Yılmaz Özdil: Son Cüret

Mustafa Kemal’in lafı bu.

Milli mücadeleyi böyle tarif ediyor.

“Uçurumun kenarındayız.

Bizi canlı canlı mezara atmak istiyorlar.

Son bir cüret belki kurtarabilir.

Anadolu’ya geçiyoruz” diyor.

12 yıl emek verdim.

İki yılda kaleme aldım.

Milli mücadele kahramanlarına “saygı duruşu” olarak yazdım.

Edebiyat öğretmeni Mustafa Necati’yi, boynuna taş bağlanıp Kordon’dan denize atılan Şükrü beyi, saray’ın prensesiyken Kuvayı Milliye’nin casusu olan Mevhibe’yi, İtalyan kökenli Osmanlı paşası Luigi’nin vatanseverliğini, erkekler korkudan masanın altına saklanırken, yürekleriyle öne atılan Münevver Saime’yi, Şükufe Nihal’i, Hayriye Melek’i, Sabahat Filmer’i, kafası kesilip, sırığa takılarak sokaklarda dolaştırılan Karaosmanoğlu Halit’i, ilk direniş müfrezesi Yiğit Ordusu’nu, Yunan bayrağı asan yobazları köy meydanında asan Bekir Sami’yi, asker kaçağıyken milis komutanı olan, adına türküler yakılan Yörük Ali efe’yi, efe unvanı alan tarihteki ilk kadın Çete Ayşe’yi, zeybek Şerife’yi, efsanevi Çakırcalı’nın yanında yetişen Gökçen efe’yi, Afro Türk mavro Ali efe’yi, mors alfabesiyle tarih yazan Manastırlı Hamdi’yi, karadan denizaltı vuran Müstecip onbaşı’yı, hem kara gözlü hem gözükara Fatma’yı, haysiyetsiz şeyhülislamlar idam fetvaları düzerken, taa Libya’dan yardımımıza koşan mücahit Ahmet Sunusi’yi, Mustafa Kemal’le birlikte idam fermanı çıkarılan Alfred Rüstem Bilinski’yi, milli mücadelenin ilk ve tek deniz şehidi Recep kahya’yı, milli mücadelenin ilk hava şehidi tayyareci Ahmet Fethi’yi, özgürlük yangınını alev alev tutuşturan çakmakçı Sait’i, intihar görevini kabul ederek, vatan için kendini havaya uçuran Yusuf çavuş’u, İstanbul’da utanmadan İngiliz Muhipleri Cemiyeti kurulurken, İngilizlere karşı bize omuz vermeye gelen Iraklı Arap aşiret lideri Uceymi Sadun paşa’yı, aslanlar aslanı Topkapılı cambaz Mehmet’i, Özbekler Tekkesi’ni, ne mutlu Türküm diyene’nin vücut bulmuş hali zenci Musa’yı, Alevi Bektaşi dergahı Şahkulu’nu, İzmir Kemeraltı’nın sembolü benzinci kör hafız’ı, taa Güney Amerika’ya, şeytan adası olarak bilinen Fransız Guyanası’na mahkum olarak gönderilen “Türk kelebek” polis Cemil’i, “silahın yoksa bile yerden üç taş alıp düşmana atacaksın” diyen Denizli müftüsü Ahmet Hulusi efendi’yi, erkek silah arkadaşlarını kurtarmaya gayret ederken şehit olan tayyar Rahmiye’yi, dağbaşında laboratuvar kurarak, aşı ve serum üreten hekim Zekai Muammer’i, Laz muhafız birliğinin milis yarbayı topal Osman’ı, raylardan kılıç yaptıran albay Behiç’i, Kuvayı Milliye’nin mehter takımını, Türkiye tarihinin ilk İstiklal Madalyası’nı alan 12 yaşındaki kız çocuğu Nezahat’ı, İstiklal Madalyası verilen ilk ve tek yabancı Hans Tröbst’ü, Hazreti Hamza’nın kuvvetinden, cesaretinden ilham alan Hamza Grubu’nu, İngiliz Kemal’i, gavur Mümin’i, henüz 12 yaşında şehit düşen İsmail’i, henüz 13 yaşındaki çocuk gaziler Osman, Tevfik ve Cemal’i, kutsal emanetleri İstanbul’a getiren Medine kahramanı Fahrettin paşa’yı, sözde aydınlar İstanbul’da tir tir titrerken Anadolu’ya geçen şair Mehmet Emin Yurdakul’u, Yusuf Akçura’yı Samih Rifat’ı, savaşın ortasında Ankara’da Shakespeare sahneleyen Otello Kamil’i, İnebolu üzerinden gelip Mustafa Kemal’le tanışan Nazım Hikmet’i, feminist Müfide Ferit’i, TBMM binasına giren ilk kadın Berthe Gauilis’i, İstiklal Madalyalı Ermeni yurttaşımız Arman Pandikyan’ı, padişahın doğumgünü kutlanırken toprağa verilen Gördesli Makbule’yi, dünyanın ilk siyahi savaş pilotu, Nijerya kökenli Afro Türk Ahmet Ali’yi, çılgın dadaş Nafiz Kotan’ı, Mustafa Kemal’in manevi babası İsmail Fazıl paşa’yı, Kazım Karabekir’in Gürbüz Çocuklar Ordusu’nu, ayrı ayrı 22 defa mermi ve şarapnel yarası alarak gazilik rekoru kıran Kemalettin Sami paşa’yı, son şehitlerimiz Akşehirli Mehmet, Antalyalı Hakkı, Nevşehirli Ahmet’i ve daha nicelerini…

Eğer bugün bu topraklarda özgür insanlar olarak yaşıyorsak, etnik kimliğimizle, dinimizle mezhebimizle var isek, bunu borçlu olduğumuz kahramanlarımızı asla unutmayalım, daima saygıyla, rahmetle, minnetle analım diye yazdım.

Vatan hainlerini hatırlayalım diye yazdım.

Kambur İzzet’i, sarıklı kadı Sait molla’yı, Orient Ekspres’le kaçan damat Ferit’i, “göğsümde iman, başımda Kuran” diyen İngiliz tetikçisi Anzavur’u, servetini ihanete harcayan Agop Hırlakyan’ı, “Yunan ordusu halifenin ordusudur” diyen müftü Ömer Fevzi’yi, karakteri lakabı olan nemrut Mustafa’yı, Pontus’un finansörü Giresunlu fındık tüccarı Konstantinides’i ve daha nicelerini, unutmayalım diye yazdım.

Kara Jumbo’yu, tekke kurarak kendini tarikat şeyhi ilan eden istihbaratçı John Bennett’i, Kuvayı Milliye’ye karşı mücadele veren gerçek James Bond’u, Kurtuluş Savaşı’nda İstanbul’da Amerikan elçiliğinde görevli olan, 1953’te CIA başkanı olan Allen Dulles’i, ölene kadar İstanbul’da yaşayan sevgilisi Betty’i, terörist Soğomon Tehliryan’ı, suikastçı Mustafa Sagir’i…

Kanımızı içmek isteyen Kalafatis’i, Beyoğlu’ndaki kilisesini karargah olarak kullanan rahip Frew’yu, Monte Carlo’da kumarhaneleri olan Basil Zaharoff’u, çöl kraliçesi Gertrude Bell’in öğrencisi binbaşı Noel’i, Massachusetts’te eğitilip Sivas’a gönderilen Mary Louise Graffam’ı, Elazığ doğumlu Annie Allen’ı, işgal günlerinde yaptıklarını unutup, Akp döneminde Türk bankasını satın almasına göz yumulan National Bank of Greece’i…

Gençlerimiz öğrensin, bilsin diye yazdım.

Tyrannosaurus’u ilk bulan kişi, dünyanın en ünlü dinozor avcısı Barnum Brown’un niye Ankara’ya gelerek, illa Mustafa Kemal’le görüşmek istediğini, Çerkez Ethem’le Hollywood yıldızı Audrey Hepburn’ün alakasını, dünyanın en şöhretli armatörü Aristotle Onassis’le Makbule adıyla büyütülen kızın akrabalığını, Yunan kralı Aleksandros’u öldürerek, Konstantin’in tahta çıkmasını sağlayan maymun Moritz’i, tahrip taburlarının komutanı prens Andrea’nın aslında kimin kayınpederi olduğunu, Yunan başkomutanının Battal Gazi’ye neden özendiğini, Nobel Edebiyat Ödülü sahibi İngiliz şair Rudyard Kipling’in Yunan istihbaratına nasıl çalıştığını, Ayasofya’yla Philadelphia bağlantısını, Aslan Yürekli Richard’la İzmir’in bağlantısını, filo komutanıyken, Boğaz’daki şehir hatları vapurunda kaptanlık yapmaya başlayan Rus amiralini, dünyanın en ünlü votka markası Smirnoff’un milli mücadele dönemindeki rolünü, ABD’de köleyken, işgal yıllarında İstanbul’un gece hayatına damgasını vuran Frederick Bruce Thomas’ı, İnebolu’da yurtsever kızlarımız Nilüfer’le Feride’nin hikayesini kaleme alan İngiliz kadın yazar Ann Bridge’i, hem işgal subaylarının, hem de Kuvayı Milliyecilerin konakladığı oteli işleten Avusturyalı madam Tadia’yı, Türk milleti canını ortaya koyarak varolma mücadelesi verirken, maaşlarına zam yapılan sultan Abdülhamid’in ikballeri Peyveste, Fatma, Behice ve Naciye hanımları…

Tee Myanmar’daki Türk esirlerini, Kuzey Buz Denizi’ndeki esir kamplarında zemin beton gibi buzla kaplı olduğu için kışın vefat ettiğinde depoya konulan, anca ilkbaharda toprağa verilebilen evlatlarımızı, Sibirya’dan firar edip, dünya üzerinde tur atarak, ABD üzerinden İstanbul’a dönüp, milli mücadeleye katılan İhsan Latif paşa’yı, Sibirya meleği Else Brandström’ü, Viladivostok’tan gemiyle getirdiği Türk esirlerini aylarca Yunan ordusuna teslim etmeyen Japon kaptan Çomora’yı…

Sovyet elçisinin bile bilmediği Akşehir’deki Rus köyünü, Kuvayı Milliye’yle Coca Cola arasında yaşanan krizi, hangi şehirlerimizde İngilizlere “petrol arama” ruhsatı verildiğini, Kurtuluş Savaşı’nın göbeğinde yaşanan yedi büyüklüğündeki Soma depremini, koronavirüs salgını gibi tüm dünyayı kasıp kavuran İspanyol gribi’nin Osmanlı’nın kaderini nasıl değiştirdiğini, habire Ermeni tehcirinden bahsedilirken, kendi vatanımızda nasıl soykırıma uğradığımızı…

Hayretle okuyun diye yazdım.

Yunan’a esir düşen 22 bin Türk’ün çektiklerini, bugün Türk vatandaşlarının turist olarak gitmeye bayıldığı Yunan adalarındaki esir kamplarında yaşanan trajedileri, Yunan adasında esir olarak dünyaya gelen ve “ada” ismi verilen kız bebeğimizin öyküsünü…

Siz nasıl okursunuz bilmem, ben ağlayarak yazdım.

Açlıktan kedileri yemek zorunda kaldığımız Antep’i, Maraş, Urfa’yı, Adana’yı, iki yaşındaki bebelerimizin süngü ucuna takılarak dolaştırıldığı Aydın’ı, 10 yaşındaki kızlarımızın ırzına geçildiği köylerimizi, bebelerimizi emzirmesinler diye meme uçları kesilen kadınlarımızı, camiye doldurularak diri diri ateşe verilen, pencerelerdeki demir parmaklıklara parmakları yapışan çocuklarımızı, şehitliklerimize dışkılanan Çanakkale’yi, hela çukurlarına atılan Kuran’ı Kerim sayfalarını, sırtımızdan hançerleyen Çapanoğlu, Koçgiri, Konya ayaklanmalarını, Bizans tekfurunun kızıyken Orhan Gazi’yle evlenerek Nilüfer adını alan Holifera’nın kabrine atılan dinamitleri… Akılalmaz nefreti, zulmü yazdım.

Hasan Tahsin’e adadım.

Hasan Tahsin’in bağımsız ruhuna.

Önsözü değerli ağabeyim Uğur Dündar tarafından yazıldı.

Değerli arkadaşım Salih Yavuz’un yayınevi, Sia Kitap tarafından basıldı.

Aslında 400 bin adetle çıkacaktık. Ön siparişte, tarihte görülmemiş bir rekor kırıldı, 430 bin talep geldi. Piyasaya çıkmadan tükendi. Piyasaya çıkmadan ikinci baskıya girdik, 500 bin adetle raflardayız.

Onca iftira, onca karalama, onca organize linç kampanyasına rağmen, bana ve yazdıklarıma böylesine sahip çıkan, henüz yayınlanmadan rekor kırdıran siz değerli okurlara, yürekten teşekkür ederim.

38 yıllık gazetecilik kariyerimi ortaya koyarak, milli mücadeleyi bugüne kadar böyle okumadığınızı, gönül rahatlığıyla iddia ederim.

12 yıl emek verdim.

Elinizden bırakamadan 12 saatte bitirebilme duygusuyla okursanız, kendimi başarılı sayarım.

 

‘SON CÜRET’ KİTABINI HEMEN ALIP OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ