Beste Serim Erbak: “Salutare România” Sinaia – Drakula

“Salutare România”
Sinaia / Drakula
2017 Bölüm II

Bükreş, Sinaia arası 122 km. Yol dar ama çok düzgün. Transilvanya bölgesine doğru, yeşilin içinde kıvrıla kıvrıla ilerliyoruz. Aslında yeşil içinde yüzüyoruz desem hiçte abartmış olmam. Yol üstünde küçük köyler, kasabalar, sanki bir masal dünyasındayız.

Sinaia eski Romanya Krallığının başkenti. Karpatlar, Bucegi dağlarının eteğinde, Prahova vadisinde. Şimdilerde popüler bir kayak merkezi. Bu şehirde uluslararası festivaller fazla özellikle de müzik alanında. 1927’de Amerikalı keman virtüözü Yehudi Menuhin, burada iki ay boyunca ünlü keman ustası Georges Enescu’nun öğrencisi olmuş.1900’lü yıllarda aristokratların tatil merkeziymiş. Şatolar, villalar, manastırlar, kiliseler diyarı… Oteller yaz olmasına rağmen dolu. Herhalde kışın yer bulmak oldukça zor olur. Biz otel Mara’da kalıyoruz. Tepede ormanın içinde büyük bir otel. Burada üç gün geçirmeyi planladık.24 Temmuz’da Braşov’a doğru güzergâhımıza devam edeceğiz.

Otel, tatil yapan Romenlerle dolu. Çoluk çocuk bahçedeki havuzdan çıkmıyorlar. Otele yokuş yolundan tırmanırken oldukça eski evlerin arasından geçiyoruz. Ana kapıda büyük bir müzik festivalinin afişi asılı. Sonradan öğreniyoruz ki bu klasik müzik festivalinin tüm sanatçıları otelde kalıyormuş. Arada sırada bir keman ya da bir piyano sesi duyuluyor. Sanatçılar çalışıyorlar. Europafest (Classic&Jazz) Peleş Kalesindeki nefis müzik dinletisine bilet bulabilseydik gidecektik ama ne yazık ki tükenmiş.

Evler birbirinden güzel. Şehir merkezinde turistik minik tren ile dolaşıyoruz. Tren tepeye tırmanıyor. Peleş kalesine çıkmak istiyoruz ama ralli yapıldığından tüm yolları kapatmışlar. Polisler pek İngilizce bilmediği için bir türlü anlaşıp nereden tepeye çıkabileceğimizi öğrenemiyoruz. Hayran hayran etrafımızı seyrederek keyif yapıyoruz. Sinaia çok güzel bir şehir.

Ev yapımı yiyeceklerin satıldığı ara sokakta bir pazara giriyoruz. Hatta bir Türk satıcıya rastlayınca şaşırıyoruz. Uzun zamandır bu şehirde yaşıyormuş. Baklava, kadayıf satıldığını görmek hoşumuza gidiyor. Özellikle “Kaşkaval” soruyoruz. Epeyce peynir çeşidi var. Tatlıyı seviyorlar. Hava gündüz günlük güneşlik olmasına rağmen akşamları çok serin.

Modern evler tarihi evlerin yanında yer alıyor. Eminim buralara kar düştüğünde manzara iki misli daha güzel olur. Şehir merkezinde ” Cabana Schiori”restoranda yemek yiyoruz. Masalar Romen işi örtülerle süslü ama yemeklerden o kadar memnun kalmıyoruz. Üstelik fiyatlar da çok yüksek. Otele dönüyoruz. Gece otelin bahçesinde oturup ormanın sesini dinliyoruz. Ama hava o kadar soğuk ki fazla dayanamıyoruz.

Ertesi sabah otelde kahvaltı yapıyoruz. Fena değil ama çok kalabalık. Kahvaltı salonunun balkonundan vadiyi seyrediyoruz. Temiz hava muhteşem manzara. Yola koyuluyoruz. Peleş kalesine bugün de çıkamıyoruz. Yarın kesin kararlıyız. Şimdi Prahova vadisi,Busteni’de “Cantacuzino”şatosuna gidiyoruz.
Eskiden burası bir av köşküymüş.XVIII.Cantacuzino ailesine aitmiş.Şato 1911’de doktor George Grigore Cantacuzino (Nababul) için yapılmış. Cantacuzino Romanya’nın iki dönem başbakanı olmuş. Ayrıca iki kez de Bükreş belediye reisliği yapmış. Bükreş’teki Cantacuzino sarayı da onun tarafından yaptırılmış. Zamanında Romanya’nın en zengin kişisiymiş. Anlatılan bir hikâyeye göre şatonun tüm yollarını altın ile döşemek istemiş. Ama o zaman bu fikre engel olunmuş. Şatonun mimarisi kelebek şeklinde.

Bize şatoyu anlatan rehber Bayan, Cantacuzino’nun bu mükemmel yerin keyfini pek süremediğini söylüyor.1913’te zatürreden ölmüş ve tuhaf bir tesadüf eseri olarak ta daha sonraları, komünizm zamanında, şato sanatoryum olarak kullanılmış.
Giriş salonunda arma ve süs koleksiyonları bulunuyor. Ayrıca vitraylar harika. Ama savaş sırasında epeyce zarar görmüş.

Şatonun bahçesinde bir film seti kurulmuş.Biz de biraz seyrettik. Eğlenceli. Filmin adı “Noel Prensi” .”A Christmas Prince” Yönetmen Alex Zamm. Film Netflix için çekiliyormuş. Şatonun terasından manzara inanılmaz.

Buradan ayrıldıktan sonra ünlü “Drakula”nın şatosuna gitmek için acele ediyoruz. Şato, Bran ‘da. O kadar fazla turist var ki adım bile atılamıyor. Dünyanın her yerinden gelen gezginler filmlere konu olan bu şatoyu görmek istiyorlar. Haksız da sayılmazlar. Biz önce karnımızı doyuralım sonra tadını çıkara çıkara şatoyu gezeriz diye düşünüyoruz.
“Galeria Bran” restoran, özellikle ikinci katındaki orman dekoru ile çok ilginç. Ormandan gelen hayvan seslerini de yabana atmamak gerek. Yemekler fena değil. Garsonlar pire gibi çalışıyorlar.
Çıktıktan sonra kale yakın. Turistik eşyaların satıldığı dükkânları geçince uzun kuyruk bize kapıyı işaret ediyor.Tahta kapıdan girince büyük bir meydana geliyorsunuz. Yukarıya doğru tırmanan yolu çıkıyoruz. Yolun sonunda bizi bol basamaklı dik bir merdiven bekliyor.

Şato 1378 yılında yapılmış.Uzun yıllar Romanya Kraliyet ailesinin yazlık sarayı olarak kullanılmış. Yapı 1957 yılında müze olarak açılmış. Birbirinin içinde yer alan dört kattan oluşuyor.57 minik odayı barındırıyor. İçerde Romen kültürünü yansıtan eşyalar ve giysiler var. Transilvanya o zamanlar Macaristan topraklarına aitmiş. Drakula hikâyesi ise gerçekten ilginç.

Drakula diye bahsedilen kişi aslında Vlad Tepeş. Namı-değer “Kazıklı Voyvada”.Osmanlı padişahı Fatih’in babası I.Murat, Transilvanya’da Vlad’ın babasını yenince oğlu Tepeş’i rehin alarak Edirne sarayına götürüyor. O zaman on iki yaşında olan çocuk, Fatih Sultan Mehmet ile birlikte sarayda büyüyor ve eğitim alıyor. Fatih Sultan Mehmet ile yakın arkadaşlığı sonucunda, Eflak Voyvodası olarak bu topraklara tayin ediliyor. Başta vergisini vererek Osmanlıya sadık gözüküyor. Ama daha sonra başkaldırıyor.

Ne kadar Osmanlı askeri ele geçirirse kazıklara oturtup karşılarında yemek yer içermiş. Zalimliği her yere yayılmış. Kendisine, yaptıklarından dolayı “Kazıklı Voyvada” adı takılmış. Macarlar, ona “Şeytan” anlamına gelen “Drakul” adını takmışlar. Esirlerine türlü türlü işkenceler yaparmış. Kendisine gelen Osmanlı elçilerinin sarıklarını çivi ile kafalarına çakarmış. Kral Ferdinand ve karısı Marie bu şatoda yaşamış. Aslında Vlad burada fazla kalmamış. Şatoda Vlad Tepeş’in soy ağacı bulunuyor. Ona ait fazla bir eşya yok. Birkaç işkence aleti dışında.

Daha çok Targovişte’de yaptırdığı şatoda otururmuş. 1462’de Fatih bu zalimliğe son vermek amacıyla sefere çıkmış. Vlad’ın başını gövdesinden ayırmış. Baş İstanbul’a getirilmiş, ibret olsun diye sokaklarda dolaştırılmış. Sonra bir yere gömülmüş ama nereye olduğu bildirilmemiş. Zalimin sonu. Ölümünden 400 yıl sonra bu hikâyeyi öğrenen İrlandalı yazar Bram Stoker, konusu Transilvanya’da geçen bir kitap yazmış. Romanya’ya hiç gitmemiş olan yazarın 1897’de yayınlanan kitabı satış rekorları kırar. Daha sonra bu kitaptan esinlenen “Drakula” filmleri devreye girer. Böylece dünya bu şatoyu Drakula’nın evi olarak tanımış.

Aslında şato gerçekten çok güzel. Daracık koridorlar, odalara giden gizli dehlizler, alçak tavanlar…Şatoda ne banyo ne de tuvalet var. Su tesisatı bile yok. İlginç. Dar merdivenlerden çıkıyor, dehlizlerden geçiyorsunuz.
Orta yerde küçük bir avlu var. Kuyu suyunun bulunduğu yer.

Çıktıktan sonra aşağıda bulunan kafede bir şeyler içiyoruz. Şatonun büyüsünü biraz daha üzerimizde hissetmek hoşumuza gidiyor. Ana kapıdan çıkınca hediyelik eşya satan dükkânları geziyoruz. Her tarafta Drakula imgesi. Küçücük dükkânlarda Romenlere has elişi bluzlar, tabaklar, seramikler, el oyması tahta tablolar.
Şatonun etrafında dolaşıp fotoğraf çekmek istiyorum ama ağaçlardan isteğim kareleri bir türlü yakalayamıyorum. Yavaş yavaş hava kararmaya başlıyor. Sinai’ye dönüp “Snow” restoranda yemeğimizi yiyoruz. Otele döndüğümüzde aynı bizdeki gibi bir düğünle karşılaşıyoruz. Müzik çalıyor. Dans var. Eğleniyorlar.

İyi bir uykunun ardından sabah güzel bir kahvaltı.
Bugün Sinai’de üçüncü ve son günümüz. Artık Peleş Kalesine çıkacağız. Sonunda belli bir yere kadar araba ile gelip turistik bir trene binerek tepeye doğru tırmandık. Sinai tepesine.

Trenden inince kaleye ulaşmak için yine yürümeniz gerekiyor. O kadar güzel gözüküyor ki bir an önce varabilmek için acele ediyoruz. Turist kalabalığı kaleye doğru yürüyor. Peleş kalesi Romanya’nın en önemli yapıtlarından biri.1873 yılında mimar Doderer ve Schulz tarafından yapılmış. Yapımı 10 yıl sürmüş. Saxon şatosuna benzer bir yapısı var ama her mimariden bir kesit taşıyor. Türk, Alman, Fransız, İtalyan. Uzun yıllar Kraliyet sarayı olarak kullanılmış.

1989’da, Romanya devrim sonrası turizme açılmış. Peleş Sarayında elektrik, su tesisatı ve kalorifer bulunuyor. Romanya Kralı Ferdinand ve karısı Maria bu sarayda yaşamış. Komünist dönemde Romanya’ya gelen delegeler burada kalırmış. Bahçesi muhteşem. Heykeller süs havuzu ve tabii ki her taraf yemyeşil.
İçerisi, dışarısı her taraf ince ince işlenmiş. Tahta malzeme bol kullanılmış. Duvarlardaki tablolar, mobilyalar çok güzel. Duvarlarda işli olmayan bir karış bile boş alan yok. Aynalar bile işli. Vitraylarda ışık huzmelerinin desteği ile harika bir görüntü ortaya çıkıyor.

Epeyce bir vakit ayırarak doyasıya gezdik. Peleş Sarayından sonra aşağıya doğru yürürseniz Pelişor Şatosuna ulaşıyorsunuz. Şato 1899-1903 yılları arasında Romanya tarihinde oldukça söz sahibi olan kraliçe Maria’nın oturduğu yer. Kraliçe Peleş Sarayına gitmektense burada dinlenmeyi tercih edermiş.1875’te doğan Maria’nın büyükannesi Kraliçe Victoria’mış.1892’de Kral I. Ferdinand ile evlenmiş. Daha sonra da direk olmasa da dolaylı olarak Romanya’yı yönetmiş.

1938’de ölmeden önce iki cilt halinde anılarını yazmış. Öldükten sonra kalbi çıkartılarak bir altın kutunun içine konulmuş ve Bükreş’te Tarih Müzesine götürülmüş. Burada fotoğraf çekebilmek için ayrı bilet almak gerekiyormuş. Biz bilemediğimiz için çok fazla fotoğraf çekemedik.
Çok güzel bir yer. Kraliçe bu sarayı kendi zevkine göre döşemiş. Çocuklarının odaları, tüm detaylar. Bence oldukça ferah ve hoş. Peleş sarayının adı çok duyulmuş ama Pelişor da hiç yabana atılır gibi değil.

Buradan ayrılıp girişteki kafede bir şeyler içip yiyoruz. Bu sırada ara ara yağmur çiseliyor. Şato daha güzel gözüküyor. Ormanda yürüyerek aşağıya inmeyi düşünüyoruz. Yol üzerinde kendi ürünlerini satan satıcılar ilginç geliyor. Hava nefis. Bol oksijen depolayarak aşağıya doğru yürüyoruz. Ana yola yaklaşınca hızla gelen yarış arabalarının sesi duyuluyor. Yol bizi Sinaia Cantacuzino Manastırına götürüyor.

Manastır 1690 – 1695 yılları arasında Prens Mihail Cantacuzino tarafından yaptırılmış. Prens, Kudüs topraklarından dönünce bu güzel yapıyı Sinaia’ya armağan etmiş. Bir söylentiye göre Sinaia adını Sinaii yarım adasından almış. Manastırda halen 20’ den fazla sayıda keşiş yaşamlarını sürdürmekte.
Prahova vadisindeki bu manastır o zamanlar ticari merkez olarak kullanılmış. Gelip gidenler, yolu buraya düşenler bu manastırda kalırlarmış. Manastırın içinde iki kilise bulunuyor. Biserica Mare ve Biserica Mica. Ayrıca bu manastırda Romenlerin ünlü politika adamı Take İonescu’nun mezarı yer alıyor.

İşlemeler, resimler, ortancalar ile dolu güzel bir bahçe sakin ve mistik bir hava. Manastırdan çıkınca yine yarış arabalarının seslerini duyuyoruz. Tekrar şehre inip, merkezde gördüğümüz bir parkta oturuyoruz. Çocukların oynadığı bölümde açık hava olmasına rağmen sigara içilmiyor. Çok hoşuma gitti. Ne kadar güzel bir düşünce. Medeniyet.
Çıktıktan sonra yine Snow restorana gidiyoruz. Yarın yola çıkacağız. Braşov’a doğru. Sinaia’yı çok beğendim. Mükemmel bir şehir.