye kadar pek çok sur gördüm ama bu gerçekten muhteşem. Ulu sözcüğü tam anlamıyla ifade ediyor.
Sanıyorum gece bu surlar aydınlatılıyor. O zaman çok daha güzel görünür. Portekiz’de dikkatimi çeken çok fazla ışık kullanılmaması. İyice hava kararmadan ışık açmıyorlar. Bu ekonomik durumdan mı kaynaklanıyor yoksa başka bir nedeni mi var bilemedim.
Portekiz’de gördüğüm kitapçıları hiç bir yerde görmedim. Bu küçücük yerde bile organik ürünlerin satıldığı ve okunmuş kitapların bulunduğu bir yerin olması beni çok etkiledi. Meyve ve sebzeyi organik yiyemediğimiz için artık onların doğal formlarını da unutmuşuz. Sanıyoruz hepsi düzgün hepsi aynı formda. Anadolu’ya her gidişimde aynı duyguyu yaşıyorum. Şu standart uygulaması insanlığı mahvetti.
Artık bu güzel şehri terk etme zamanı geldi. Yolumuz Coimbra’ya doğru. Hava karardı.