Beste Serim Erbak:Bal tadında Balat

İstanbul’u yazmak kolay değil. Koca bir Dünya şehrinden bir metropolden söz ediyoruz. Gez gez bitmiyor.

Muhteşem bir tarih, tüm yaşanmışlıklara şahitlik eden olağanüstü yapılar, her gelip geçenin iz bıraktığı, uğruna şiirler, romanlar yazılan, şarkılar bestelenen Dünyanın hiçbir yerinde rastlanmayan bir coğrafi konum… O kadar güzel, o kadar harika özellikler barındırıyor ki; doğduğum şehir, Türkiye’nin kalbi, Dünya kültür başkenti İstanbul…Efsaneye göre Yunanistan’ın Attika bölgesindeki Antik bir Kentten gelen Megaralılar yeni bir koloni kurmak için gemilerle yola çıkmışlar. Kâhinleri bu şehri Körler Ülkesinin karşısında kurmaları gerektiğini söylemiş. Uzun süre gezen Megaralılar en sonunda İstanbul’a gelmişler. O dönemde bugünkü Kadıköy’ de (Kalkedon’da) yaşayanları görünce yerleşeceğimiz yer burası değilmiş diye düşünürken gemicilerden biri bu insanların karşı tarafın güzelliğini fark edemedikleri için kör olduklarını söyleyince yeni şehri Kalkedon’un hemen karşısında Sarayburnu civarına kurmaya karar vermişler.Böylece İstanbul’a ilk yerleşim Haliç kıyısında M.Ö 657 yılında Megaralı Byzas önderliğinde gerçekleşmiş. Haliç vadisi bolluk ve bereketin var olduğu topraklara sahip. Megaralıların yaptıkları surlar, MS. 2.yy’da şehri ele geçiren Roma İmparatoru Septimus Severus’un ordusu tarafından yıkılarak yeniden inşa edilmiş.İstanbul’u başkent yapan İmparator I.Konstantin zamanında (MS.4.yy) Sarayburnu’ndan Ayvansaray’a kadar uzanan Haliç Surları, İmparator II.Theodosius zamanında (MS.5.yy) ise Ayvansaray’dan Yedikule’ye kadar olan kara surları inşa edilmiş. 22 km uzunluğundaki surların 15m yüksekliği, 300 kulesi ve 50 giriş kapısı bulunuyormuş. Ayrıca surların duvar diplerine hendekler yapılmış.Ancak şimdilerde bunların çoğu kaybolmuş. Tarih boyunca surlar tam 29 kez kuşatılmış ama sadece iki kez aşılabilmiş. Birincisi 1204’te Latin İşgalinde, ikincisi ve sonuncusu ise 1453’te Fatih Sultan Mehmet komutasındaki Osmanlı Ordusu tarafından. İstanbul surları sadece şehri korumak amacıyla yapılmamış aynı zamanda şehrin ticari ve sosyal hayatını belirleyen merkezlere gidebilmek için bir geçiş yeri olarak tasarlanmış. İstanbul’a giren her ticari malın giriş kapısı ayrıymış. Bugün bile hala bu yapının korunmakta olması şaşkınlık uyandırıyor.

Örneğin Eminönü tarafında kırtasiye malzemeleri, Bâb-ı Âli’de ise Bürokrasiye ait yapılar bulunuyor. Un kapanında ise tahıl ile ilgili dükkânlar. Bizans’tan
beri şehri kotlayan bu kapıların hepsinde denetim yapılıyormuş.İnanılmaz bir tasarım mimarisi ile şehir inşa edilmiş. İstanbul kapılarından nefes alıyormuş.İzmir’den her gelişimizde şehri yeniden keşfediyoruz. En son 13 Kasım 2023’te bir uçuşla İstanbul’a vardık. On beş milyondan fazla kişinin
yaşadığı İstanbul Türkiye’nin seksen beş milyon olan nüfusunun yüzde %18’inden fazlasını barındırıyor. Sanayinin kalbi bu devasa kent,sunduğu imkânlarından yararlanabilmek için Anadolu’dan ve Dünyanın çeşitli yerlerinden göç eden insanların yaşamak için savaş verdiği yer.Hatta Anadolu’da, halk arasında şehrin sunduğu imkânları ifade edebilmek için “İstanbul’un taşı toprağı altın!” denilmesi bundandır. Tarihi yüzünün yanında modern bir çehre geliştiren İstanbul aynı zamanda bir gökdelenler şehri. Sarıyer’de, 65 katlı 293 metre yüksekliğinde Skyland İstanbul’un önünden geçiyoruz. Sayıları yüzden fazla olan gökdelenler
özellikle son yıllarda büyük bir artış göstermekte.Akşam Sarıyer’deki Anzer Sofrasında Karadeniz mutfağının lezzetlerini tattık. Gökdelen sayıları ile yarışan alışveriş merkezlerinden biri olan Vadi İstanbul’da biraz gezindik. Ani yağan yağmur gecemizi erken sonlandırdı.Ertesi günümüzü tarihi surlarla çevrili Fatih’e bağlı Ayvansaray’dan Fener’e kadar uzanan Balat semtini gezmeye ayırdık. Torunumuz Dolunay Suna ile yola koyulduk. Semte sahil yolu tarafından girince
gözümüze ilk çarpan Bulgar kilisesine yakın küçük bir Ortodoks Kilisesi oldu. Adının Aios İoannis olduğu söylenen oldukça yıpranmış tarihi yapının çatısını otlar kaplamış. Öyle muhteşem, gösterişli bir yapı değil ama kesinlikle onarılmayı bekliyor. Hemen dibine yan duvarına bitişik bir kafe açılmış.. Biraz ileride Fatih Sultan Mehmet dönemine ait “Ya Vedüd” (Hatice Sultan Camii) ve tek minareli “Yusuf Şücaeddin” camileri ağaçlar arasında Haliç kıyısında yer almışlar. Yürümeye devam edince 1990 yılında açılanTürkiye’deki ilk ve tek kadın kütüphanesi Kadın Eserleri ve Bilgi Merkezini görüyoruz. Fener’in taş tarihi binalarından birine yerleşmiş kadınlarla ilgili eserleri belgeleri barındırıyor. Balat adı Rumca “Palation” yani saray kelimesinden geliyor. 5.yy’da
Blaherna sarayına yakın olması nedeniyle semte bu adı verilmiş.Geçirdiği deprem özellikle yangın gibi afetlere rağmen tarihsel dokusunu hala koruyan, kültürel açıdan oldukça zengin bir yer.

Geçmişi Bizans’akadar uzanıyor. Balat’a ilk yerleşenler Sefarad adı verilen Musevi aileler.15. yüzyılda, İspanya’daki engizisyon mahkemelerinden kaçıp Osmanlı İmparatorluğuna sığınmışlar ve vatandaşlık almışlar. Daha sonraları Rumlar ve Ermenilerin de buraya yerleşmesiyle semt 17.yy’da en parlak
dönemini yaşamış.Balat’ın tarihi evleri, genelde 30 ya da 50 metrekare tabana oturan 2 ya da 3 katlı, cumbalı, dış duvarları kırmızı tuğladan, küçük bir bahçeye sahip, yığma kâgirden, tavanları ve yerleri ahşap, çoğunda sarnıç ya da kuyusu olan evler. Arnavut kaldırımlı dar sokakların her iki yanında, son
zamanlarda rengârenk boyalı yapılar.Unesco  tarafından koruma altına alındıktan sonra ismi duyulmaya, daha çok tanınmaya, ilgi görmeye başlamış Balat. Yalın ayak gezen çocuklar,kapı önünde örgü elinde komşusuyla sohbet eden kadınlar… İstanbul’un o meşhur koşuşturması burada bitiyor, semte girer girmez hayat aniden
yavaşlıyor, o telaş kayboluyor, rahat bir nefes alıyor insan.Balat’ı gezmeye Cibalikapı’dan başlıyoruz. Bu kapının adına Türk komedi tiyatro oyunu “Cibali Karakolu” undan aşinayız. Rivayete göre kapı ve semtin adı, İstanbul’un fethi sırasında Fatih Sultan Mehmet’in komutanlarından Cebe Ali Bey’in buradaki sur kapısını yıkarak şehre girişinden gelmekteymiş. Karakolun içerisinde Cebeci Ali’nin türbesi ve kapısında hikâyesini anlatan bir yazı bulunuyor.
Ana caddede ilerleyince Rum Ortodoks kilisesi Aya Nikola’nın kapısına varıyoruz ama kapalı olduğu için gezemiyoruz. 1837’de yapılan eser,denizcilerin azizi St. Nicolas’ya adanmış. Bildiğimiz Noel Baba. Belli ki iyi bir restorasyon görmüş.Biraz daha yürüyünce surların bir diğer kapısı Ayakapı bizi karşılıyor. Her
kapının bir karakolu, türbesi, çeşmesi ve bir mescidi bulunuyormuş. Bu kapıda bunlardan hepsi günümüze kadar gelebilmiş. Sadece karakol bir
kafeye dönüşmüş. Kapının yanı başında Fatih’in Sekbanbaşısı Abdurrahman Ağa’nın türbesi 1453 tarihini gösteriyor.Gül Camiine varmadan, VII. yy ’da yaşayan mübarek kişi Halveti tarikatına bağlı Şeyh İsmail Efendinin oturduğu, Evliya Çelebinin Seyahatnamesinde Yorgani Tekkesi olarak bahsettiği yeri görüyoruz.
Kapıda Sirkeci İsmail Dede’nin türbe ve haziresi yazıyor. Haraççıbaşı sokağından geçerken İstanbul’un gümüş sırtlı devasa martılarının çok alçaktan uçtuklarını görünce alelacele fotoğraf çekmek istiyorum.

Biraz ileride Küçük Mustafa Paşa semtinde, 9 ya da 10.yy’da yapıldığı düşünülen İstanbul’un fethinden sonra camiye çevrilmiş Doğu Ortodoks Kilisesi Ayia Theodosia bugünün Gül Camii devasa yapısıyla karşımıza çıkıyor. İstanbul’da kiliseden camiye çevrilmiş 20’nin üzerinde eser bulunuyor. Anlatılanlara göre; 1453 yılında Azize Theodora’nın isim gününde, cemaat güllerle süsledikleri kilisede toplanarak Osmanlı şehri almasın diye dua etmiş. Şehre giren askerler güller içinde kiliseyi görünce buraya Gül Camii adını vermişler. Tam karşısında iki katlı Adile Sultan Mektebi 1869 yılında inşa edilmiş. Kapısının üzerinde bir kitabesi bulunuyor. Gül Caminin yanından inen yokuşun sonunda İstanbul’un en eski hamamlarından Küçük Mustafa Paşa hamamı 1477’de yaptırılmış.Yeniden ana caddeye çıkıyoruz. Oyuncak müzesine vardığımızda bir iki gün önce bir yangın geçirdiğini öğreniyoruz. Çok üzücü. Ama yine de kurtarılan oyuncakları gezdiriyorlar. Balat Oyuncak Müzesi 50 yıllık bir koleksiyona sahip. 3500 parçalık kurşun asker koleksiyonu Türkiye’nin en büyük kurşun asker koleksiyonu ve ayrıca 17.000 parça oyuncağı barındırıyor. Ayakapı karakolunda açılan Nev-i Cafe’ye oturuyoruz.Otantik, çok güzel pembe renkli bir yapı. Eskiden karakol olduğunu hatırlayınca kim bilir neler yaşanmıştır diye düşünüyorum.Az ileride kısmen yıkılmış harap, adeta kaderine terkedilmiş tarihi bina bir Mimar Sinan eseri; Ayakapı Hamamının taş duvarlarının önünden geçiyoruz. Üstünde çalılar, ağaçlar, üzücü… Nerdeyse yarım asırlık bir yapı çürüyor. 1582’de Nurbanu Valide Sultan tarafından yaptırılmış.
Buralarda her yer tarih kokuyor. Yerköylü Ahmet Ağa Çeşmesinin üzerindeki kitabe 1833’te yapıldığını söylüyor.Surları takip edince Haliç kıyısında, yıllarca bakımsız, metruk bırakılan,18.yy mirası Fener Evlerini görüyoruz. Bunlardan üçü restore edilip, Haliç Sanat adıyla çeşitli sergiler ve etkinliklerin yapıldığı birer çağdaş sanat ve kültür merkezine dönüştürülmüş. Şimdilerde Fener-Balat bölgesinin adeta simgesi haline gelen yapılar uzun zaman kötü şekilde kullanılarak
depo, imalathane gibi amaçlara hizmet etmiş. Vaktiyle İstanbul’un en saygın kişileri arasında yer alan Fener Beyleri bu konaklarda yaşarlarmış. Genelde iki katlı, taş ve tuğla karışımı olan yapılar aslında öyle çok büyük değiller ama içlerindeki değerli işlemeler, tuğla saçakları,ince detaylar bir zamanlar yaşanan debdebeli hayatı anlatıyor. Biz Fener Evleri, 2.Haliç Sanatta “Gece Gezenler” isimli, Hilal Can sergisini çok beğendik. Biraz ürkütücü ama çok yaratıcı.

Yeniden ara sokaklara dalınca halen tadilatı devam eden, görkemli dört devasa sütunun bulunduğu, Yunan tapınaklarına benzer cephesiyle, sütunların arasında 1900 tarihini fark ettiğimiz Özel Maraşlı Rum İlkokuluna varıyoruz. Yapıldıktan sonra bir süre Fener Rum Patrikhanesi okulun giderlerini karşılamış ama yetemeyince Pazar günleri “Okula yardım tepsileri” adı altında bir bağış kampanyası başlatılmış. Birçok kilisede bu gelenek hala devam ediyormuş. Okulun hemen karşısında rengârenk boyalı evler göze çarpıyor. Günümüzde butik otel olarak hizmet veriyorlar ama vaktiyle bir Rum tüccarın 4 kızı için yaptırdığı konaklarmış.Yolumuz üstünde yüksek duvarların çevrelediği, Fener Rum Ortodoks Patrikhanesinde, Aziz George Kilisesini, ziyaret ediyoruz. Patrikhane günümüzde tüm Dünyadaki Ortodoks Hristiyanların manevi lideri olarak kabul edilen İstanbul Başpiskoposu ve Ekümenik Patriği I.Bartholomeos  tarafından yönetiliyor. Kilisede ceviz ağacından yapılmış,fildişi süslemeli Patrik tahtı ve kutsal emanet olarak kabul edilen, Hz.İsa’nın zincirlenerek kırbaçlandığı sütundan kalıntı bir taş parçası
görülüyor. Avluda, papaz yardımcıları ve papazların kaldığı kırmızı renk yapılar, Patriklik binası, kütüphane ve Aya Haralambos Ayazması bulunuyor. Buraya ilk kilise 1614’te inşa edilmiş.Artık karnımız acıktı. Primi restoranda İtalyan tatlarını tadıyoruz.Balat’taki duvarlar Grafiti, Sokak sanatının oldukça güzel eserlerini barındırıyor. Nereye gidersem gideyim bu sanatçıların adını bulmakta zorlanıyorum. Kırmızı ve mavi tonlarının hâkim olduğu bir kadın yüzünün
görüldüğü duvarın hemen dibine rengârenk iki kişilik masalar sıralanmış.Sokak kenarına park etmiş pembe nostaljik Barbie arabası ile poz veren verene. Yine iki sokağın kesiştiği yerde değişik mimarisi, tozpembe rengi ile Pederli Palas apartmanı, kırmızı fona çizilmiş, elinde çiçek ve diken tutan iki saç örgüsüyle bir genç kız, üzücü olan ise resmin üzerine büyük harflerle adlarını yazanların ne düşündükleri… İki binanın arasına sıkışmış tarihi sur duvarında bir çeşmenin boş yeri. Vodina caddesinde satılık bina. Yine bir duvar resmi önünde küçük bir masa ve sandalye.Tekrar ana caddeye çıkıp sahil tarafındaki Dünyada tek demirden yapılan Ortodoks kilisesi olarak ünlenmiş bembeyaz Stevi Stefan Bulgar Kilisesine gidiyoruz. Bulgar devleti tarafından, Bulgar Ortodoks cemaate 1898 yılında hediye edilen  Demir Kilise, Ermeni mimar Hovsep Asnavur tarafından tasarlanmış ve kilisenin dökme demir parçaları Viyana’da yapıldıktan sonra mavnalarla, Tuna Nehri, Karadeniz ve Boğazı geçerek İstanbul’a kadar taşınmış. 500 ton demirin kullanıldığı kilisenin kubbeleri altınla kaplı. İhtişamlı bir iç mekânı var. Ayrıca bahçe düzenlemesi mükemmel.

Buradan Sütlüce’ye geçerek 60.000 metrekare alanda kurulu Miniatürk’ü gezmek istedik. Antik Çağ, Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı, bu topraklarda iz bırakan medeniyetlerin kültür miraslarının minik maketleri ve Anadolu’nun küçültülmüş doğa harikalarının yer aldığı park özellikle çocuklu aileler için mükemmel bir öğreti, muhteşem bir sergi alanı. 2003 yılında ‘Büyük Ülkenin Küçük Bir Modeli’ sloganıyla açılan Miniatürk’te, 139 mimari eserin 1 / 25 oranında küçültülmüş minyatür modelleri titiz bir çalışmanın ürünü. Hemen sahilde bir kayıkçı ile anlaşıp Haliç’i geçmeye karar verdik.İstanbul’da yaptığım en keyifli yolculuklardan biriydi. Sandal motorunun sesi eşsiz manzaralar eşliğinde güneşi batırarak Eyüp’e ulaştık. Tramvay ve taksi kullanarak Galataport İstanbul’a gitmeden önce Fasuli Restoranda değişik pişirilen Karadeniz lezzeti Kuru fasulyeyi tattık.Boğazda 1,2 kilometre sahil şeridi boyunca uzanan, Dünyada ilk kez kurgulanan özel kapak sistemi ve yerin altında inşa edilmiş 29 bin metrekarelik terminali ile bir kruvaziyer limanı “Galataport İstanbul” şehrin tarihi limanı üzerine kurulmuş, eski kent dokusuna sadık kalınarak inşa edilmiş muhteşem bir kompleks. Yüksek olmayan yapılarıyla eskiyi hatırlatan mahalle görümünde tasarlanmış. Otel, kafeler, restoranlar,butik mağazalar, ofisler ve iki önemli sanat müzesi; İstanbul Modern ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi İstanbul Resim ve Heykel Müzesini barındırıyor. Ayrıca XIX. yüzyılda Sultan Abdülmecid tarafından yaptırılan Tophane Saat Kulesi çok özel bir teknikle yerinden kaldırılarak restore edilmiş ve Galataport meydanında yerini almış. İstanbul’un ayakta kalan en eski saat kulelerinden biri. Zenith marka iki saate sahip. 29 Ekim 2021 yılında açılışı yapılan Galataport İstanbul limanı terminal binası, özel mimarisi nedeniyle bu endüstrinin en prestijli ödüllerinden biri olan Alman uluslararası Red Dot tasarım ödülüne layık görülmüş.Sahilde yürüyüp boğazın harika görüntülerini gece manzarasında izledikten sonra liman sahasının ilk yapılarından Tarihi Paket Postanesi binasına girdik. Yapı 1900’lü yıllarda limana gelen yolcular için yolcu salonu olarak hizmet veriyormuş. Daha sonraları paket postanesi olarak kullanılmış. Yapılan çalışmalar sonrası uzman ekiplerce onarılan postanenin Arduvaz renkli ana kubbesi özenle betonarme binaya yerleştirilmiş. İçeride 70’den fazla butik mağaza ve Boğaz manzaralı restoranlar, kafeler bulunuyor. Paket Postanesinin önünde Cumhuriyetin 100.yılı adına Heykeltıraş Alper Çınar tarafından yapılmış 5,5 metre yüksekliğinde bir Atatürk heykeli yükseliyor.Galataport İstanbul’da eski ve yeni bir arada tutulmak istenmiş. Paris’teki Louvre Müzesi ve bahçesindeki cam piramit misali.