Beste Serim Erbak:İstanbul’un Sihirli Dünyası Arkeoloji Müzesi

Sabah öğleye doğru ancak toparlanıp, çıkabildik. Annem ve babamın gençlik yıllarında sık sık gittikleri tarihi Vefa Bozacısını ziyaretle gezimize başlamak istedik.

1870’te Arnavutluk’tan İstanbul’a gelen Hacı Sadık Bey,Vefa semtine yerleşmiş. İlk kez evinde denediği farklı bir kıvamda Bozayı önceleri elden satmaya başlamış. Fakat daha sonra çok beğenilince 1876’da İstanbul’un Vefa semtinde bir Boza dükkânını açmış. Halen 4 nesildir aile fertleriyle devam eden işletmenin eşi benzeri yok. İlk defa Orta Asya ve Balkanlarda ortaya çıkan bu içecek özellikle soğuk kış aylarında tüketiliyor. Buğday arpa, darı, mısır, bulgur, gibi çeşitli tahılların fermente edilmesiyle elde ediliyor. Kendine özgü tatlı-ekşi bir tadı var.Kalorisi yüksek ve mayalanma sonucunda elde edilen bir gıda
olduğundan probiyotik değeri fazla. Hala sokaklarda “Booozaa! Booozaaaa!” diye melodik bir ses tonuyla bağıran seyyah satıcılar kışın geldiğinin haberini vermeye devam ediyorlar.Vefa Bozacının ahşap mobilyaları, duvarlardaki devasa aynalar, çiniler mermer tezgâh, yüksek tabureler buram buram tarih kokuyor. Atatürk’ün
1937’de boza içtiği bardak duvardaki bir camekân içinde sergileniyor.Boza, bol tarçın dökerek, sarı leblebi eşliğinde içiliyor. Bu nedenle eğer boza içmek isteniliyorsa, ilk önce, 1922 yılından beri aynı sokakta faaliyet gösteren, Tarihi Vefa Leblebicisine uğrayıp bozanın özel refakatçisi leblebiden almak gerek.Buradan Osmanlı padişahlarının yaşadığı, uzun yıllar devletin yönetim merkezi olarak kullanılan Topkapı Sarayının bulunduğu Sarayburnu’na gidip Arkeoloji müzelerini gezmek istiyoruz. Çiseleyen yağmur, Sarayı çevreleyen surların üzerinde, padişahların resmigeçitleri izleyebilmeleri için yapılan Alay Köşkünü tüm güzelliği ve zarafeti ile göz önüne çıkarıyor. Sarayın bahçesi Gülhane Parkı girişini geçerek, Osman Hamdi Bey yokuşunu hafifçe tırmanıyoruz. Bir güvenlik kulübesinde kontrolden sonra Arkeoloji, Eski Şark Eserleri ve Çinili Köşk Müzelerinin yer aldığı alana açılan kocaman siyah, şık, iki kanatlı ferforje bir kapının önüne varıyoruz. Kendisine Türkiye’nin ilk arkeoloji müzesini kurma görevi verilen Osman Hamdi Bey’in inşa ettirdiği ve uzun yıllar müdürlük yaptığı 1891 yılında açılan Arkeoloji müzesi ön cephesindeki devasa sütunlarıyla, adeta bir tapınağı andıran görkemiyle muhteşem gözüküyor.

Dünyada müze binası olarak Neo-Klasik mimaride inşa edilmiş ender tarihi yapılardan biri.Osmanlı sadrazamlarından İbrahim Ethem Paşa’nın oğlu, İstanbul’da
doğup, yine orada vefat eden, Osman Hamdi Bey (1842  – 1910),şehrin belediye başkanlığını yapmış, müzeci, kimyager, felsefeci ve ressam.Tanınan en meşhur tablosu “Kaplumbağa Terbiyecisi ”adıyla biliniyor. İlk Türk arkeoloğu olarak kabul ediliyor. En önemli arkeolojik kazısını 1887- 1888'de Lübnan’da Sayda Kral Mezarlığında yapmış. Bu kazılar sırasında bulduğu dünyaca ünlü İskender, Ağlayan Kadınlar ve Likya lahdi müzede sergileniyor. Osman Hamdi Bey, aynı zamanda günümüzün Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinin de kurucusu. Girişte, alınlık üzerinde Osmanlıca 'Asar-ı Atika Müzesi' (Eski Eserler Müzesi) yazıyor. Yazının üzerinde ise Osmanlı Padişahı II. Abdülhamid'e ait tuğra bulunuyor. İçinde bir milyona yakın eserin bulunduğu müze gerçekten insanı büyülüyor.  Birinci katta Mısır mitolojisinde dans, müzik ve savaş (isyan) tanrısı olarak bilinen Cüce Tanrı Bes’in 4,5 – 5 metrelik devasa heykeli bizi karşılıyor. Elinde kafası koparılmış bir hayvanı tutuyor. Tüm Duvarları kaplayan resimler size tarihte yolculuk yaptırıyor.Troya’dan çıkartılan bulgular, Hititler ve Gordionlardan kalma taş işçiliği örnekleri, Lübnan Baalbek ve Suriye Palmira’dan gelen mezar taşları inanılmaz.Bahçe birçok tarihi eserler ile süslenmiş. Harika peyzajı ile huzur dolu bir yer. Ufak şirin kafesi, dinlenmek isteyenleri ağırlıyor. Bir banka oturup tarihte yaşamanın keyfini çıkarıyoruz.Gülhane Parkına dönerek Bizans’ın İlk kilisesi Aya İrini’yi geziyoruz.Roma İmparatoru Konstantin 330’larda Hıristiyanlık öncesi bir tapınağın bulunduğu yerin üzerine Aya İrini Kilisesini inşa ettirmiş. İstanbul’da camiye çevrilmeyen tek kilise. Birçok kez onarılmış ve çeşitli amaçlarla kullanılmış. Şimdi içerde hiçbir mobilya yok, boş. Olağanüstü akustiği ve atmosferi nedeniyle klasik müzik performansları için konser salonu olarak hizmet veriyor. İçerdeki mistik ve karanlık hava insanı ürkütüyor.1728 yılında inşa edilmiş İstanbul’un en güzel çeşmelerinden birinin, Sultan III. Ahmet Çeşmesinin önünden geçiyoruz. Rokoko mimarisiyle o kadar ince işlenmiş ki; Sanki bir masalın içinde ilerliyor gibiyiz. Bir an karnımızın acıktığını fark edip, İstanbul’un en tarihi sokaklarından biri Soğukçeşme Sokağına doğru yürüyoruz.

Araç trafiğine kapalı sokak,adını girişindeki, 1800’de Osmanlı padişahlarından III. Selim döneminde, yaptırılan mermer çeşmeden alıyor. Arnavut kaldırımlı dar sokakta, evler sokağın yalnızca bir tarafına sıralanmış ve sırtlarını Topkapı Sarayı surlarına yaslamışlar. Evlerin kapı ve pencereleri ise Ayasofya’ya
bakıyor. İki ya da üç katlı cumbalı ahşap evlerin  daha doğrusu konakların ve bir de Bizans sarnıcının bulunduğu sokak tarihe meydan okuyor. İngiliz sanatçı John Fredrik Lewis’ın 1836’da Londra’da basılmış olan renkli gravürü bu sokağı gösteriyor. Osmanlı’da saraya yakın kişilerin oturduğu konaklar, zaman içeresinde harap olmuş, yıkılmış, viraneye dönmüş uzun süre bakımsız halde kalmışlar. Ancak 1985-1986 yılları arasında sokakta bulunan tüm yapılar yıkılarak Çelik Gülersoy’un
önderliğinde eski evlerin mimarisine sadık kalmak koşuluyla, yeniden yapılan pastel renkli evler 1986 yılında tamamlanmış. Evlerin arasından
az da olsa tarihi sur duvarlarını görmek mümkün.Sokakta bir dönem oto tamir atölyesi olarak kullanılan sarnıcın içine dolan toprak ve moloz temizlenmiş. Onarımdan geçtikten sonra 7metre derinliği olduğu saptanmış. Restorasyonda yapının orijinal haline sadık kalınmış. Şimdi “The Sarnıç Restaurant” adıyla hizmet veriyor. Aşağıya bir merdivenle indik. Masif ahşap masa ve sandalyeler, demir avize ve şamdanlar ve bir şömine ilavesiyle tam bir ortaçağ atmosferi
oluşturulmuş. Havadaki nem kokusu bize nerede olduğumuzu hatırlatıyor. Burada yediğimiz yemek sırasında farklı duygular yaşıyoruz.Artık bu güzel gezinin sonuna geldik. Yarın İzmir’e dönüyoruz. Bir başka zamanda bir başka yeri keşfetmek üzere şimdilik “Hoşça kal İstanbul!”diyoruz.