Beste Serim Erbak: Salihli Kula Alaşehir Denizli

29 Ekim 2010 sabahı, eşimle birlikte Cumhuriyet Bayramı günü ılık ama kapalı bir havada “Haydi bakalım nereleri göreceğiz?” diyerek yola koyulduk. Rotamızı Pamukkale olarak belirlemiştik, ama yanlış yola girince Salihli olarak değiştirdik. “Neye niyet neye kısmet”.

Turgutlu’yu geçtikten sonra Salihli’ye varmadan, yolun sol tarafındaki tabela,4 kilometre içerdeki Urganlı Kaplıcalarını gösteriyor. Merak ediyoruz. Urganlı, şirin bir belde. Gözümüze ilk çarpan tren istasyonu.1875’te yapılmış. Mavi kırmızı testilerle süslü bir havuzu var. Çok şirin. Burayı çok da fazla geçmeden Urganlı Kaplıcalarına varıyoruz. Biraz hayal kırıklığı yaşadık, zira tesisler bakımsız. Ama anlaşılan epeyce talep var. Tek bir odaları bile kalmadığını söylüyorlar. Daha önceden yer ayırtmak gerekiyormuş. Geri döndük. Tekrar ana yola çıktık.

Salihli bizi güneş içinde karşılıyor. Çok yeşil, verimli topraklar. Girişte sağda Kurşunlu Kaplıcaları yazısını görür görmez içeriye doğru girdik. Hafif tepede Salihli’yi tümüyle görebilen yerde Lidya Sardes Termal Otel, muhteşem yapısıyla beliriyor.20-25 yıl önce, Marmaris’te bir Lidya Otel vardı. Soruyorum, burayla bir ilgisi yokmuş. Dışarıda, içeriyle bağlantılı bir termal havuz var. Bir taraftan yüzüyor, bir taraftan da Salihli’yi kuşbakışı seyredebiliyorsunuz. Ayrıca “Ayağını sıcak, başını serin!” deyişi de havuzda yüzerken, insanın aklına geliveriyor. Otele yerleştikten sonra, Salihli’yi gezmeye gittik. Hava soğuk, ama güneşli. Buranın en meşhur yemeğini soruyoruz. ”
“Odun Köftesi” diyorlar. “ En iyisini hangi restoranda yiyebiliriz ” deyince “Divan”da diyorlar. Çarşıda küçük bir lokanta. Sahibi Erdoğan Bey’le sohbet ediyoruz. Aslında şu anda yemek bulabilmemiz tamamen tesadüfmüş. Zira her zaman doluymuş ve bu saate yemek kalmazmış. Tatil günü olması işimize yaradı. Bize odun köftesinin nasıl yapıldığını anlatıyor. Büyük restoran zinciri kurmanın iyi olmayacağını düşünüyor. O küçük işletmesinden memnun. 1956 yılında dedesi burada “Marmara” adlı bir pastane açmış. Daha sonra 1967’de,onun yerine bu lokantayı açan Erdoğan Bey, odun köftesini bu tertipte yapan ilk kişi olmuş. Leziz mi leziz. Bir de yanına yoğurt veriyorlar. Köfteler ağızda dağılıyor. Yemeğin tadı damağımızda, yola çıktık. Burası Türkiye’nin en genç yanardağlarını barındıran bir bölge. Kula yakınlarında “Divlit” yanardağını gördük. Şu anda faal değil ama diğer dağlardan hemen ayırt edilebiliyor. Bu yörede bulunan, Kapadokya’ya benzer yeryüzü şekilleri beni çok şaşırttı. Yöre halkı buraya “Kuladokya” demiş, ama bu isim pek tutmamış. Dağa doğru giden yolu izlediğinizde, “Yurtbaşı” köyüne yakın, birkaç kilometre alana yayılmış bu yeryüzü şekillerini görüyorsunuz. Salihli, “Yurtbaşı” arası yaklaşık 60 kilometre. Daha sonraları buraların epeyce turistik yöreler olacağından eminim.

Oradan tekrar Kula’ya dönüyoruz. Dergilerde bolca fotoğraflarını gördüğüm, Kula evlerini geziyoruz. Buradaki evlerin yapımında yanardağdan getirilen siyah taşları halen kullanıyorlar. Eski Kula evleri çarşının hemen sonunda. İki çeşit ev var. Biri Osmanlı, diğeri Rum. Osmanlı evlerinin hemen girişinde bir avlu var, odalar bu avluya açılıyor. ”Hayat” denilen avlu. Rum evlerinde ise -ki biz bunlara İzmir’de sıkça rastlıyoruz-avlu evin arka bölümünde. Osmanlı evlerinde kapı ve pencerelerde demir parmaklıklar kullanılmamış, ama Rum evlerinde demir aksam ağırlıklı. Buradaki “Anemon Otel”, dikkat çeken, bir butik otel. Restore edilmiş bir Osmanlı evi. Avlusunda kahve içip, garsonla sohbet ediyoruz. Evlerin bazıları restore edilmiş, bir kısmı ise hala eski zamandan sesleniyor, bir değişiklik yok. Harap olmuş. İçlerinde oturanlar var. Dar sokaklarda çocuklar top oynuyorlar. Bazı evlerin kapısında Osmanlı’dan kalma demir plakalarda “İtimadı Milli-Assurence” yazıyor. Osmanlılar zamanında bu evleri sigortalamışlar. Bir kilise kalıntısı gördük. Anlaşılan bir zamanlar buralarda Rum, Osmanlı iç içe yaşamış. Yakınlarda “Yunus Emre’nin türbesi var. Hemen her yerde, ondan bir söz görebiliyorsunuz. Tekrar otele dönüyoruz. Ertesi sabah termalin tadını çıkarıyoruz.

Öğlen Alaşehir’e doğru hareket ettik. Alaşehir Hıristiyanlar için önemli noktalardan biri. Eskiden kutsal “Yedi Kilise ”den biri burada yer alıyor: “Saint-Jean”. Kilise kalıntısının hemen karşısında bir cami var. Yakındaki bir fırından bu yöreye has değişik bir ekmek alıyoruz. Fırıncı burada hangi yiyecek meşhur diye sorunca “Bizim buraların Kapama ve pidesi meşhurdur”. diyor. Tabi ki tadına bakmak şart. Ara sokaklardan çarşının en meşhur ve en eski lokantasına geliyoruz. “Alaşehir’in meşhur kapaması” Uğur Usta. Ufacık bir dükkân ve çok eski bir geçmişi var. Kapama mantıya benziyor. Elde açılan hamurun içine kuzu ve dana eti konup et suyunda kuyu fırında pişiyor, bol maydanoz ve yoğurtla servis yapılıyor. Aslında bu “Mantıya benziyor” lafına biraz gönül koyuyorlar ,“Alakası yok “ diyorlar. Mutlaka tadılası bir lezzet. İkişer tabak yiyoruz. Pide için midede yer yok. Başka bir sefere diyor, tekrar yola çıkıyoruz.

Artık Pamukkale’ye gitmeye kararlıyız. Akşama doğru varmak istediğimiz yerdeyiz. Buralara pek çok kez geldim, ama son yıllarda duyduğum, travertenlerin korunması için yapılan çalışmaları görebilmek için sabırsızlanıyorum. Her yerde “Termal Otel” yazısını okuyorsunuz, ama hepsi termal değil. Birçoğu ısıtma ile elde edilen sular. Birkaç otel dolaştıktan sonra “Pam Otel” de yer bulabiliyoruz. Otelin bahçesinde, travertenlerden basamaklı havuz yapılmış. Tepede fışkıran kaynar su bu travertenlerden akıyor. Arkadaki orman ile oldukça hoş bir görüntü oluşmuş. Bir hayli turist var. Kaynar suda yüzüp bahçedeki soğuk havuza atlıyorlar. Eskiden bu sulara bonesiz girilebiliyordu, ama şimdi bone takmadan giremiyorsunuz. Artık kirlilik için önlem alınmış. Otelden birkaç kilometre gidince Pamukkale travertenlerine geliyoruz. Bembeyaz dağı kaplamışlar. Yapılan çalışmalar onları eski haline sokmuş. Bir zamanlar kararıp yok olmaya yüz tutmuşlardı. Şimdi yukarıdaki tüm oteller kaldırılmış. Turist otobüsleri Antik Kentin dışında park ediyor. Travertenlerde ise ancak yalınayak yürünüyor. En hoşuma giden şey ,kontrolün çok iyi yapılması. Ayakkabıları ile yürüyenler hemen uyarılıyorlar. Travertenlerin altında oldukça büyük bir alana park alanı ve suni bir göl var. Ördekler ve kaz sürüleri su üzerinde süzülürken arkada kat kat yükselen beyaz görüntünün seyrine doyum olmuyor. “İsteyince ne güzel işler başarabiliyoruz.” diyorum. Denizli’deki tüm çevre çalışmalarda üniversite öğrencileri yer alıyormuş. Ertesi sabah, erken hareket ediyoruz, yolumuz uzun. Pamukkale’nin çıkışında Antik Kent “Laodikeia”yı geziyoruz. Bu kadar büyük olabileceğini düşünmemiştim. Kentin iki tiyatrosu var. Kralların şehri. Denizli’ye 6 kilometre mesafede. Kent Anadolu’daki kutsal yedi kiliseden birine sahip. Bir zamanlar ticaret merkeziymiş. En önemli caddesinin adı “Suriye Caddesi”. Şehirde su dağıtım merkezleri var. Kazı çalışmaları devam ediyor. Burada da Pamukkale Üniversitesi Arkeoloji Bölümü öğrencileri çalışıyor. Yaklaşık bir saat dolaşıyoruz. Öğlen oldu, yola çıkıyoruz.

Yıllardır duyduğum, ama bir türlü gezmek fırsatı bulamadığım Buldan’ı göreceğiz. Buldan kumaş dokumalarıyla tanınıyor. Zaten tüm bu yörede çok uzun yıllardır, dokumacılık önemli bir gelir kaynağı. Buldan’ı hiç böyle tepede hayal etmemiştim. Şehir sırtını bir dağa yaslamış, yokuşları bol. Meydanındaki eski yapı hükümet konağı. Çarşıya doğru gidiyoruz. İşte her tarafta birbirinden güzel dokumalar. Elbiseler, örtüler ve küçük esnaf. Böyle yerler bunun için de güzelliğini yitirmiyor. Binlerce çeşit malı barındıran, insanı serseme çeviren o kocaman mağazalar, alışverişin zevkine varamadığınız, “alalım olsun bitsin” dediğiniz, güler yüzlü satıcılar yerine “sağa dönün zücaciye bölümü orda” diyen, yaptığı işten bezmiş, mağaza görevlileri yok burada. Onun yerine sizi içeri buyur eden, gülümsemesiyle, samimiyetiyle, mallarını sunan yöresel şiveleriyle sizi karşılayan satıcılar. Ben böyle yaşamayı seviyorum. İçten insanlarla birlikte olmayı. “Efeoğlu Tekstil” buranın en büyük mağazalarından biri. Koltuk örtülerinden tutun da elbiselere kadar her çeşit, mal var. Satıcılar artık tekstilin öldüğünü birçok tezgâhın çalışamadığını söylüyorlar. Son yıllarda bu alanda büyük sıkıntı varmış. “Buraya kadar geldiniz mutlaka yaylamızı da görmelisiniz “deyince dağa doğru çıkan yoldan devam ediyoruz. Yaylada bir krater gölü var. Buldan’dan 11 kilometre mesafede. Rakım: 1159.Tepedeki hava o kadar temiz ki su gibi içiyorum, kana kana. Ciğerlerimiz bayram etti. “Hele siz bir de yazın gelin buralara. “diyorlar. Bir restoranda kahve içiyoruz. Parasını ödemek istiyoruz “Buralara kadar gelmişsiniz hiç para almak olur mu?” Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı var.” diyorlar. İşte burada sözler tükeniyor. Manzara muhteşem, sanki zaman durmuş.

İzmir’e dönüyoruz. Yolda Kuyucak “Can Restoran” da “Kuyu Tandır” yemeyi ihmal etmiyoruz. Yaklaşık sekiz yüz kilometre süren yolculuğumuz sırasında gördüklerimiz, yaşadıklarımız belleklerimizden çıkmayacak. Her yeri anlatmakla bitmez memleketim…