Beste Serim Erbak: “SalutareRomânia” Bükreş – Bucureşti

“SalutareRomânia”
Bükreş – Bucureşti
Bölüm I 2017
Türkiye’ye yakın olduğu için nasıl olsa istediğimiz zaman gidebiliriz düşüncesiyle bu güzel ülkeyi görmekte geciktik. 2017’nin Temmuz ayında ani bir kararla yaz tatilimizi burada geçirmeğe karar verdik. Birlikte çalıştığım Romen öğretmen arkadaşım Roxana ve Fransa’daki bir eğitim sırasında dost olduğum Simona bu kararımı duyunca çok sevinip ülkeleri hakkında birçok bilgiyi benimle paylaştılar. Romanya’ya yıllar önce seyahat edenler ülke için pek hoş şeyler söylememiştiler. Ama bana göre ülkeyi tek bir kelime ile ifade etmem gerekirse uygun sözcük “Mükemmel” olur.

Romanya topraklarının tarihi çok eskilere dayanıyor. Hatta Dünyadaki en eski insan fosillerine burada rastlandığından bahsediliyor. İlk olarak bu topraklarda yaşayan halk Traklar, Daçya Krallığını kuruyorlar. O zamanlar Traklar bugün Türkiye’de Trakya denilen bölgede yaşamaktaymışlar. Trakya adı da buradan geliyormuş. Trakların Roma imparatoru Trajan’a yenilmeleri burayı bir Roma eyaleti yapmış. Altın ve gümüş madenleri açısından çok zengin bir yer olduğu için Romalıların gözdesi haline gelmiş. Romalıların buraya yerleşmesi Latincenin yaygın olarak kullanılmasına neden olmuş. Bugün ülkede konuşulan Romencenin Latinceden fazlasıyla etkilenen bir dil olmasının medeni buymuş. Daha sonra Gotların istilası ile Romalılar bölgeden çekilmişler. Birçok kavim tarafından kuşatılan ülke Hunların egemenliğine girmiş. Macar, Peçenek, Tatar ve Kumanlar tarafından da istilaya uğramışlar. Romenler kendilerine ait devleti ancak XIV. yüzyılda kurmayı başarmışlar.

XV. yüzyılda Osmanlı Devleti buralara hakim olmuş. Bu dönemde Eflak Beyliği Voyvodası, tarihte Kazıklı Voyvoda olarak bilinen III.VladTepeş zalimliği ile ünlenmiş ve Osmanlı Devletine isyan etmiş. Daha sonra onun zalimliklerini anlatan “Dracula”adlı roman BramStoker tarafından 1897’de yazılmış. Ve Kont Drakula isminde birçok film çevrilmiş. Daha sonra bu hikâye Romanya’nın en büyük turizm gelirinin nedeni olmuş.93 harbinde Osmanlıların Ruslara yenilmesi sonucu Romenler bağımsızlıklarını elde etmişler. Ancak 1947’de Kızıl Ordu burayı işgal edince ülkenin yönetimi Ruslara geçmiş ve Komünist Romanya Halk Cumhuriyeti kurulmuş.1967’de Diktatör Nicolay Çavuşesku Romanya’nın devlet başkanı olmuş. 1989’da devrim ile Romanya demokrasiye geçmiş. 25 yıl hüküm süren Çavuşesku döneminde ülkede derin izler bırakan üzücü olaylar gerçekleşmiş.

O dönem halkın çoğunluğu oturdukları evlerinden çıkartılarak, tek odalı apartman dairelerine yerleştirilmiş. Bükreş’te gezerken bu apartmanlar dikkatinizi çekiyor. En üst katlarına reklam almışlar. Anlaşılan şimdilerde gerçek dünyaya dönmüşler. Ünlü parlamento binasını yapabilmek için kiliseler ve 30.000 civarında ev yıktırılmış. Gece dolaştığınızda acaba evlerde insanlar yaşamıyor mu diye düşünüyorsunuz. Hiçbir ışık görülmüyor. Bunun nedeni hala Komünizmden kalma alışkanlıklarmış. Lamba bir odada yanıyor ve onun etrafında toplanıyorlar. O dönemde halk karne ile yiyecek içecek alırmış. Çavuşesku halkın isyanları sonucunda karısı ile birlikte kurşuna dizilmiş. Ülkenin demokrasiye geçişi oldukça yakın tarihe dayanıyor. Bugün Devlet Başkanı KlausIohannis.

PegasusHavayolları uygun fiyatlarla uçuş yapıyor. İzmir’den 19 Temmuz sabahı 06.55’te başlayan yolculuğumuz İstanbul aktarmalı olarak 11.35’te Romanya’nın başkenti Bükreş şehri HenriCoandă Uluslararası Havalimanı’na inmemizle son buluyor. İstanbul’dan uçuş yaklaşık bir saat. Binmemizle inmemiz bir oluyor.İzmir-İstanbul uçuşu gibi.

1910’da ilk jet motorlu uçağı yapan Romen kâşif mühendisin adı Havalimanına verilmiş. Çok büyük bir yer değil. Pasaporttan kolayca geçiyoruz. Türkiye’den kiraladığımız arabaya ulaşmak için bir servise biniyoruz. Bu servis kiralama şirketine ait. Çok düzenli çalışıyorlar. Havaalanına bir kilometre uzaklıkta güzel bir büroda arabayı teslim alıyoruz ve Romanya maceramız başlıyor.

Trafiğin iyi olduğu söylenemez. Araba kullanmak ilk etapta oldukça zor geliyor. Bazı kurallara uyuluyor ama genelde ani hareket ediyorlar. Dikkatli sürmek gerek.
Havalimanı Bükreş merkeze 18 km.uzaklıkta. Önce para bozduruyoruz. Para birimi Romen Lei.(Ron) Kâğıt paralar şeffaf ve plastik gibi bir maddeden. Tuhaf geliyor. Romenler her ne kadar Avrupa Birliğine üye olsalar da kendi paralarını kullanıyorlar. Sadece otel ödemelerinde € kullandık.Hatta buralarda bile çoğu ödemeyi kendi para birimlerinde yaptık. Ülkede her yerde kredi kartı kullanamıyorsunuz. Parayı peşin istiyorlar. Döviz bürolarının Romence adı”Amanet” bizim “emanet” sözcüğümüze benziyor. Birçok yerde bulabiliyorsunuz. Ama dikkat etmek gerek pazar günleri açık değiller.

Arabamızla yemyeşil caddelerde ilerliyoruz. Sağlı sollu ulu ağaçlar sıralanmış. Şehir nefes alıyor.”DrAna Aslan” (1897-1988 yılları arasında yaşamış Gerontolojide -Yaşlanma sürecini araştıran bilim dalı- dünyada öncü olan bir Romen bilim insanı.) güzellik ürünlerinin reklamını görüyorum. Ayrıca birçok Türk markasının reklamı. Anlaşılan burası Türkler için iyi bir pazar olmuş.

Otelimiz Bükreş merkezde Cornelia caddesinde”CherieBoutique Otel”. Bahçenin içinde beyaz tonların hâkim olduğu eski bir yapı. Belli ki çok iyi bir restorasyon görmüş. Zaten buradaki evlere bayıldık. Hepsi birbirinden güzel.Ama çoğu hala bakım bekliyor. Hemen önünde park yeri var. Bu önemli çok zira Bükreş’te park yeri bulmak hiç kolay değil. Odalar ferah.Yerleştikten sonra bahçeye inip karnımızı doyurmak istedik.Yemekler güzel ama su fiyatları çok yüksek.İnanamadık.Burada “Sudan ucuz.” lafı geçerli değil. Romanya seyahatimiz boyunca su içebilmek için hatırı sayılır paralar ödedik.

Garson “Türk’üz” deyince hiç şaşırmadı. Anlaşılan Bükreş’e gelen Türk turist sayısı çok fazla. Karnımızı doyurduktan sonra ilk olarak görmeyi hedeflediğimiz Parlamento Sarayına gitmek istiyoruz.Bükreş’e iki gün ayırdığımız için vakti iyi değerlendirmek gerek. Pentagon’dan sonra Dünyanın ikinci büyük parlamento binası. Diktatör Çavuşesku gücünü göstermek adına bu binayı yaptırmış. Halkına seslendiği devasa balkon dikkat çekiyor. Çavuşesku’nun halkın sefalet içinde olmasına karşın zenginlik simgesi olan bu sarayı yaptırması herkesin ondan biraz daha fazla nefret etmesine neden olmuş. Ancak bu devasa yapının keyfini sürememiş. Bilindiği gibi yargılanmış ve karısı ile birlikte idam edilmiş. Bina Unirii bulvarında. Bu cadde Paris’in “Champs–Élysées” sine benziyor.Zaten şehre küçük Paris diyorlarmış. Daha sonra zafer takını görünce böyle söylenmesinin nedenini anladım.
Bükreş, Tuna nehrinin bir kolu olan Dambovita ırmağının geçtiği bir şehir. Parlemento binası Bükreş’in birçok yerinden görülebiliyor. Eyfel misali. Yapımına 1983’te başlanmış ve 1989’da bitirilmiş.48m.yüksekliğinde. Asıl ilginç olanı binanın buzdağı gibi yer altında da yapılanması. Aydınlatma için 3500 ton kristal kullanılmış.700 mimar ve 20.000 işçi binanın yapımında çalışmış.1100 odası olan yapının 40 asansörü bulunuyor. Az bir kısmı rehber eşliğinde gezilebiliyor.

Buradan Herăstrău Parkı içinde bir Açıkhava müzesi olan DimitrieGusti Ulusal Köy Müzesine (MuzeulSatului) gidiyoruz. 1936 yılında açılmış. 10 hektarlık bir alana yayılan müze, 17. ve 20. yüzyıl arasında inşa edilmiş otantik köy yapılarını barındırıyor. Ülkenin farklı yörelerinde bulunan evler eşyalarıyla hatta bahçe düzenleriyle birlikte buraya taşınmış.

Romanya’nın köyevlerini geziyor, girişlerinde bulunan açıklamalardan hangi yöreye ait olduğu, orada oturmuş kişiler hakkında bilgi sahibi oluyorsunuz.
Çok güzel bir yer. Şimdiye kadar böyle bir yer gezmemiştim. Sadece evler değil tahta kiliseler ve değirmenler… Masal dünyası gibi. Bizim Karadeniz yöresinin evlerine benzer tahta evler. Değişik çatılar.
Birçok yöresel el işlerini de görmek mümkün. Girişte tüm bunların satıldığı bir mağaza bulunuyor. Ağaçların arasında muhteşem bir müze.Tahta kiliseyi gezdiren Romen bayanla bir hatıra fotoğrafı çekiliyoruz.
Acaba diyorum böyle bir müze bizim ülkede yapılmış olsa kaç hektar arazi gerekirdi. Güzel olan asıl şey bu evlerin sanki içinde hala yaşanıyormuş gibi canlı olması. Bahçelerine ekilmiş çiçekler, sebzeler, inanılmaz. Tüm gününüzü burada geçirebilirsiniz.

Sonuna kadar yürürseniz Herăstrău Parkına geçiyorsunuz. Park,şehrin kalbinde halkın gezip dolaşacağı dinleneceği nefes alacağı bir yer.Herăstrău gölünün çevresine kurulmuş.
İşin içine göl de girince burada gezinti yapan gemiler olması kaçınılmaz.1936’dan beri açık olan parkta biz de gemiye binip bir göl turu yapıyoruz. Sakin hoş bir tur. Huzur veriyor. Daha sonra yürüyoruz. Çıkışta aslında girişte” Hard RockCafe” yi görünce bir kahve içelim diyoruz. Malum tüm ülkelerin başkentlerinde bu kafelerden var.

Hava yavaş yavaş kararmaya başlıyor. Bu akşam yemeği “Hanu’luiManuc” restoranda yiyeceğiz. Restoranın giriş kapısının hemen sağında Garanti bankamatiğinin olması ilginç.
Restoran mükemmel eski bir yapı.1804’de Ermeni tüccar EmanuelMarzaian ‘ın yaptırdığı bir han.1812 yılında Türk-Rus savaşının sona ermesi görüşmeleri ve barış antlaşmaları bu handa yapılmış. Türk, Bulgar ve Yunanlı tüccarlar Transilvanya’ya giderken burada konaklarlarmış.

1857’de aydınlatma ilk defa burada yapılmış, lambalar kullanılmış. Bina şimdi restoran ve otel olarak hizmet vermekte. Bükreş’in en popüler mekânlarından biri. Hanın ortasındaki bahçe masalar ile dolu. Rezervasyon yaptırdığımız halde oturabilmek için kapıdaki kuyrukta bir süre beklemek zorunda kaldık.
Ama buna değdi. Çok güzel bir ortam. İyi bir aydınlatma ve dekor. Bir tarafta kızaran etler, diğer tarafta sahnede Romen folkloru. Yemekler enfes. Bir hayli keyif aldık. Eminim burada konaklamak ayrı bir zevk olurdu. Gecenin sonuna doğru yanımıza yaklaşan Romen ekip Türk olduğumuzu anlayınca “Üsküdar’a giderken ”şarkısını çalıp söylüyor. Ne hoş.

Menü kartındaki resimlerin altında bulunan yazıları Romen arkadaşım çevirdi ama ben pek yazmak istemiyorum.
Ertesi sabah kahvaltı yapmak için yer aramaya başlıyoruz. Ara sokaklardan ana caddeye ulaşmak isterken Romanya Merkez Bankasının karşı çaprazında “Antiques&Handmade” yazısı dikkatimizi çekiyor ve siyah taş binaya giriyoruz. Üst katta şehir kütüphanesi bulunuyor.Binanın giriş katında el örgüsü şapkalar,örtüler ve daha birçok şey, içerdeki kubbeli kısımda ise antika objeler satılıyor. Girişte, yerlerdeki taşlarda iskambil kâğıtları orijinal. Tavandaki eski işlemeler çok yıpranmış ama hala muhteşemler.

Ertesi gün ReginaElisabeta bulvarında”La mama”restoran hoşumuza gidiyor.Kahvaltı çeşitli ve leziz. Yumurtanın yanında kırmızı pancar getirilmesi pek alışık olmadığımız bir tat. İçerisi çok güzel, tarihi ama hava sıcak olduğu için dışarıda oturmayı tercih ettik.Daha sonra cadde boyunca yürüdük. İzmir’de eskiden binilen troleybüs burada hala işliyor. Oldukça yıpranmış ama hoşuma gitti. Öğrencilik yıllarımı hatırladım.

Ana caddeden dar sokaklara dalındığında, binaların yerleşmiş restoranlar avlu içinde orijinal ve güzel dekorlara sahip. Bir tanesi o kadar ilgimizi çekiyor ki hemen içeriye giriveriyoruz. Çiçekler içinde. Tahta malzemenin bolca kullanıldığı restoran kırmızı, pembe sardunyalar ile harika gözüküyor. Burada da bir sahne var. “Terasa Doamnei”.Her noktada bir güzellik, bir ferahlık. Akşam yemeği için burası tercih edilebilir.
Ağaçların arasında Rus Kilisesi”BisericaSfantuNicolae”bütün ihtişamıyla yükseliyor. Kilisede yenileme çalışmaları yapılıyor. Eski şehirde bulunan erken Neo-Romen stildeki yapı altın rengi çatısıyla insanı büyülüyor.

Üniversite Meydanı ile Unirii Meydanının kesiştiği yerde Bükreş’in ilk hastanesi “Coltea” bulunuyor.Heybetli bir yapı.Binanın dış cephesinde kırmızı beyaz taş süslemeler dikkat çekiyor. Hastane 1704’te yapılmış.
İlk bakışta buranın bir hastane olabileceğini düşünemiyorsunuz. Yapı o denli değişik.Hastanenin önünde Mihail Cantacuzino’nun heykeli yükseliyor. Hastanenin kurucusu. Avrupa’nın en eski ve soylu ailelerinden. Kökü Bizans’a kadar uzanıyormuş.
Hastane halen hizmet veriyor. Hastanenin yanında da bir kilisesi var.

Yürümeye devam ettiğimizde Cantacuzino Sarayı bizi renkli güzel süslemeleriyle karşılıyor.1833-1835 yılları arasında yapılmış.Yapı ilk başlarda yüksek sosyetenin toplandığı bir yermiş. I.Dünya Savaşında Almanlar tarafından kullanılmış.Şimdi ünlü Romen kemancı George Enescu müzesi.Hakikaten zarif ve iç açıcı renklerin kullanıldığı bir saray.Özellikle girişi çok orijinal.

Eski şehrin caddesi Lipscani’de ilerliyoruz taş binaların görünüşleri harika. VladTepes’in nam-ı değer Drakula’nın saray kalıntılarının yanında Bükreş’in en eski kilisesi Saint Antoine yer alıyor.1559’da Mircea Ciobanul tarafından yapılmış bir Ortodoks kilisesi. 1847’deki yangından sonra kilise neo-gotik tarzda onarılmış. Çok güzel bir taş işçiliğine sahip. Demir parmaklıklar ile çevrilmiş bahçe içinde dini yapılar ayrı ayrı gezilebiliyor. Saint-Dumitru Posta kilisesinin kapısının üzerinde buraya ait bilgiler yazıyor.
Nereye gidersem gideyim, rögar kapakları hep dikkatimi çekmiştir. Şehrin tarihini yansıtır… Bükreş’in Arnavut kaldırımı şeklinde döşenmiş sokaklarındaki kapakları incelemek ayrı bir güzellik.

Tam ortada yerel yemeklerin yapıldığı bir restoran görünce hemen içeri dalıyoruz.”Taverna Covacı” Romen el işi örtüleri ile süslenmiş, karanlık bir yer. İçeriye ağır bir koku yayılmış.Çorba fena değil.Romen mutfağı çok zengin değil ama çorbaları ayrı bir yere koymak lazım, nefis lezzetler.”Ciorba de burta” İşkembe çorbası. Özellikle ekmek içinde sunulan sebze çorbasını mutlaka tatmalı.

Yemekten sonra yine yola koyuluyoruz.Rengârenk bir kilise ilgimi çekiyor.Ulusal Sanat Müzesinin yakınında Stavropoleos Manastırı. Aziz Saint Michel ve Gabriel’ e adanmış.1724’te yapılmış bir Ortodoks Kilisesi. Barok stilde yapıldığı her köşesinde bulunan süslemelerden anlaşılıyor.
Stavropoleos sokağının sonundaki Bükreş’in tarihi restoranı “Caru’cu bere”ye ulaşıyoruz.Restoran mimar ZigfridKofczinski tarafından 1879’da yapılmış.Neo-gotik tarzda bir mekân.Turistler oturmasalar bile içeriye fotoğraf çekmek için giriyorlar.
Gerçekten çok büyülü, güzel bir yapı.Ahşap malzemenin bolca kullanıldığı tarihi bir yer.Her tarafta bir şeyler asılı.Ortada bir bar var. Ayrıca tahta merdivenlerden ikinci kata çıkabiliyorsunuz.
Kahve eşliğinde leziz tatlılardan tadıyoruz.Akşam yemeğine kalmak mümkün değil.Rezervasyon gerekiyor.Böyle tarihin içinde oturmak bana her zaman büyük keyif verir. Özel önlükleriyle hizmet veren garsonlar mekânı renklendiriyor.

Sokaktan çıktığımızda, “CaleaVictorieri” caddesindeki devasa bina dikkatimi çekiyor.CEC meydanında 1800 yılında yapımına başlanan ve 1900 yılında bitirilen bina Romanya’nın en eski bankasıymış. Değişik ve heybetli bir mimariye sahip.
Binanın karşısında, 1894’te yapılan muhteşem bir yapı daha var.Yapı 70 yıl boyunca postane olarak kullanılmış.1972 yılında ise burada Ulusal Tarih Müzesini açılmış.Gezmeğe karar veriyoruz.Giriş merdivenlerinde elinde bir kurt taşıyan bronzdan acayip bir heykel ilgi çekici.İmparator Trajan’ı elinde bir kurt tutarken simgeliyor. Roma’nın kurucuları Romus ve Romulus’u besleyen kurt.Heykeltıraş Vasile Gorduz tarafından yapılmış.Eser Romen halkının orijinini göstermek amacıyla yapılmış ama Bükreş halkının fazla tepkisini almış. Müze adından da anlaşılacağı gibi Romen tarihinin tarih öncesi ve modern eserlerini barındırıyor. Romen kraliyet ailesinin mücevherleri burada sergileniyor.

Müzede benim favori heykellerim yer alıyor.Neolitik sanatın iki yapıtı.”Düşünen Adam ve Oturan Kadın” 5000-6000 yıl öncesinden esintiler. Hamamcı kültürüne ait. 1956 yılında Cernova’daki bir mezar içinde bir arada bulunmuşlar.Çok etkileyici.Onca yıl önce yapılmış ve hala güzeller.
Romen köklerinin Roma’dan geldiği düşünüldüğü için bu müzede Antik Roma İmparatorluk dönemine ait Trajan Forumundaki eserlerin kopyaları asıllarına çok uygun olarak yapılmış.Roma İmparatoru TrajanDaçya toprakları fatihi olarak elde ettiği tüm ganimetlerle Roma’da yaptırdığı forumun aynısı.Daçya seferini anlatan rölyeflerin olduğu bir sütun bu alanda yükseliyor.Sütunun en üstüne önce kartal sonra Traianus’un ve daha sonra da Aziz Pietro’nın heykeli yerleştirilmiş.Romen yakın tarihini anlatan bölüm gerçekten ilginç.
Müzeden çıktıktan sonra, yol üzerinde rastladığımız ZlatariKilisesi, şehrinyüksek binaları arasına sıkışmış zarif güzel bir yapı. Bir binanın köşesinde Banker Eugeniu Carada (1836-1910) heykeli gözüme çarpıyor. Bükreş’te düşündüğümden az heykel var.

Akşam yemeği için Pierre de Coubertin bulvarında”CentrulComercial Mega Mall” adlı büyük bir alışveriş merkezine gittik. Ünlü markaların mağazaları yerlerini almış. Hatta Türk markalarını da bulabiliyorsunuz. Ama ürün çeşitliliği bakımından çok zengin değiller. Ufak tefek birşeyleratıştırdıktan sonra günün sonunu otelimiz bahçesinde bir çay içerek bitiriyoruz. Çayın yanında şeker niyetine verilen bal bu keyfe ayrı bir güzellik ekliyor.
Ertesi sabah Bükreş’ten ayrılıp Romanya’nın diğer şehirlerini de görmeyi planladığımız gezimize devam ediyoruz. Otele geldiğimizdeki sıcak karşılamayı ne yazık ki ayrılırken bulamıyoruz. Çok dar olan tahta merdivenlerden bavullarımızı indirebilmek için yardım istiyoruz ama oralı bile olmuyorlar. Anlaşılan hala eski rejimin kalıntıları devam ediyor.

Ara sokaklarda Bükreş’in güzel evlerini seyrede seyrede ilerliyoruz. Evler bakım görseler çok daha muhteşem olacaklar. Yapılar harika. Alt yapıları konusunda bilgim yok ama tepelerde dolaşan elektrik ve telefon tellerinin sayısı bir hayli fazla. Ayrıca renkli dış cephe boyaları da dikkat çekici. Dantel gibi işlenmiş taş binaların ince detaylarını hayranlıkla izliyoruz.
Bükreş Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, FelsefeFakültesi. Üniversite semtinde tarihi binaların arasında ilerliyoruz. Yolumuzun üstünde el örgüsü yelekler, şapkalar,meyve, sebze satan satıcılar küçük bir pazar görünümü oluşturuyorlar.
Romen tiyatro yazarı Luca Caragiale’ninkarakterlerini gösteren heykeller modern ve güzel bir kompozisyon oluşturmuş.

Bükreş Üniversite Meydanındaki saatin üzerindeki tarih 1459’u gösteriyor. Demir malzemenin bolca kullanıldığı bu saatleri hemen hemen her meydanda görmeniz mümkün. Üzerlerinde bulundukları meydanların adları yazıyor. Hedefli olarak yürüyüp, tarihler boyunca bozulmamış dinozor iskeletinin bulunduğu Doğa Tarihi Ulusal Müzesi Antipa ‘ya varıyoruz.
GrigoreAntipa Müzesi (Doğal Tarih Müzesi) 1893-1944( Muzeul de IstorieNaturala “GrigoreAntipa”)gördüğüm en güzel müzelerden biri.Hem insanlık tarihi hem de doğa. O kadar güzel sunulmuş ki… Dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşayanhayvanlar doldurulmuş bir halde vitrinlerde. Hayvanlar hakkında tüm bilgilere önlerinde bulunan levhalara dokunarak ulaşabiliyorsunuz. Birçok öğrenci topluluklarına rastladık. Ne kadar okunursa okunsun bu bilgiler ancak böyle bir sunumda akılda kalır. Canlı türlerini vitrinlerin içinde, üç boyutlu seyrediyor, hayran kalıyoruz.
Müzenin kurucusu ve yöneticisi Doktor GrigoreAntipa bu müzeyi 51 yıl boyunca yönetmiş. GrigoreAntipa ünlü ProfesörErnstHaeckel’in öğrencisi olmuş hatta doktora tezini ondan almış. Birçok araştırmaya katılan Antipa, müzeyi araştırmalarını yaptığı ev gibi kullanarak yaşamını burada geçirmiş,bilimsel koleksiyonlarını bağışlarla zenginleştirmiş. Veri tabanındaki çeşitlilik açısından dünyanın sayılı müzeleri arasında yer alıyor.
Girişinte hatıralık eşyalar satan bir bölüm var. Çok güzel bir müze. Uzun uzun gezmek gerekir. Her köşede bir bilgi. Renkli, canlı… Artık Bükreş’ten çıkarak Sinaia’ya doğru yol alıyoruz. Dönüşte Bükreş’te gezmek istediğimiz bir yer daha var.