Belçikalı Sürrealist René Magritte | Münire Yurdayüksel

Belçika’nın Hainaut-Lessines bölgesinde,
21 Kasım 1898’de üç erkek kardeşin en büyüğü olarak dünyaya gelen Sürrealizmin önde gelen ressamlarından René Magritte’in resme olan ilgisi çocukluk yıllarında başlar.
Annesi içinde bulunduğu şiddetli depresyon nedeniyle 24 Şubat 1912 gecesinde Sambre Nehri üzerindeki köprüden kendisini suların derin karanlığına bırakarak intihar ettiğinde René Magritte 14 yaşındaydı.12 Mart tarihinde Annesinin cansız vücudu bulunduğunda, giysisinin yüzüne yapışmış haldeki görüntüsü René’nin üzerinde yaşamı boyunca asla unutamayacağı derin etkiler bırakacak, örtülü yüzün cansız görüntüleri o an bilinçaltına yerleşerek ileride yapacağı çalışmalarına da yansıyacaktı.
Brüksel’de Académie Royale des Beaux-Arts’a (1916) başladığında amacı, o dönemde Avrupalı ressamların sıkça kullandığı gerçekçi teknikler konusunda çalışmak ve gelecekte bu teknikleri özgür bırakmak yolunda ustalaşmaktı. Magritte’in akademideki hocaları simgeciydi. Eğitimi süresince etkileneceği isimlerin arasında bulundu ve bu ustalarla gelecekteki yaşamına yön verecek büyük dostluklar kurdu.
Magritte 1919’da P.L Flouquet ile karşılaştı. Kendisiyle kısa bir süre aynı atölyeyi paylaşarak ondan fütürizmi öğrendi.
1920 yılı, René Magritte için ayrı bir önem taşır. Henüz 16 yaşındayken tanıştığı ve ardından izini kaybettiği büyük aşkı Georgette ile yeniden karşılaşmıştır.1923 sonbaharı geldiğinde Magritte çocukluk aşkı ile evlenir.
Georgette Berger, René Magritte’in yaşamı boyunca karısı, tek aşkı, idolu ve aynı zamanda tek modeli olacaktır.
Magritte akademi sonrası yaşamını sürdürebilmek için duvar kağıdı fabrikasında desinatör ve grafiker olarak çalışmaya başladı. Aynı dönemde dekoratif sanatlara olan ilgisizliği de giderek artıyordu ve sanatında daima bir arayış içersindeydi. Bu dönemde Servranckx ile birlikte soyut resimler yapmaya başladı. İlk kez İtalyan ressam Chirico’un bir reprodüksiyonuyla karşılaştığında kendisinden oldukça etkilenmişti.
Yenilikçi hareket, Kübizm ve Fütürizm’e yönelimi olduysa da bu durum ancak gerçek esin kaynağı olan Giorgio De Chirico ve onun sürrealist eserleriyle karşılaşana dek sürdü. Ardından Chirico’nun eserlerinde şiirin resim üzerindeki etkisini kavradığını ileri süren Magritte, De Chirico’nun eserlerinden elde ettiği kaliteyi, kendi sanatına şiirsel görüntülerle taşımaya basladı.
“Şiirin resim üzerindeki üstünlüğü”, Magritte için önemliydi. Üslubu, 1925 senesinden itibaren daha da gelişti. 1925’teki çalışmaları sürrealizme geçişin ilk habercisiydiler.
1926’ da ilk sürrealist eseri olan “Le jockey Perdu” Kayıp Jokey’i çalıştı. Bu andan itibaren Magritte, sanatında izleyeceği yolu belirlemişti.
1927 ‘de 61 adet eserini Brüksel’de “La Galerie Le Centaure” de sergiledi. Bu ilk kişisel sergisinde çok olumsuz eleştiriler aldı.Bu moral bozukluğuyla Brüksel’den ayrılarak Paris’e yerleşti ve 3 sene burada yaşadı. Paris’te bulunduğu süre içersinde fransız sürrealistlerden André Breton, Aragon, Soupault, Edward, Ernst ve Salvador Dali ile olan arkadaşlıkları Magritte’in sanatının değişiminde oldukça önemli rol oynadılar.
1930‘da Brüksel’e geri döndüğünde bu kez sürrealist eserlerini sergiledi.
“Ben dünyanın gizemini çağrıştıran imajları çiziyorum” diyen Magritte, bu dönemdeki eserlerinde beklenmedik birleştirmelerle şaşırtıcı etkiler yaratmayı tercih etti.
Amacı olanakları fazlalaştırmak ve “sansasyonel” hale getirmekti.
Akademik tekniğine rağmen, kışkırtıcı ve olağanüstü bir ressam olan Magritte için birşeylerden etkilenmek, esinlenmek ve ilham almak büyük önem taşımaktaydı.
Eserlerinde daima çesitli objeler arasındaki gizli ilişkileri ortaya çıkarmaya ve farklı bileşimler elde etmeye çalışıyordu.
Magritte’in sanatı, sıradışılığın yanında limitleri aşan, mantıkla bütünleşen bir deliliğin aksine şiirsel bir harekettir.
Nesnelerle ilgilenirken somut ve soyut arasında illüzyon yaratmaya calışmıştır.
Eserlerini günlük, basit nesnelerden oluşturmuş ve işlevselliği olan objeleri bambaşka boyutlarda kullanmıştır.
Mavi benekli ve bulutlu bir kuş, külahtan şapkalı bir adam, yüz ifadeleri, bir gül, tüm odayı dolduracak şekilde devleşen elmalar, bir erkeğin farklı boyutlardaki görüntüsü…
Ağaç, pencere, kapı, sandalye, masa, pipo, fırçalar, çiçek saksıları gibi çok sıradan nesneler kullanmasına karşın, eserlerindeki bilinçdışı durumu olağanüstü büyüleyici bir şekilde resmetmiştir. Tüm bu sıradan nesnelerin görüntülerini kendi doğallıklarının dışına çıkartıp mantığa ve akla ters düşecek biçimde şaşırtıcı ve hayali bir atmosfer içinde gözler önüne sermiş, zamansız bir yaşamın katılımcılarının boyutlarını değiştirerek izleyenlerin alışagelmiş vizyonlarını sorgular hale getirmiştir.
İkinci dünya Savaşı başladığı yıllarda Avrupa’daki sürrealist ressamların hemen hemen hepsinin Amerika’ya gitmelerine karşın, Magritte Brüksel’de kalmayı tercih etti. Bu esnada izlenimci olarak nitelendirilebilecek kısa bir dönemden geçti.
1945-1960 yılları arasında Avrupa’da egemen olan absürd düşünürlerin arasına Magritte de katıldı. Şu çok iyi bilinen pipoyu resmettiği tablosunun altındaki “Ceci n’est pas une pipe“ bu bir pipo değildir yazısını kim hatırlamaz ki?
Ayrıca her zaman göstergelerin görüntülerden daha önemli olduklarını kabul etmiş ve eserlerinde de daima bunu vurgulamaya çalışmıştır.
Bir taraftan Pipo tanımıyla objenin ismini belirtirken diğer taraftan da bunu olumsuz şekilde ifade ederek dil ile imgelem arasındaki ilişkiyi bozmuştur.
Magritte, kullandığı objeyle tablosuna koyduğu isim arasında mantıksal bir ilişki bulunmayan büyük bir imaj yaratıcısıydı. İzleyenleri akıl ve mantık dışı olanı kavramaya zorlamaktaydı.
Formel ve maddesel sorunlar Magritte’in ilgi alanına girmiyordu. Kendisine sanatçı denmesinden hoşlanmıyor sadece resim vasıtasıyla iletişim kuran bir düşünür olarak kabul görmeyi istiyordu. Felsefeyle yakından ilgileniyor, bunun sonucunda Hegel’e, Martin Heidegger’e, Jean-Paul Sartre’a ve Michel Foucault’ya hayranlık duyuyordu.
1960’ların ortalarında sözcük arkeolojisinden, felsefeye ve psikiyatriye kadar birçok alanda eserler vermiş olan düşünür Michel Foucault’nun yazdığı “Les Mots et les Choses” kitabını okuduğunda fazlaca etkilenmiş olmalı ki, New York City’de açılan bir sergisinde ”Sözcükler ve şeyler” ismini kullanmıştı.
Magritte 1953’te New York, Paris, Londra, Brüksel ve Roma’da sürrealist sergiler açtı. Bu sergilerinin ardından ünü daha da arttı. 1954’te Brüksel’de Magritte için büyük bir retrospektif sergisi yapıldı. 1956’da Belçika adına Guggenheim ödülünü kazandıktan sonra açmış olduğu sergiler daha da sıklaştı. Bu arada Pop Art’in yeni sanatçıları tarafından da büyük usta olarak kabul edildi.
Yaşamı boyunca akıl ile akıl dışı arasındaki çizgiyi yok eden birçok olağanüstü eserler yaratan Magritte’in ölümünden kısa bir süre önce çizmiş olduğu sürrealist tarzındakı heykel desenleri ölümünün ardından bronz kalıplara dökülerek 1968 yılında Paris’te sergilendi.
René Magritte 15 ağustos 1967’de Brüksel’de pankreas kanserinden hayata veda ettiğinde, sürrealist akımın sadece Belçikalı bir önderi değil, aynı zamanda 20.yüzyıl sanatına damgasını vurmuş sürrealistlerin de en önemli temsicilerinden biriydi.
Magritte’den geriye kalan eserler, bugün dünyanın her yerinde sürrealizmin sembolünü oluşturmaktadırlar.
Münire Yurdayüksel – Brüksel 2011
www.munireyurdayuksel.com

Leave a Reply

Your email address will not be published.