Sabah biraz daha Safranbolu’nun keyfini çıkardıktan sonra Yedigöller’e gitmek için yollara düştük. Aslında buralardan geçerken Yedigöller tabelasını birkaç kez görmüştük.
Ama işittiğimiz “Aman yolu çok kötü,gitmeyin, mahvolursunuz ”gibi cümlelerden dolayı bir türlü cesaret edememiştik.Sonunda nereye kadar deyip işareti görür görmez saptık.Yol önce düz başlasa da gittikçe bol virajlı bir hale geliyor. Harika ormanların içinde ilerliyoruz. Tepede tahtadan yapılmış çardakta bir
bardak çay her şeye değer. Sonbaharın etkisiyle dağları kaplayan ağaçlar inanılmaz renklerde. Sanki birbirlerinin üstündelermiş gibi sıralanmışlar. Kartpostal görünümünde manzaralar bize eşlik ediyor.Dağların tepesinde ormanların içinde renkli evler, çayır çimenlere oturmuş mandalar, minaresi parlayan küçük camileri seyretmeye doyamıyoruz.Yer yer toprak çok dar olan yolda yapım çalışmaları devam ediyor.Sürekli iş makinaları gelip gidiyor. Kısa mesafeyi ancak bir saatte
alabiliyoruz. Kışın buralara gelmek bir hayli zor olur. Ama çalışmalar sonlanınca güzel olacak belli.1965’te Milli Park ilan edilen Yedigöller havzası 1642 hektar büyüklüğünde bir alanı kapsıyor ve içinde adları Büyükgöl, Seringöl,Deringöl, Nazlıgöl, Küçükgöl, İncegöl ve Sazlıgöl olan 7 göl barındırıyor..
Akçaağaç, meşe, kızılağaç, kavak, gürgen, kayın, çam, köknar,dişbudak, ıhlamur gibi yüksek boylu ağaçların arasında, yeşil, mavi, sarı göller. Tahtadan güzel yürüyüş yolları yapılmış. Bir rüyanın içindeyiz.Doğa o kadar olağanüstü ki insan yüksek sesle bile konuşup onu rahatsız etmek istemiyor. Sürekli fotoğraf çekmenin peşine düşüyoruz.Minik şelaleler, kayalardan şırıl şırıl akan suların döküldüğü göller. Parkta çok sayıda bitki türü de bulunuyor. Yaban hayvanları ve kuş çeşitliliği oldukça fazla. Yerlere dökülen yaprakların üstünde hışır hışır yürüyoruz.Ayrılması zor ama yolumuz uzun Bursa’ya ancak akşam vakti varırız.
Ertesi gün Gölyazı’yı gezip, İzmir’e döneceğiz.Gölyazı tarihi M.Ö 6.yüzyıla kadar dayanan küçük bir yarımada üzerine kurulmuş. Bugün Bursa’nın Nilüfer ilçesine bağlı bir mahalle olarak geçiyor. Antik adı Apollonia olan bu şirin, minik yerde, Osmanlı, Bizans ve Rumların izlerini görülebiliyor. Gölyazı’nın tamamı sit alanı olarak ilan edilmiş.
Kurtuluş savaşı sonrası Mübadele yıllarına kadar Türkler ve Rumlar burada bir arada yaşıyorlarmış.Hemen girişte yer alan Aziz Panteleimon Kilisesi, 19. Yüzyıldan kalma bir Rum Ortodoks ibadethanesi. Mübadele yıllarına kadar faaliyetlerini sürdürmüş. Ancak yıllar içinde yıpranan yıkılan kilise onarılmış ve bugün
Kültürevi olarak hizmet veriyor. Güzel bir yapı. İçeride eski halini gösteren fotoğraflar asılı. Yüksek tavan, nişler, beyaz badana ve kırmızı sandalyeleri ile huzur dolu bir yer.Arabayı park ettikten sonra yürüyerek meydana varıyoruz. Burada yaşı 800’lere yaklaşan “Ağlayan Çınar” diye adlandırılan ulu bir ağaç yaşıyor. Tabii bir de hikâyesi var. Türk genci ile Rum Heleni’nin aşklarının şahidiymiş bu görkemli çınar. Birbirlerini seven iki sevdalı Kurtuluş Savaşı sonrası ayrılık vakti geldiğini anlamışlar. Mehmet, Yunanistan’a göç eden Rumların arasında Heleni’yi bulmak için koşturmuş ama genç kızın yakınları Mehmet’i yaralamış. O da var gücüyle her zaman buluştukları çınarın altına gelmiş. Heleni de onun arkasından çınara varmış ama Mehmet’i kanlar içinde yerde yatarken görünce bu acıya
dayanamamış ve kuşağıyla kendini çınarın dallarından birine asmış.Efsane çınar bu olaydan sonra kanlı gözyaşı dökmeğe başlamış. Demir korkuluklu güzel bir köprüden geçerek tekne turlarının yapıldığı yere geliyoruz. Suda Osmanlı Saltanat kayıklarına benzer üzerinde altın renkli kubbeleriyle uzun kayıklar bekliyor. Bu tip kayıklara Sapanca Gölünde de rastlamıştık. Biz küçük bir balıkçı sandalıyla dolaşmayı tercih ediyoruz. İlkönce bu turu yapalım mı yapmayalım mı diye düşündük ama iyi ki de kararımız olumlu olmuş.. İnanılmaz keyif aldık. Duru suya vuran kıyı evlerinin gölgeleri, sakin sakin balık tutmak için hazırlık yapan
tekneler, suyun üzerinde adeta dans eden, bir uçup bir yüzen karabataklar, pelikanlar, balıkçıllar… Fotoğraf çekmek büyük zevk.Tekne sazlıkların arasına giriyor, nilüfer çiçeklerinin içinden ilerliyor. Büyülü bir ortam. Sahilde Roma döneminden kalma kalıntıları eski şehir surları görüyoruz. Kıyıdaki söğüt ağaçlarının kökleri suya doğru uzanmış.Tekneden inince adanın etrafını dolaşan yoldan yürüyerek meydana varıyoruz. Sahilde nefis gözlemeler ile karnımızı doyurup bu güzel yerleşimi bir de tepeden görebilmek için Zambak Tepeye çıkıyoruz.Rumların yaşadığı dönemlerde burası onların başlarına zambak diktikleri mezarlıklarıymış. Tepenin adı da buradan geliyormuş. Manzara müthiş,tüm yarımada ayaklar altında.Halk geçimini balıkçılıkla sağlıyor. Kadın, erkek herkes balık avlıyor.Gölyazı leyleklerin de uğrak yeri.Artık İzmir’e dönüyoruz. Ne güzel yerler gördük.