Yılmaz Özdil: Roman

Yılmaz Özdil-2İzmir Kahramanlar’da doğdum. Alsancak’ın kıyısıydı. Önümüz fuar, arkamız “tenekeli mahalle”ydi. Bildiğin tenekeden yaparlardı evlerini… Bilahare, artık tenekede oturmasınlar diye, belediye tarafından apartmanlar inşa edildi oraya… Hadi bakalım, bu sefer de tenekeli-naylonlu mahalle oldular. Çünkü, veletler habire camı çerçeveyi indiriyordu. Gereksiz gördükleri pencereleri tenekeyle kapattılar, gerekli gördükleri pencereleri naylonla kapladılar.
*
Herhangi bir akşamüstü uğrayın… Dördüncü kat balkonunda beygir görebilirsiniz! Faytoncu beygiridir. Kapının önünden araklamasınlar diye, merdivenden çıkarıp, sağlam sağlam balkona bağlarlar.
*
“Roman” demeleri boşuna değildir. Marquez romanlarından fırlamış gibidir tenekeli mahalle… Bienal’dir. Evini mesela, öyle bi yeşile boyar, yeşilin o tonunu renk skalasında bulamazsın. Kapıyı da gider mor’a boyar. Hayal güçleri, sürrealist ressamları bile kıskandırır.
*
Kadınları özgürdür.
Hayatı, kırmızı karanfil gibi takarlar saçlarına.
*
Tantanlar sınırdır, Kahramanlar’la tenekeli mahalle arasında… Tantanlar nedir derseniz? Bariyer inip kalkarken, tan tan tan diye kampana sesiyle uyarır, ki, trenin altında kalmayasın… İşte buna, sizler hemzemin geçit dersiniz, biz İzmirliler tantan deriz. Ve, o zamanki çocuk parkı yoksulluğunda, salıncak gibi binerdik, tenekeli mahalleyle bizi ayıran tantanlara… Ölümle oynamaktan korkmazdık ama, çocuk aklı, ölümüne korkardık, geçmezdik öbür tarafa.
*
Sonra büyüdük azıcık…
Gördük ki, sınır mınır yok aslında hayat coğrafyasında.
*
Döviz yasaktı o yıllarda… Döviz büfesi gibi hizmet verirlerdi. Atatürk Lisesi’nin arkasına park eden faytonculardan çeyrek dolar alır, Amerikalılara ait hastanenin çikolata makinelerine dalardık.
*
Babamın durağı Kısmet Taksi’de araba yıkayıcısı “Ceksın” vardı. Pek meşhurdu. Asıl ismi, Tahir’di. İlkokula bile gitmemişti ama, şakır şakır İngilizce konuşurdu. Nato’da görevli Amerikalılar, onu “Jackson” diye çağırırdı. “Niye?” diye sormuştum. “Bilmom” demişti. Bu ismi kimin, neden taktığını bilmiyorduk ama, Tahir dedin mi, kimse tanımıyordu, Ceksın dedin mi, bütün Alsancak tanıyordu.
*
Türkiye’de henüz spor ayakkabı kavramı bile yokken, hayatımın ilk Converse’ini almıştım Ceksın’dan… Amerikalıları kafalar, üstlerinde başlarında ne varsa alır, dışarda satar, yolunu bulurdu. Taksiciler arasındaki beyzbol kültürünün gelişmesinde büyük katkıları olmuştu. Rahmetli babamdan bana miras kalan beyzbol sopasını da, Ceksın temin etmişti.
*
Yabancı sigara yasaktı. Samsun’dan da odun çıkıyordu. N’aaparsın? Kuruçay’a Hilal’e giderdik geceleri, Marlboro almaya… Memleket Sovyetler Birliği gibi yaşarken, İzmir’in ithalatçılarıydı romanlar.
*
Baktılar ki, müşteri kerizin önde gideni, Johnnie Walker diye, demlenmiş çay satarlardı. Şişeyi öyle güzel boşaltıp, öyle güzel doldururlardı ki, ilk yudumu alıncaya kadar anlaşılamazdı.
*
Az biraz daha büyüdük, orijinal darbukatör baryam’larla tanıştık. İkiçeşmelik’te sanatçı kahvesi’nde takılırlardı. Düğün mü yapacaksın, sünnet mi var, davul, zurna, klarnet, hatta hamamda bayılma numarası yapan ayı, ne ararsan bulunurdu… Urla civarından dansözler gelirdi, sanırsın Ukrayna’dan geldiler, bembeyaz ten, gözler mavi… Romanım diye yemin etseler, bin şahit istenirdi.
*
Lise bitti, gazeteciliğe başladım, gündüz üniversitedeyim, gece çalışıyorum. İstisnasız, her akşam Boğaziçi karakoluna giderdim. Çünkü, Allah sizi inandırsın, her Allah’ın günü Roman vatandaş vukuatı yaşanırdı. Komedi filmlerini andıran, birbirinden renkli haberler çıkardı. Kavga, gürültü, yaygara, gırla… Kullandıkları jargon desen, zaten tam şenlik… İncir çekirdeğini doldurmayacak mevzulardan saç saça baş başa girerlerdi. En güzel tarafı neydi biliyor musunuz? İki saniyede kapışırlar, bir saniyede barışırlar. Dünyanın en önemli meselesiymiş gibi, hakaretlerle bağıra çağıra gelirler karakola, güle oynaya çıkarlar, kol kola… 50 bin Roman yaşıyor İzmir’de, senede 50 bin olay olur, tatlıya bağlanmayanı yoktur.
*
Kedere neşe, öfkeye kahkaha, çileye eğlence katan, hayata gülümseyerek bakan, güzel insanlardır romanlar… Buna rağmen, kelimenin tam manasıyla “öteki”dirler. Dışlanırlar, hor görülürler.
*
Özcan Purçu da öyleydi. Tenekeden çatısı bile olmadı. Naylon çadırda doğdu. Ailece sepet örüp, satarlardı. Annesi bohçacıydı. Elektrikleri, suları yoktu. Tuvalet sokaktaydı. Suyu camiden taşırlardı. Bidonla su taşırken sırtı yara olurdu, dere kenarında yıkanırlardı. Ayakkabısı yoktu. Okula annesinin terliğiyle gitti. Kitap alamazdı. Gazeteleri, yerde bulduğunda okurdu. İlkokula başladığında nüfüs cüzdanı bile yoktu. Liseyi bitirene kadar çadırda yaşadı, mum ışığında, sokak lambasının altında ders çalıştı. Birincilikle bitirdi. Romanların milat’ı olmaya kararlıydı. Okudu, okudu, okudu… Uludağ Üniversitesi kamu yönetimini bitirdi. Kaymakam olmak istiyordu. Bırak kaymakamı, roman olduğu için, devlette işe bile alınmadı. Yazılı sınavları şakır şakır geçiyordu ama, sözlü mülakatlarda eliyorlardı. Baktı olacak gibi değil, Roman hakları mücadelesine başladı. Egeli Romanlar Yardımlaşma Derneği’ni kurdu. Avrupa Konseyi’ne bağlı Avrupa Romanlar ve Göçebeler Forumu’nun Türkiye temsilcisi oldu. Mersin’de 400 roman çocuğun eğitim aldığı etüd merkezini kurdu. Geçen sene bu etüd merkezinden 16 çocuk anadolu lisesini kazandı, 6 çocuk güzel sanatlar fakültesini kazandı.
*
Ve, bu mucize adam, CHP’den İzmir milletvekili adayı.
*
Tenekeli mahallenin sınırında büyümüş bir İzmir çocuğu olarak bütün kalbimle diyorum ki… Demokrasi tarihimiz boyunca hiç kimse Özcan kadar milletvekili olmayı hak etmemiştir. Sadece romanlar için değil… “Umutsuz vaka” haline gelen demokrasimiz için de umuttur.
SÖZCÜ

Leave a Reply

Your email address will not be published.