Beste Serim Erbak: İnanılmaz Hindistan!..

“Çok pis, aman dikkat!” “Hasta olmamak işten değil.” “Gereken aşıları yaptırdın mı?”. “Organ mafyasına dikkat et!” “Sakın sokaktan bir şey yeme!” “Asla kapalı olmayan suyu içme! Dişlerini kesinlikle aldığın kapalı suyu kullanarak fırçala!” “Pek bir şey yiyemezsin, yanına bisküvi, konserve gibi şeyler al!” “Parana dikkat et, çalınabilir.”

Evet, Hindistan’a gitmeden önce hemen herkesten bu tip cümleleri çok işittim. Gittikten sonra ise bunların çok azında gerçek payı olduğunu anladım. Belki de bizim gittiğimiz bölgeden, bilemem. Ama “Hindistan” deyince benim için şimdiye kadar gezdiğim en güzel yer ve gördüğüm en güzel insanlar diyebilirim. Attıkları her adımda, yaptıkları her işte bir felsefeleri var Hintlilerin. Bunu yaşam biçimine dönüştürmüş güzel insanlar. Birçok yerde kaybolmuş erdemleri onlarda gördüm. Orada geçirdiğim zaman kafamı dinleyebildiğim, huzur bulduğum anlardan oluştu.

Öncelikle Hindistan herkesten vize istiyor ve bir hayli de titizleniyor. 40$ karşılığında Ankara ve İstanbul’dan vizenizi alabiliyorsunuz ya da biraz komisyon ekleyerek tur şirketlerine aldırabiliyorsunuz.

Biz üç bayan; kızım ve can arkadaşımız yaptığımız rotanın ilk etabına İstanbul Sabiha Gökçen Havaalanı’ndan hareketle başladık. 23 Ocak 2010 gecesi saat 01.05’te kalkan uçağımız sabah yerel saat ile 07.05’te Dubai Sharjah Havalimanına vardı. Uçuşumuzu Air Arabia Havayolları ile gerçekleştirdik. Uçağın kalkışında ve inişinde okunan Arapça dua oldukça ilginçti.

Aynı gün 13:30’da Dubai’den kalkan uçağımız 19:00’da Thiruvananthapuram Havalimanı’na indi. Vardığımız şehir Hindistan’ın en büyük eyaletlerinden Kerela’nın bir şehri. Bu şehir aynı zamanda Güney Hindistan’ın en uç noktası olarak da biliniyor.

Kerala, Hindistan’ın okuma oranının en yüksek olduğu eyalet. Aynı zamanda en güzel şehirlerinden birkaçını birden içinde barındıran bu nedenle de turistlerin en çok rağbet ettiği eyaletlerden biri.

Thiruvananthapuram’da indiğimiz küçük bir havalimanı. Hemen dikkatimi tavandaki vantilatörler çekti. Hatta tepede bunlardan bir demet oluşmuş diyebilirim. Dışarıdaki nemli sıcak havayı hissedince bunların ne kadar da gerekli olduğunu anlıyoruz. Görevlilerin giysileri de çok ilginç. Kadınlar aynı renkte milli giysileri Sari’yi taşıyorlar.
Bavullarımızı Dubai Sharjah’ta yapılan aktarma yüzünden heyecanla bekledik. Nitekim korktuğumuz başımıza geldi. Arkadaşımızın bavulu bavullar arasından çıkmadı. Görevliler bizimle hemen ilgilendiler. Bavulun Dubai’de kaldığı anlaşıldı. Bizler hem panikten hem de yapımızda taşıdığımız heyecandan dolayı biraz sesimizi yükselterek derdimizi anlatmaya çalıştık. Bu kadar paniklememize rağmen görevlilerin sakin tutumları ve güler yüzlülüğü görülmeye değerdi. Sanırım Hintlilere özgü başlarını sağa sola yaylanarak sallama hareketiyle ilk burada karşılaştık. Önce ne yaptıklarına anlam veremesek de daha sonra bunun bütün Hintlilere özgü, iletişim sırasında karşısındakini onaylarken ya da dinlerken kullandıkları bir hoşgörü hareketi olduğunu anlıyoruz.
Ertesi gün gelip bavullarımızı almamızı söylüyorlar. Kabul etmekten başka bir çaremiz olmadığı için havaalanından çıkıyoruz.
Paramızı, çıkmadan oradaki bir döviz bürosunda bozduruyoruz. Burası paramızın değerli olduğu bir ülke. 1 dolar yaklaşık 43-44 rupi yapıyor. 100 rupi 3 Liraya karşılık geliyor ve epey iş görüyor. Hindistan çok ucuz bir ülke. Sadece uçak için harcanan yol parası pahalı diyebiliriz. Biletinizi daha önceden ayırtırsanız ucuza geliyor. En uygun havayolları Air Arabia. İstanbul’da bilet bulmanız kolay. İnternetten de alabilirsiniz.
Ocak sonu şubat başı, muson yağmurlarına denk gelmediği için “High Season” yani en güzel sezon. Emirates Havayolları da uçuyor ama çok pahalı. Ancak şunu da belirtmekte yarar var; Air Arabia’da yemek servisi yok 🙂 Her şey ekstra ücrete tabi.

Havaalanından çıkınca, kalabalık bir toplulukla karşılaşıyoruz. Yolcu karşılamaya gelenler, bavul taşıyıcılar, taksi şoförleri …. Taksiler eski model beyaz İngiliz arabaları. Hemen Hint filmleri aklımıza geliyor. Pre-paid taksi uygulamasının yapıldığı ofise doğru gidiyoruz. Bu ofisler devlet denetiminde çalışan ofisler. Buradaki görevliye gideceğiniz yeri söyleyip, klimalı ya da klimasız olarak araçların fiyatına göre paranızı ödüyor, fişinizi alıyorsunuz. Şoföre para ödemiyorsunuz. Bu sistem oldukça iyi, vereceğiniz fiyatı önceden bilmeniz açısından.

Trafik kuralları İngilizlerin miraslarından; direksiyon sağda, yollar ters. Şoförümüze daha önceden internetten araştırdığımız otelin adresini veriyoruz. Şoförümüz çok kibar, nereden geldiğimizi söyleyince “İstanbul” diyor. Kötü bir aksanla İngilizce konuşuyorlar. Anlamakta zorlanıyoruz. Yine de çok güler yüzlü ve yardımseverler.

Trafikte bol bol korna sesleri duyuyoruz. Yollarda motosiklet, otobüs triportörden bozma, arka tarafına üç kişinin binebileceği “rikşa” denen taksilerden görüyoruz. Ortalık her zaman kalabalık. Gece gündüz fark etmiyor.

Daha önceden ismini aldığımız otelin dolu olduğunu öğreniyoruz. Bir iki otele daha bakıyoruz. Hepsi dolu. Bu arada dikkatimizi çeken, hiç Türk turist olmaması. Daha doğrusu bu şehirde turiste rastlamak biraz zor. Karanlık olmasına rağmen fakirliği fark edebiliyoruz. Şoförümüz istersek bizi düzgün ve uygun bir otele götürebileceğini söylüyor. Arap ülkelerinde karşılaştığımız olaylardan dolayı ilk başta bu teklifi korkarak ve çekinerek kabul etsek de ilerleyen günlerde Hindistan’ın ve insanlarının, ne kadar farklı olduğunu anlıyoruz..

“Venus International” otel, üç yıldızlı düzgün bir yer. 20 dolar ödeyerek bir oda tutuyoruz. Odada banyo tuvalet var.Yine de çok temiz olduğunu söyleyemeyiz. Şoförümüzle, bizi ertesi gün doğal yaşam parkının bulunduğu bölgeye götürmesi için anlaşıyoruz.

Akşam yemeğini değişik mimarisi olan bir restoranda yedik.”İndian House” Garsonların kıyafetleri geleneksel. Oturur oturmaz su, geliyor. Yemekler baharatlı, nefis. Çok güzel omlet yapıyorlar. Restoran yukarıya doğru yükselen bir boru biçiminde ,tırmanarak yürüyorsunuz, geometrik desenli pencereleri var. Üç bayan sokaklarda rahat rahat yürüyoruz. Hiç kimse bizi rahatsız etmiyor. Daha sonra dolaştığımız yerlerde de bu kadar rahattık. Bazı gezgin arkadaşlardan, tek bayan seyahat edenler olmuştu. Onların izlenimi de aynıydı. Ne hoş bir ülke.

Her köşe başında meyve sıkan dükkânlar var. Muzun bilmediğim çeşitleri. Hiç görmediğimiz meyveler. Sularımızı alıp otele dönüyoruz. Otelde internet kafe var. Gezince her yerde internet kafeye rastladık. Bu alanda çok gelişmişler. Her türlü donanıma sahipler. Çektiğimiz filmleri boşaltıp CD’ye almaktan tutun da, bilgisayar ile ilgili her türlü işlemi, en ücra köşede bulunan bir internet kafeden yapabiliyorsunuz. Teknolojiyi kendi yararları için kullanan bir millet. Örneğin internette oyun oynayan çocuk görmedim. Genelde bir şey araştırıyorlar. Ne güzel.

Ertesi gün şoför tam dediği vakitte geliyor. Arabasının içi, dışı pek süslü. Zaten burada arabalar hep süslü . Direksiyonun yanında taze çiçeklerle süslenmiş Tanrı Şiva’nın küçük bir heykeli var. Hemen alnındaki işareti soruyoruz. Bize bunun gittikleri ayini gösteren bir simge olduğunu söylüyor. Hint müzikleri eşliğinde bizim trafiğin tam tersi yönde ilerliyoruz. Anlaşılan bu da İngilizlerin bir hatırası. Trafik kuralları diye bir şey yok. Arabalar yılanlar gibi kıvrıla kıvrıla birbirlerinin arasından süzülüyorlar. Hatta bir keresinde bizim taksi bir araba ile çarpıştı. Özür dileyip yollarına devam ettiler. Sinirlenme diye bir şey yok .Yüksek sesle konuşmuyorlar. Binlerce insanın gürültüsü çıkmıyor. Sağda solda gördüğüm reklamlar ilginç .Sanskrit yazı, Arapça yazıya benziyor ,ama harfleri biraz daha köşeli. Hintçeyi müziklerde duymuştuk ama böyle konuşulduğunu işitmek ayrı bir haz. Ahenkli, kulağa hoş gelen bir dil. Rengarenk Sarilerle dolaşan Hintli kadınlar. Alınlarının tam orta yerinde “bindi” denilen yuvarlak boyalı bir nokta var. Gerçi bu büyük küçük herkeste görülüyor. Hindu inanışına göre alnın tam ortası ruhun insan vücudundaki yerini gösteriyormuş. İnsanlar bir gün bu gözün açılacağını ve her şeyi görebileceklerini umuyorlarmış. Küpelerden tutun hızmalara kadar her türlü takıyı taşıyor kadınlar. Sari dedikleri kumaş parçaları vücudu sarıyor. Göbek bölgelerini daha doğrusu göbeğin biraz üstü açıkta kalıyor. Hatta bitki tohumlarından bile takıları var. Yeni evli kadınlar saçlarını yasemin çiçekleriyle süslüyorlar. Çiçeğin her türlüsü takı olarak kullanılıyor. Yanınızdan geçerken mis gibi bir koku alıyorsunuz. Ayaklar hem erkeklerde hem de kadınlarda çıplak. Nedeni ise ayak ile doğaya yapılan temas. Böylece doğayı hissediyorlar. Ayak bileklerinde bazen tek bazen de birkaç tana “hal hal” görebiliyorsunuz. Her takının bir anlam taşıdığı söyleniyor. Aslında sanayinin olmadığı bu bölgede doğa insanlar tarafından korunuyor. Ağaç kesmiyor, doğaya zarar vermiyorlar. Hatta Mumbai’de girdiğimiz bir markette “Lütfen bez torbalarla alışveriş yapın “yazısı beni çok şaşırttı.

Yolun iki yanında küçük dükkânlar var. Yola çıkmadan bir otelin- Turizm ve Otelcilik Okulunun-restoranına uğruyoruz. Burada sabah kahvaltısı yapacağız. Her masada bizim bir hayli para vererek satın aldığımız, taze kesilmiş orkideler bulunuyor. Hintliler, yemeği elle yiyorlar. Ama turistler düşünülerek çatal bıçak konulmuş. Yalınayak yürümek gibi yemeğin elle yenmesi de onu daha iyi hissetmenizi sağlarmış. İnançları böyle. Sabah ve her zaman “Masala Dosa” denen krep gibi bir ekmek yiyorlar. Bizim gibi çaya “çay” diyorlar. Ama bu bizim bildiğimiz çay değil. İngiliz usulü bir çay içinde çeşitli aromalı otlar var. Sütle servis ediliyor. Anlaşılan Hindistan’da çaya hasret kalınacak.2 ya da 3 dolara kahvaltı yapıyorsunuz. Şoför bizi bekliyor. Asla bu beklemeler için bahşiş istemedi. Anlaştığımız parayı aldı. Bizi bu bölgeye yakın Doğal Yaşam Parkına götürdü. Ormanda bizim saksıda yetiştirdiğimiz devasa bitkiler. Kırmızı, turuncu her renk, yeşille karışmış.”Kerala Forest &Wildlife”

( Neyyar Eco- Tourism).Biletlerimizi alıp önce timsahların bunduğu bölümü geziyoruz. Bilet 10 rupi. Timsahlar çok ağır hayvanlar. Bir o kadar da kıvrak. Hiç bu kadar inceleme olanağı bulamamıştım. Sonra tur arabasıyla Doğal yaşam parkında dolaşıyoruz. Demir kafesli arabalara biniyoruz. Bir nevi safari ama buna minik safari de diyebiliriz. Zira çok fazla hayvan göremedik. Rehberimiz anlatıyor. Su kenarında dişlerini fırçalayan bir Hintli bayan görüyoruz. Mutlaka diş fırçalanıyor. Buna çok özen gösteriyorlar. Yanıma oturan Hintli Bayan ile sohbet ediyoruz. Bir aslan çifti izliyoruz. Maymunlar koşuşturuyorlar. Geyikler su içiyor. Ünlü Avustralyalı timsah avcısı, hayvan dostu Steve Irwin’i gösteren kabartmayı görüyoruz. Bir köşede kazanda kaynayan mango sütü. Dönüşte şoför bizi kendi evinde ağırlıyor. Çocukları ve eşi bizi kapıda karşılıyor. Namaste (selam) diyoruz. Güler yüzlü insanlar. Hintliler geç evleniyorlar ama eşleri ve çocukları ile övünüyorlar. Evlilik kurumu inançlarına göre çok kutsal. Arap ülkelerinde erkeklerin kadınları süzmesi Hint erkeklerinde görülmüyor. Bu nedenle de rahat dolaşıyorsunuz.

Hemen çay ve nefis soslu balık ikram ediyorlar. Evini yeni yapmış. Yıllardır uğraşıyormuş. Bisiklete binmiş ormanda dolaşan çocuklar, suların içinde nilüferler muhteşem doğa. Bizlerle resim çekiliyorlar sonra da bakıp mutlu oluyorlar. Şoföre bir düğün görmek istiyoruz deyince “Çok şanslısınız bugün yeğenim evleniyor.” deyip bizi düğüne davet ediyor. Her zamanki gibi dört ayaküstüne düştük, diyorum. “Çok yoksuluz ama gelmek isterseniz bizi mutlu edersiniz.” diyor. Kendi ülkemden sonra burada misafirperverliğin sıcaklığını hissediyorum. İnsanlar sizlere bir şey sunabilmek, yardım edebilmek için çırpınıyorlar. Yanlış anlaşılmasın sakın bunu para almak için yaptıkları düşünülmesin. Sadece misafirperverlik bu. Ülkemize gelen Avrupalı turiste sadece misafirperverlik olsun diye yardım edilir bir şeyler ısmarlanır, onlar da şaşırırlar. Mutlaka karşılık vermek isterler ya da anlamaz bir şekilde suratınıza bakarlar. Ne çıkarları var diye. Ama biz Hintlileri anladık.

Doğal Yaşam Parkından sonra fillerin bulunduğu yere gidiyoruz. Tahtadan merdivenli bir düzenek kurmuşlar. Bunun üzerinden file biniyorsunuz. Hindu felsefesine göre filler kutsal hayvanlar. Aslında tüm hayvanlar kutsal ama filin ayrı bir önemi var. Üç bayan bir filin üzerine biniyoruz. Bakıcısıyla geziyoruz. Çok tuhaf biraz da ürkütücü bir duygu. Yerden bir hayli yüksek. İnsan hemen alışamıyor , ama sonra da inmek istemiyor. İndikten sonra fili seviyoruz. Etrafta bir saat kadar gezip diğer yavru filleri de görüyoruz. Yavrular dans ediyorlar. Her hayvanın küçüğü sempatik olur. Fillerin yavrusu da mükemmel. Bebek fil kendini sevdiriyor. Oradan ayrılıp düğünün yolunu tutuyoruz. Bu arada erkekler bir etek giyiyorlar. Aslında bu bir tek kumaşın sarmasıyla giyilen bir etek. İstenildiğinde kısaltılıyor. Hatta bazen şorta dönüşüyor. Çok ilginç. Buranın sıcağına da uygun. Muson yağmurları dışında kış olmuyor. O zaman bile soğuk değilmiş. Hintliler “kış” ne demek bilmiyorlar. Isınma sorunları yok. Düğün evi hanımları bizi kapıda karşıladı. Burası kayınvalidenin evi. Gelin buraya gelecek. Önce tapınağa gitmiş. Bize pirinç unundan yapılan kurabiyeler ve limonata ikram ettiler. Herkes pek şık .Erkekler gelin damat arabasını kapıda bekliyorlar. Biz ilgi çekiyoruz. O kadar ki düğünü videoya çeken fotoğrafçı önce bizleri çekiyor. Gelin epeyce bir takı takmış. Mor renkli parlak simlerle süslenmiş Sari giymiş. Damat da pek şık. Eve girmeden muz yedirip mango sütü içiriyorlar. Ayrıca kayınvalide bir buhurdanlık ile gelini ve damadı kutsuyor. İçeri giren çift oturduktan sonra dua ediliyor. Ayrıca duvarda resimleri bulunan tanrılar da canlı çiçeklerle süslenmiş. Gelin ve damadı tebrik ettikten sonra ayrılıyoruz. Bir tapınak görmek istiyoruz. Muhteşem bir Hindu tapınağı ama biz bu dinden olmadığımız için içeri giremiyoruz. Şoför şöyle bir açıklama yapıyor. Aynı dinden olmadığımız için tapınma bize farklı gelebilir, farklı yorum getirebilirmişiz bu yüzden izin verilmiyormuş. Tapınağın yüzü Hindu Tanrılarını gösteren figürler ile dolu. Sadece resim çekiyoruz. Ama daha sonra Mumbai’de kapıdan izleme şansını yakalayabildik.

Daha önceden planladığımız gibi şu filmlerde gördüğümüz ikinci sınıf trenlerle Fort Cochin’e gideceğiz. Saat 18:00 deki trende bilet bulabiliyoruz. Bulabiliyoruz diyorum zira çok kalabalık. Tren istasyonu İngilizlerden kalma bir yapı. Çok düzgün. Üç taşıyıcı valizlerimizi hemen kapıyor, başlarına alıyorlar. Onlar önde biz arkada koşturuyoruz. Bu arada oradaki büfeden yiyecek bir şeyler ve su almayı da ihmal etmiyoruz. Zira önümüzde dört saat sürecek bir tren yolculuğu var. Trenin karşı perona geldiği anons edilince herkes gibi biz de bir trenden geçip öbürüne koşturuyoruz. İnsan kalabalık psikolojisiyle güruhta hareket ediyor. Apar topar trene biniyoruz. Bavulları oturduğumuz yerin üstüne adeta atarcasına yerleştiriyoruz. Ne olup bittiğini pek anlamadan bir yığın çıplak ayaklı Hintli kendilerini trene atıyor ve maymun çevikliğiyle bizim bavulların üzerine yerleşiyorlar. Hatta başımızın üstünden sallanan ayaklarını umursamadan, bir yer bulmanın sevincini gösterir biçimde bize zafer işareti yapıyorlar. Eğer bu trene binmeseydim Hindistan’ı tam yaşamış olur muydum diye düşünüyorum. Tavanda, yanlarda yine vantilatörler var. Biz hemen yiyeceklerimizi çıkarıyor, atıştırmaya başlıyoruz. Bir anda kimsenin bir şey yiyip içmediğini fark ediyorum. Yanımdaki Hintli beye bunun nedenini soruyorum O da bana dışarıda yiyip içmenin ayıp olduğunu, halkının fakir olduğunu alabilecek biri olsa bile şu anda almadığı için canının isteyebileceğini söylüyor. Çok utanıyoruz. Hemen aklıma çocukluğum geliyor. Bize de annemiz bunun ayıp olduğunu söylerdi. Demek geleneklerimizi böyle kaybediyoruz. Bu halk ondan sağlam duruyor. Karşımda Müslüman olduğunu düşündüğüm bir kız kitap okuyor. Bu arada Hindistan’da pek çok din var tabii ki bir o kadar da farklı ibadet yeri. Hepsi yan yana .Kilisenin yanında cami gibi. Ama hepsi Hintli. Bu farklı bir şey. Genç kız yanında oturan Hintli delikanlıdan rahatsız oluyor. Çocuk hem biraz yüksek sesle konuşuyor hem de pek yayılarak oturuyor. Hintçe mimiklerinden anladığım kadarıyla sert birtakım sözler söyler söylemez delikanlı yerini değiştiriyor. Daha sonra bunun nedenini duvarda okuduğumuz yazıdan anlıyoruz. Herhangi bir bayanı sözle ya da davranışla rahatsız eden biri iki yıldan başlamak üzere hapis cezası alabiliyor. Hava iyice kararıyor. Trenden inmek ayrı bir hüner istiyor. Zira tren durur durmaz korkunç bir kalabalık trene binmeye çalışıyor. Arkadaşım Türkçe “Çekilin!” diye bağırınca hepsi duruyor biz de iniyoruz. Halkta yıllarca yaşanmış bir eziklik var. Korkuyorlar.Kendimizi ve bavulları aşağıya atıyor rahat bir nefes alıyoruz.

Gece oldu. Hemen bir taksiye bindik daha önceden adreslerini aldığımız otelleri dolaşmaya başladık. Oteller butik oteller. Fort Cochin zengin bir yer anlaşılan .Oteller harika ama dolu. Kızım ve arkadaşım bir otele giriyorlar. Ben arabada yalnızım. Motosikletli siyah kasklı bir Hintli yanıma gelip pansiyonu olduğunu söylüyor. Orada da yer olmadığını öğrenince motosikletlinin arkasına takılıyoruz. Güzel bir villa. Bir Kuveytlinin eviymiş. Pansiyon olarak işletiliyor. Beğeniyoruz.Bizi Hollandalı bir bayan karşılıyor. Kendisi dört ay burada kalıyor. Masaj öğreniyor ve meditasyon yapıyormuş. Pansiyona para ödemiyor ama buna karşılık olarak pansiyonun işletmesini yapıyormuş. Gecenin o saatinde bize omlet pişirdi ve bundan ücret almadı. Bu pansiyonda ilk kez kalan Türkler biziz. Daha sonra yazdığımız anı defterinden de bunu anladık. Victor pansiyonu işleten Hintli de Hiristiyan. Evde bulunan resimlerden anlıyoruz. Bizi o kadar iyi ağırladı ki. Para bozdurmamızdan tutun her şeyimizle ilgilendi. Ev çok güzel. Herkese önerebilirim. Sivrisinek çok olacağı düşüncesiyle aldığımız tabletleri takıyoruz. Ayrıca fotoğraf makineleri ve telefon şarjları için üçlü iki piriz aldık. Odamız bir anda kablo doluyor. Burada nasıl resim çekmez insan. Renkler o kadar canlı ki. Her şeyi ölümsüzleştirmek için üç kanaldan çalışıyoruz. Sonuç bolca kablo. Gece geç vakte kadar sohbet ediyoruz. Ertesi gün bizim için bir hayli yorucu olacak. Rahat yatakta rahat bir uykudan sonra sabah Victor’un özene bezene hazırladığı kahvaltıyı yapıyoruz. Tropikal meyvelerden oluşan bir meyve salatası ve omlet. Çok leziz. Onunla sohbet edip bilgi alıyoruz. Rikşamız bizi kapıda bekliyor. Kerala backwaters. Hint okyanusunun kıyısındayız. Bunu hissetmek bile içimi coşkuyla dolduruyor. Giderken binaların üstünde orak çekiç resimlerinin nedenini öğrendik Bu bölgede komünist parti iktidardaymış. Tabi ki ilginç olan başka bir şey de hiç kabristana rastlamıyor olmamız. Hindu inancına göre ölülerin yakıldığı düşünülürse. Ama bu bölgede Müslüman ve Hıristiyan da var. Bizim şoförümüz de Hristiyan’dı. Daha sonra evine gittik. Koloni halinde yaşıyorlar. Kilise onlara tek odalı evler yapmış. Bahçede ibadet edilen yerleri var. Ormanın içinden ilerliyoruz. Ulu ağaçlar. Özellikle de kökler ilgimi çekiyor. Sağa sola yayılmışlar belli ki yağmurlar ve seneler bu ağaçları geliştirmiş olağanüstü bir güzelliğe bürümüş. Belli bir yere gelince tur otobüsüne daha doğrusu minibüsüne biniyoruz. Artık rehberimiz var. Hollandalı,İngiliz,Amerikalı turistler ile uzun kayıklara bineceğimiz yere geliyoruz. Kayıklarda motor yok .Su çok derin değil. Başta ayakta duran bir Hintli sopayı suyun dibine dayayarak kayığı itiyor.İlerliyoruz. Bambaşka bir dünya. Suda nilüferler, çeşitli çiçekler. Kanallara giriyoruz. Her iki kıyıda da evler var. Bazı yerlerde suda çamaşır yıkanıyor, bazı yerlerde yıkanıyorlar. Derin bir sessizlik. Bu sessizliği bozmamak adına fısıldayarak konuşuyoruz. Duyulan sadece deklanşörün sesi. Her şeyi görüntülemek istiyoruz. Kayık suda kayarcasına ilerlerken, hiç görmediğimiz kuşlar, bin bir çeşit çiçek, yeşilin her tonu. Büyülü bir atmosfer. Hiç bitmesin istiyorum. Uzun zamandır böylesine huzur dolmamıştı içim.

Nasıl bir yer burası rüya gibi. Bir yerde duruyor. baharat ağaçlarının bulunduğu yollarda ilerliyoruz. Rehberimiz baharatları anlatıyor. Hindistan cevizleri kurutuluyor. Zaten bu meyvenin her türlü ürünü kullanılıyor. Yine meşhur Hint kenevirinden sicimin çok ilkel bir düzenekle yapılışını izliyoruz. Özellikle gemicilikte kullanılıyormuş. Bir başka kıyıda bambudan yapılmış, teknelere biniyoruz. Artık kanallardan çıkıyoruz. Ama bu sefer de kartpostallarda gördüğümüz palmiye ağaçlarının süslediği sahillerden geçiyoruz. Öğle yemeği vakti geldi. Kıyıya yanaşıyoruz. U şeklinde bir masa kurmuşlar. Masaya geçiyoruz. İşte hiç görmediğim bir servis. Muz ağaçlarının yaprakları tabak olarak geliyor. Daha sonra pilav ve acı soslar. İki üç tabak pardon yaprak yemek yiyorum. Sonra tabaklar suya atılıyor. Doğadan al doğaya ver. Nasıl bir çevrecilik. Yemekten sonra dolaşa dolaşa ne yazık ki bu muhteşem geziyi bitiriyoruz. Dönüşte bir kumaşçıya giriyoruz. Burası için çok pahalı 50$a tüm el işi ipek bir kumaş alıyorum. Akşam Chario Beach Restoranda nefis bir balık ziyafeti çekiyoruz. Üç kişi 650 Rupi. Burası sahilde olduğu için deniz ürünleri hem çok ucuz hem de çok bol. Balık cenneti. Ertesi gün meşhur Ayurveda Masajı için randevu aldık. Burada iki gün kalırız diye düşünmüştük ama bir gün daha uzatmaya karar verdik. Bileti değiştirdik. Buradan Mumbai’ye uçacağız. Çok şanslıyız. Bugün Fil Festivali var.

Rikşamıza binip yola çıktık. Filler tapınakta süsleniyorlar. Uğur saydıkları bir işaretleri var. Filin üzerine oturanlar bunu yükseğe doğru kaldırıyorlar. Çalınan müzik tempolu. Filler yürüyorlar. Bacaklarında halhallar. Bol bol süsler. Bizim zurnaya benzer bir alet çalıyorlar. Okul çocukları da seyretmeye gelmişler. Forma giymişler. Tertemiz.Kızlar saçlarını örmüş. Bu bölgede okuma yazma oranı yüzde doksan. Şaşkın hayran bakışlarla izliyoruz. Ayrılıp plaja gitmek istiyoruz. Okyanusun kıyısındayız. Kumsalda atlayıp zıplıyoruz. Hintliler denize girmiyorlar. Sonradan nedenini anlıyoruz. Korkuyorlar.Gelgit olayı çok fazla. Hintli balıkçılar kayıklarını itiyorlar. Balık avlama zamanı besbelli. Biz Çin Balık Ağlarını göreceğiz. Bunun için güneşin batışı bekleniyor. Muhteşem bir manzara. Çinliler zamanından kalma ağlar halen kullanılıyor. Büyük bir düzenek. Ağlar da öyle. Buradan istediğiniz kadar balık alabiliyorsunuz. Biz de alıyoruz. Akşam Victor’un restoranında pişirtip yiyoruz.. Nefis bir ziyafet. Kızım Victor’a buralarda Mac Donald’ın olup olmadığını soruyor. Bunun ne olduğu hakkında bir fikri yok. Şaşırıyoruz. Anlaşılan buralarda tanınmıyor. Hintliler pek içki de içmiyorlar. Sigara da kullanmıyorlar. Mumbai’da gördüğümüz kadarıyla erkekler tütün çiğneyip tükürüyorlar. Ertesi gün gittiğimiz Ayurveda masajı enteresan. Oldukça virane bir yer. Uzanılan sert bir yatak var. Kullandıkları yağlar insanı rahatlatıyor. Daha ziyade zindelik veriyor. Hindistan’da alternatif tıp çok gelişmiş. Bu alanda çalışan doktorlar var. Ben de muayene olmak istedim ama doktor uzak bir yere gitmiş. Artık ne yapayım bir dahaki sefere dedim. Çıktıktan sonra dolaşıyoruz. Toplu çamaşır yıkanan yeri görüyoruz. Bu çamaşırhane, tüm şehrin temizleme ve çamaşır yıkama dükkanlarından gelen çamaşırların; topluca yıkandığı yer. Tüm çamaşırlar aynı yerde elde yıkanıp temizleniyor ve sahiplerine iletiliyor. Yüksek kamışların arasına ipler gerilmiş, çamaşırlar buralara mandalsız asılmış. Bu manzarayı Hindistan’ın her şehrinde görebiliyormuşsunuz. Bir de hemen her yerde bayan terzisi var. Aldığınız kumaşı size yarım günde dikiyorlar. Yaka modeli seçiyorsunuz. Bizim parayla 30 TL ye elbiseniz hazır.

Burada oldukça lüks oteller var. İki katlı veya tek katlı. Butik otelleri Hintliler işletiyor. Evlerin mimarisi değişik. Boyalar ise harika. İnsanların ince zevki evlerinde de görülüyor. Ufak bir çarşısı var. Küçük dükkanlar. Hayran olduğumuz Hint elbiseleri, takıları satılıyor. Tabi kendimizi alamıyoruz. İnsan iki üç gün kalınca ,yüzler tanıdık geliyor. Bu arada ünlü Katakali Dansını seyretmeye gidiyoruz. Hindistan’da yıllardan beri oynanan, tiyatro-dans. Oyun öncesi makyaj ritüeli oyundan fazla sürüyor. Seyirciler bunu seyrediyorlar. Oyunun konusu biri tarafından anlatılıyor. Müzik ve şarkı söyleyen biri var. Eller, ayaklar, gözler özellikle de hareket ediyor. Bunun için oyuncular küçük yaştan eğitim alıyorlar. Dokuz mimiğin ifade edilmesi önemli. Cesaret, aşk, sakinlik, alay, korku, itilmek, merak, üzüntü, öfke. Oyunda iyi olanlar kazanıyor. Kostümler çok şatafatlı ve giyimi zor. Maskeler de öyle. Bir ya da bir buçuk saat sürüyor. Küçük bir sahnede oynanıyor. Hatta oyuncunun göz aklarını büyütücü bir madde dökülüyor. Oyuncular her şeyi göz hareketleri ve mimiklerle ifade ediyorlar. Oyun başlamadan pirinç tozu ile yerlere şekiller yapılıyor. ”Hoş geldiniz, sefa getirdiniz.” anlamında. Ben hayran kaldım.

28 Ocak artık Mumbai’ye uçuş zamanı. Jet Airways ile. Cochin Havaalanı çok modern, düzenli. İstanbul’dan direk buraya uçulabilir. İçerde yöre ürünlerini satan mağazalar var. Geçişte sırt çantalarımıza bir numara yapıştırıyorlar. Telaşta biri düşüyor. Onu arayıp buluyoruz. Zira onsuz geçirmiyorlar. Victor Mumbai’de bir arkadaşına telefon edip bizimle ilgilenmesini söylüyor ama ne yazık ki bu pek gerçekleşemiyor, Mumbai karmaşasında. Bir buçuk saat uçuş.

Mumbai Havaalanı da çok büyük ve lüks. Eski adıyla Bombay Hindistan’ın en büyük şehri. Ayrıca Film Endüstrisi Bollywood ve Oskar Ödüllü ,Mumbai’nin gecekondularında geçen “Slumdog Millionaire” aklıma geliyor. Uçak inerken havalimanını çevreleyen Kartonlardan oluşmuş gecekonduları görüyoruz. Havaalanında büyük puntolarla yazılmış.”Namaste Mumbai “yazısı göze çarpıyor. İnsan seli. Biz hemen bir prepaid taksi bileti alıyoruz. Kapılar açılıp dışarı çıktığımızda bir taksici ,taşıyıcı sürüsü üzerimize hücum ediyor. İşte büyük şehir. Her yerde aynı. Kendimi bir an Türk filmlerinde bavuluyla Anadolu’dan gelip Sirkeci Garında trenden inen tiplere benzetiyorum. Birden duruma hakim olup bir taksiye atlıyoruz. Korna sesleri, dip dibe giden arabalar, iki katlı otobüsler, pencerelerinde perde olan ya da cam olmayan otobüsler, çok lüks arabalar…..Korkunç bir karmaşa. Viktor’un bize verdiği otele gidiyoruz. Ama beğenmiyoruz. Oldukça kötü. Taksi şoförü Cochi’dekine benzemiyor. Suratsız. Pek emniyet telkin etmiyor. Sahili görünce iniyoruz.Hava yavaş yavaş kararmaya başladığı için tedirginiz.Bir an önce otele yerleşmek istiyoruz. Sahilde bulduğumuz polise otel soruyoruz. Halk toplanıp merakla bizi izliyor. Bu arada solumuzda yüksek restorasyon yapılan bir bina görüyorum. Bunun otel olabileceğini düşünüp gidiyoruz. Kapıya geldiğimizde uçaktan bile daha fazla bir güvenlik zinciri ile karşılaşıyoruz. Kapıda otelin ismini okuyunca neden böyle olduğunu anlıyoruz.”Taj Mahal Inter Continental Otel”. Gazete kupürleri gözümün önüne geliyor.. Daha sonra da aldığımız bilgilere göre Mumbai’de aynı anda yedi yerde patlama oluyor. Teröristler Taj Mahal’de bulunanları rehin alıyorlar. Yüzden fazla ölü. Tabi otelde yangın çıkmış. Bina çok eski ve mükemmel bir yapı. Restore ediliyor. Kapıdaki güvenlik görevlileri bize yardım ediyor. Otel dolu ama o kadar güzel ki daha sonra buraya gelip. Colaba’da ünlü Gateway of India (Hindistan’ın Giriş Kapısı)nı seyrederek kahvelerimizi içiyoruz. İngiltere Kralının buraya ziyaretini ölümsüzleştirmek için yapılmış bir anıtmış. Otel görevlisi hemen otelin karşısındaki klimalı lüks taksilerden birine bindiriyor. Başlıyoruz,otel aramaya dönüp dolaşıp Taj Mahal’in bir arka sokağında Apollo Otel’i buluyoruz. Temiz ve fiyatı uygun. Merkeze de çok yakın. Akşam dışarı çıkıp dolaştık. Neriman Point’e yürüdük. Deniz kenarında halk gezintiye çıkmış. Kordon boyu, şenlikli.Hatta bir köpek fuarına bile rastlıyoruz. Faytonlar ilginç. Çok yüksek ve süslü. Beyaz metal kullanarak süs yapılmış. Ertesi sabah erken kalkıp Elephanta Adası’na gitmeyi planlıyoruz. Burası Unesco tarafından dünya mirası ilan edilmiş. Otelde kahvaltımızı yapıyoruz.ve on dakikalık bir yürüyüşle gemilerin kalktığı Gateway of India’ya geliyoruz. İki saatlik bir yolculuk yapacağız. Biletlerimizi alıyoruz. Gidiş – dönüş kişi başı 100 rupi. Tekneler dip dibe yanaşıyorlar. Çok büyük olmayan bu tekneler fazla kişi almıyorlar. Görevliler bir tekneden öbürüne atlıyorlar. Bizim teknede neşeli bir üniversiteli grupla ,hocaları var. Hintlilerin bir başka özellikleri de yüksek sesle konuşmamaları. Kimse rahatsız olmuyor. Gemide bizim Hint fakiri dediğimiz türden bir adam dikkatimi çekiyor. Daha sonra onun devletin görevlendirdiği rehber olduğunu anlayıp peşine takılıyoruz. Adaya vardığınızda bir trene biniyorsunuz.10 Rupi.15 -20 dakika yürüyüş mesafesi. Girişte “İncredible India” yazıyor. Çok doğru. Trenden indikten sora dik bir yokuştan çıkarak mağaraların bulunduğu bölgeye geliyorsunuz. Burada da bir giriş ücreti ödüyorsunuz. Yokuş olduğu için tahtırevan gibi düzenekler yapmışlar. Yaşlılar ya da çıkamayacak durumda olanlar buna biniyorlar. Her iki ucunda uzanan tahta kolları arkada ve önde tutan iki Hintli tarafından taşınıyorsunuz. Sağlı sollu değişik heykeller, taşlar, el işlemesi kumaşlar ve turistik objelerin toplandığı bir yolda tırmanıyorsunuz. Çok fazla pazarlık yapılmıyor. Zaten Hindistan fazla pazarlığın yapılmadığı bir ülke. Fiyatlar aşağı yukarı her yerde aynı.. Bu adada ms 450 yıllarından kalma mağaraların içine oyulmuş devasa heykeller var. Eskiden burada büyük bir fil heykeli varmış. Adanın adı buradan geliyor. Bu heykel daha sonra parçalar halinde taşınarak Mumbai’de Victoria Gardens müzesinde birleştirilmiş.

Mağaraların ilkinde anlatılanları dinliyoruz. Tanrı Brahma, Tanrı Şiva’nın heykelleri var. Kadın ve erkek aynı bedende gösterilmiş. Nedeni de ikisinin bir bütün olduğuna dair inançları. Rehberimiz her heykelin hikayesini uzun uzun anlatıyor. Bu arada kendisi ile sohbet etme fırsatını yakalar yakalamaz sorularımı peş peşe sıralıyorum. Mesleği neymiş, neye inanıyormuş gibi. Kendisi ilkokul tarım öğretmeniymiş. Dersinde ne yaptığını sorunca bana anlatıyor. Okulun bahçesinde çocuklarla birlikte pirinç yetiştiriyorlarmış. Sene sonunda da elde ettikleri üründen pilav yapıp velilere sunuyorlarmış. Böylece bir çocuk, bir pirinç tanesinden beslenebileceğini, ama bir pirinç tanesinin ne kadar zor yetiştiğine kendisi şahit oluyormuş. Hindu öğretmen benim de öğretmen olduğumu anlayınca hemen internet adresini veriyor. Bana çalışmalarını anlatan bir yazıyı daha sonra yolladı. Hayat felsefelerine hayran olmamak elde değil. Adada her yerde maymunlar cirit atıyorlar. Ama kızdırmamak lazım. Saldırabiliyorlar.Ayrıca tavus kuşları ve adını bilmediğim ,hindi cinsi değişik hayvanlar görüyorum. Bu ada insanı çok etkiliyor. Sanki tarih öncesinden. Geldiğimiz tekne ile değil başka bir tekne ile dönüyoruz. Akşam dolaşmaya çıktık. Bazı kadınlar tavus kuşlarının tüylerinden yaptıkları yelpazeleri satıyorlar. Gece Mumbai canlı. Akşam Delfi Darbor restorana gidip Hint yemeklerinden yedik. Restoran Müslümanların. Yemekten sonra bir tasta limonlu su geliyor. Ellerinizi yıkıyorsunuz. Herhalde bu yemeğini elle yiyenler için. Otele dönüyoruz. Odamızda Hint filmi seyrediyoruz. Ertesi gün erkenden Dabawallah’ları görmeye gideceğiz. Mumbai’de çalışan binlerce işçinin öğle yemeklerini taşıyan kişiler. Çeşitli banliyölerden çalışmak için Mumbai’ye gelen işçilerin hanımları onlara yemek pişirip sefertasları içine koyuyorlar. Dabawallahlar da bunları alıp üzerine bir işaret koyarak el arabaları ile trene bindirip soğumadan sahiplerine ulaştırmak için koşturuyorlar. Her gün saat on birden sonra Churchgate Tren istasyonu civarında bir koşturma başlıyormuş. Bu kadar çok yemeği nasıl şaşırmadan sahiplerine ilettikleri ayrı bir şaşkınlık konusu. Herhâlde dünyanın en gelişmiş hızlı posta servisi. Hata yapma olasılıklarının çok düşük olması da cabası. Başlarından üçgen biçiminde şapkaları var .Giysileri beyaz. Mumbai’nin kordonundan geçiyor, Chowpatty Beach’i görüyoruz. Deniz temiz olmadığı için artık bu plajda denize girilmiyormuş. Sıra Malabar bahçelerini görmede. Epeyce yukarı çıkıyoruz .Ağaçlar muhteşem. Burada evler bir hayli lüks. Bahçelerde ağaçlar çeşitli hayvan figürleri şeklinde budanmış. Ayrıca çocukların oynaması için ayakkabı şeklinde bir oyun alanı yapılmış. Buradan Mumbai’yi seyrettik. Manzara çok güzel. Aşağıya indiğimizde bir tapınağa giriyoruz. Kapıda tanrılara sunulmak üzere hazırlanmış hakiki çiçeklerden kolyeler var. İbadete gelenler bunlardan alıyorlar. Burada kumaşları işleyen Hintli hanımlara rastlıyoruz. Tapınak yukarıda ,tırmanmak gerekiyor.Sağda solda eskiden bizim aile evi dediğimiz türden evler var. Pencerelerden sarkan çamaşırlar, boyaları dökülmüş binaların arasından bir merdiveni çıkıyor, tapınağa varıyoruz. Bir Hindu tapınağı. Sadece kapıdan bakmamıza izin var. İçerinin resmini çekemiyoruz. Bir Hintli elindeki kaptan döktüğü süt ile bir heykele tapıyor bir yandan da mırıldanıyor Sesi yüksek olan tavanda yankılanıyor.Çok etkilendim. Buradan sonra üniversite binasını görüyoruz. Hint mimarisi ile yapılmış.Gotik tarzda. Mahatma Gandhi’nin yaşadığı eve gidiyoruz. Ev August Kranti meydanında. Ev müze haline dönüştürülmüş. Ayrıca küçük maketlerle Gandi’nin yaşamı ve devrimi anlatılıyor.Sade yaşamı,onun halkıyla ne kadar bütünleştiğini anlatıyor.
. Bu arada kriket oynayanları görebiliyorsunuz. İngilizlerden kalma bir spor. Sokaklarda antika eşyalar çok fazla. Musevi mahallesine gidiyoruz. Antikacıların merkezi. Akşam Mumbai’nin lüks semtlerinden birinde yemek yedik.”Ruby Tuesday”restoran. Son gecenin keyfini çıkarmak istedik. Gece sabaha karşı uçağımız kalkıyor. Gece başlayan yolculuk 31 Ocak günü Dubai Havaalanında süren on altı saatlik bir bekleyişle sürüyor. Oradan bir şubat günü İstanbul’a varıyoruz.

Hindistan kesinlikle birçok kez gitmeyi düşündüğüm bir ülke. Etkisinden kurtulmak zor. Gezginlerin görmesi gereken bir yer.

Bombay’da Bhindhi Bazar’a gitmeyi unutmayın. Biraz tehlikeli ama..

Fort Cochin CHAROT BEACH RESTORAN’ da yiyebilirsiniz.

Pancer Tikka Masala. Murivienna’dan tatmalısınız.

Thiruvananthapuram’da SURYA tekstile uğrayın.