Beste Serim Erbak: Orta Doğu’nun Güzel Ülkesi Lübnan بلد جميل في الشرق الأوسط ، لبنان مدينة متعبة ، بيروت Bekaa’nın Tanrıları

Rehberimiz arabasıyla sabahın erken saatlerinde bizi almaya geldi. Biner binmez de kendi Wİ-Fİ şifresini bizimle paylaştı. Böylece o yanımızda olduğu sürece internete erişiminde bir sorun yaşamayacağız.

Bugün, Beyrut’a 85 km mesafede, ülkenin kuzey doğusunda, Suriye sınırına çok yakın, 1984’te UNESCO Dünya mirasları listesine giren, eşsiz, gizemli,paha biçilmez Baalbek (Heliopolis, Güneşin Kenti) Antik Kentini göreceğiz. Lübnan’da gideceğiniz yer kilometre açısından fazla değilse bile, yolların dar, dolambaçlı, genelde dağ tırmanıyor olması ve yerleşim alanlarının sıklığından doğan yoğun trafik nedeniyle, hız yapılamıyor, hedefe varmak oldukça zorlaşıyor, zaman alıyor. Sonuçta Beyrut’tan ayrılıp yapılacak her gezi için bir tam gün ayırmak gerekiyor.

Yaklaşık bir saat sonra, Al Murayjat yolunu takip ederek, ormanlarla kaplı dağlardan geçip Bekaa vadisine (El Beka) varmadan, “ Jaber & Jaber Sons” (Dairy Farm)adlı bir mandıra ve restoranda kahvaltı molası verdik.1951’den bu yana hizmet veren kuruluşun Beyrut’ta da şubesi bulunuyormuş. Yakınlardaki çiftliklerden gelen süt ürünlerinden yapılmış birçok yiyeceğin satıldığı bu yeri, içine peynir sarılmış, sıcacık ince dürümünün lezizliği ile hatırlayacağım. Rehberimiz Bay Abou 70 yaşın üzerinde iri yarı, yaşına göre çok dinç ve hareketli biri. Derdini anlatır İngilizcesiyle Lübnan halkı ve yaşamı hakkında açıklamalar yapıyor.

Kanada’ya göç eden bir oğlu varmış. Birçok Lübnanlı genç geçimlerini sağlayabilmek için Kanada’ya yerleşmiş. Ancak tatillerde ülkelerini ziyaret ediyorlarmış.
Vadi göründü. Girişine sarı taş döşeli kemer şeklinde üç gözlü büyük bir kapı yapılmış. Sisle kaplı yeşil vadinin büyülü görüntüsü oldukça güzel
ve bir o kadar da gizemli. Asi Nehri’nin doğduğu  Roma imparatorluğu döneminden bu yana önemli bir tarım ve hayvancılık bölgesi olan vadi, kendine has ekosistemiyle, çeşitli meyve ve sebzelerin bolca yetiştiği verimli topraklara sahip. Baalbek’e varmadan yolun solunda etkileyici renklerin, ince süslemelerin
hâkim olduğu iki minareli bir cami dikkatimi çekiyor. Sayyide Khawla Camii. Etrafı metal duvarlar ve tel örgüler ile kapatılmış. İran mimarisinin
kullanıldığı cami oldukça büyük ve heybetli. Burada İmam Hüseyin’in kızı ve Hz Muhammet’in torununun torunu Seyyide Havle’nin türbesi bulunuyor. Baalbek’e varıyoruz. Antik Kent ile yeni yerleşim alanı yan yana.

Dünyanın en görkemli tapınak şehri olan Baalbek, M.S III. yüzyıl Roma İmparatorluğu zamanında, Roma’dan sonra en kutsal şehir olarak kabul ediliyormuş. Tanrı Jüpiter’in emanetlerini koruduğuna inanılan şehir, iki yüzyıldan fazla bir sürede inşa edilmiş olan devasa yapıları, tapınakları barındırıyor. Bu güzel eserler sırlarıyla birlikte öylece ayakta duruyor tarihe meydan okuyor. 5 bin yıllık geçmişi boyunca birçok medeniyete ev sahipliği yapan, eski
bir Fenike şehri olan Baalbek’in antik kenti, tanrılara adanmış üç büyük tapınağı ile olağanüstü bir mimari sergiliyor. Baküs, Jüpiter ve Venüs Tapınakları. Bu yapıların inşası sırasında inanılmaz devasa taş bloklar kullanılmış. Bilim insanları bile eserlerin nasıl yapıldıkları konusunda yaptıkları açıklamalarda yetersiz kalıyorlar. O zamanki tekniklerle bu boyuttaki taşların çıkarılmaları, kesilmeleri, taşınmaları ve kaldırmalarını anlatmak gerçekten çok zor. O dönemlerde insanların hac görevlerini yerine getirilebilmeleri için bu üç tapınağı ziyaret etmeleri gerekirmiş. Şehirde Fenike inançlarının, Greko- Romen tanrılarıyla birleşmesi, özgün ve ihtişamlı bir mimari anlayışın ortaya çıkmasına neden olmuş. Kent depremler ve çeşitli istilalar sonucu epey hasar görmüş..

Burayı ele geçiren her güç kendi inançları doğrultusunda bir takım değişiklikler yapmış. Örneğin İmparator Theodosius Pagan heykellerin tümünü kırdırmış. İmparator Jüstinyen (527-565) İstanbul’daki Ayasofya’yı süslemek için Jüpiter tapınağının sekiz sütununu söktürmüş ve taşıtmış. 637’de Araplar Baalbek’i ele
geçirdiklerinde tapınaklar kaleye dönüştürülmüş. Bölgede Ras el-Ain ve Ain Lajouj adlı iki su kaynağının bulunması nedeniyle ipek yolu üzerinde yer alan şehirde kervanların konaklaması kaçınılmazmış. Bu durum sonuçta tarihte ticaretin gelişmesine ve şehrin zenginleşmesine yol açmış. Diğer gezi yerlerine göre giriş fiyatı yüksek. Tahta bir yürüyüş yolundan geçerek ana girişe ulaşıyoruz. Bilet kulübesinde Lübnan milli kıyafetlerini içindeki kadın maketi ilginç. Kapıda rehberler bekliyor. Eğer isterseniz sizi gezdiriyorlar. Biz önce geziye Jüpiter Tapınağından başladık. Sütun başlıkları devasa ve inanılmaz bir taş işçiliği görülüyor. Merdivenlerden çıkıyoruz.

Tapınağın her biri 20 m yüksekliğinde olan 84 devasa sütunundan sadece 6 tanesi ayakta kalabilmiş. Sütunlar 300 tonluk ağırlıkları ve büyüklükleri ile insanı hayrete düşürüyor. M.S II. yüzyılda inşa edilen Jüpiter tapınağından biraz daha küçük olan Baküs Tapınağı içlerinde en iyi korunmuş olanı.19m uzunluğunda,13m yüksekliğinde ve 6,5m genişliğinde anıtsal bir girişe sahip. Tapınağın yüksek duvarlarından birinde Alman imparatoru II Wilhelm’in burayı ziyareti anısına, Sultan II Abdülhamit tarafından yerleştirilmiş “Osmanlıca” ve “Almanca” yazıların bulunduğu iki mermer kitabe dikkat çekiyor. Tapınağın bir başka köşesine, XV. yüzyılda Memlûkler döneminde bir kule inşa edilmiş, kale valinin ikametgâhı olarak kullanılmış.
Venüs Tapınağı, dairesel Cella’sı nedeniyle “yuvarlak tapınak” olarak da biliniyor. Her köşeyi büyük bir hayranlıkla gezdik. Özellikle o inanılmaz
boyuttaki sütunlar ve taşlar arasında dolaşan insanların minicik kalması bir an için bana “Gulliver Devler Ülkesinde” masalında yaşıyormuş gibi
hissettirdi. Baküs Tapınağının yanında küçük bir müze bulunuyor. Kapıda oturan görevli, elektrik olmadığı için gezemeyeceğimizi söylüyor. Artık bu
konuda tecrübeliyiz. Lübnan’da bu duruma sıklıkla rastlamak mümkün maalesef. Bu antik kent olağanüstü bir yer. Sizi büyülüyor. Uzun süre etkisi altında kaldım.

Çıkışta, hemen karşıda “Taverna Cesar”’a oturup rehberimizin kahve ikramının tadını çıkardık. Her ne kadar “Cesar” yazısının harfleri düşüp eğilmiş olsa da yeşillikler, çiçekler içinde çok şirin bir yer. Karşısındaki manzaraya ise diyecek bir şey yok. Antik şehrin etrafı tellerle çevrilmiş. Tam ortadan ana yol geçiyor. Diğer tarafta da harabeler var ama onu gezemiyorsunuz halen kazılar devam ediyor. Sadece çevresini dolaşıp fotoğraf çekebiliyorsunuz. Harabelere bakan tarihi bir minare dikkatimi çekiyor. Etrafında seyyar satıcılar ve turistleri deveye ya da ata bindirip dolaştırmak üzere bekleyen kişiler var. Ören yeri oldukça büyük bir alanı kapsıyor. Abu bizi ara sokaklarda gezdirdikten sonra yerel takıların,eşyaların satıldığı bir dükkâna götürüyor. Ufak tefek birkaç hatıra
alıyoruz. Hava çok sıcak. Güneş tepemizde. Şimdi sırada tapınakların inşasında kullanılan devasa taşların çıkartıldığı düşünülen tarihi taş ocağını gezmek var. Baalbek’e iki kilometre mesafede, hafif bir tepe üzerinde çukur bir alanda yapılan kazılarda yeryüzünde bulunan en büyük, el ile yontulmuş, kesme, yekpare, Hajjar al- Hibla (Hamile Kadın Taşı)olarak adlandırılan taş bloğu görünce tapınaklardaki dev boyutta taşlar konusunda bir fikir sahibi oluyor insan.

Tam 1.200 ton ağırlığında ve M.Ö 27 yılına ait. Düşünebilmek açısından bu tonaj üç Boeing 747’nin ağırlığından daha fazla. Çevresini dolaşabilmek için epey bir tur attım. Üzerinde minik bir Lübnan bayrağı dalgalanıyor. Yapılan son kazılarda Hajjar al-Hibla’dan bile daha büyük bir yekpare taş blok daha ortaya çıkarılmış. Hala bir kısmı toprak altında bulunan bu taş blok 19,6 metre uzunluğunda, 6 metre genişliğinde ve 5,5 metre yüksekliğinde. Ağırlığı ise tam tamına 1650 ton. Antik Dünyada bu taş blokların nasıl taşındığı ve kaldırıldığı hakkındaki gizem halen sırrını saklıyor. Çevredeki kayalara oyulmuş yerler büyük bir olasılıkla işçilerin barınaklarıymış. Artık bir hayli acıktık. Yolda Lakkıs Rest House’da duruyoruz. Büyük bir yer. Kalabalık grupları ağırlamak üzere organize olmuşlar. Humus ve küçük pideler eşliğinde nefis bir turşu yedik. Fiyatlar yüksek. Anlaşılan turistik bir mekân. Yolun sağında naylonlar içinde mülteci kampları görülüyor.

Lübnan’ın kaderi. Şimdi yolumuz UNESCO Dünya mirasları listesinde yer alan başka bir Antik Kente,sadece tek bir medeniyete, Emevilere ev sahipliği yapmış
Anjar’a (Aanjar – Encer) doğru. Bekaa vadisinde yer alan bu Antik şehir, her ne kadar Baalbek ‘in yanında sönük kalsa da oldukça zarif yapıları barındırıyor. 1939 yılında binlerce Ermeni mülteci bu bölgeye yerleştirilmiş. Halen burada oturuyorlar. Anjar, VIII. yüzyılın başında Emevî, Halifesi Al-Walîd için bir Saray-Kent olarak kurulmuş. Zamanının ticari merkezmiş. 744 yılında Halife Walid’in oğlu İbrahim, kuzeni Marwan ile girdiği savaşı kaybetmiş ve şehir yerle bir olmuş. Bu nedenle lanetli ilan edilip terk edilmiş. Antik şehirde Saraylar, cami, hamamlar, alışveriş merkezi ve dükkânlar bulunuyor. Anjar Antik Kenti 1940’lı yılların sonuna doğru keşfedilmiş. Güzel bir planla yapılmış, zarif bir tarihi yer. Anjar’ı çevreleyen surlar fazla yüksek değil. Girişte sizi hemen geniş bir cadde karşılıyor. Kahverengi, kırmızı, sarı tuğlalar ve taşlarla örülmüş kemerli kapılar, ince taş döşeli yollar. Fazla geniş olmayan uzun sütunlar ve sakin doğa size eşlik ediyor. Vadideki bağları güzel şaraplara dönüştüren, ülkenin en eski şarap mahzenini ziyaret edeceğiz. Chateau Ksara “Caves de Ksara”1857’den beri faaliyet gösteren bir yer. Cizvit rahipleri tarafından kurulmuş. Daha sonraları 1973’te Lübnanlı bir iş adamı tarafından işletilmeye başlanmış. Yeşillikler arasında güzel bir terası olan muhteşem bir yer. Kaliteli ve tanınmış şaraplar üretiliyor. İstenilirse bir rehber eşliğinde yapılış şekillerini görebiliyor, satınalabiliyorsunuz. Çeşitli ödüller almışlar. Zemini tahta döşeli terasta peynir tabağı eşliğinde, bağları seyrederek keyif yapmak iyi geldi doğrusu.