Beste Serim Erbak – Antakya

Her zaman görmek istediğim şehirdi benim için Antakya. Roma İmparatorluğu döneminde Dünyanın en önemli merkezlerinden biriymiş. Oğlumun üniversite mezuniyeti için gittiğimiz Kıbrıs’tan 30 Haziran günü 9.30 da kalkan uçağımız 45 dakikalık bir uçuş sonunda Antakya’ya indi. İnişte bir hayli sarsıldık. Havalimanından bindiğimiz taksi bizi 25 km uzaklıktaki şehir merkezine getirdi.

Antakya’nın ortasından geçen Asi Nehri, sırtını dağa yaslayan şehre ayrı bir güzellik katıyor. Nehrin her iki yakasına düzenli aralıklarla banklar konulmuş. Bu şehir birçok kültürü bir arada barındırıyor. Farklı dinlerden oluşan bir halka sahip. Dolayısıyla farklı ibadethaneler görmek mümkün.

Otel ararken dar sokaklara giriyoruz. Büyük bir kapının arkası bize “ Savon Otel “diye bir oteli işaret ediyor. Gezilerimizde şehir hakkında bilgi sahibi oluyoruz ama kalınacak yerleri önceden araştırmıyoruz. İçeriye girince büyük bir avlu bizi karşılıyor. 1800’lü yıllarda Osmanlı döneminde buranın zeytinyağı ve sabun imalathanesi olduğunu söylüyorlar. Zaten otelin ismi de buradan esinlenmiş olsa gerek. “Savon” Fransızca bir sözcük ve Türkçede “Sabun” anlamına geliyor. Güzel bir yer. Sonradan buranın bir butik otel olduğunu öğreniyoruz. Eşim, oğlum ve ben valizlerimizi bıraktıktan sonra yürüyerek merkeze gidiyoruz. Amaç gece Antakya’yı görmek ve tabii ki meşhur tatlısı künefe yiyebilmek. Her yerde künefe yapılıyor. Tanesi 3.50 Lira. Çok leziz. Enfes bir tatlı. Biraz dolaştıktan sonra otele dönüyoruz. Otelin bahçesinde bir düğün var. Biraz izliyoruz.

Sabah değişik tatları, özellikle de acının her çeşidini barındıran nefis bir kahvaltının ardından tekrardan şehir merkezine gidiyoruz. İlk işimiz Antakya Arkeoloji Müzesini gezmek. Müze Vali Konağının hemen yanında. Mozaikler tek kelime ile muhteşem. Roma ve Bizans dönemine ait. Sanki bugün yapılmışlar gibi. Ne kadar ince ne kadar zarif. Figürlerinin yüzlerindeki İfadeler çok anlamlı. Daha çok mitolojik kahramanların başından geçen olaylar işlenmiş.
Dar sokaklarda kaybolup tarihi evleri görmek istiyoruz. Tarihi korumak adına sit alanı ilan edilmiş bu yerleri restore etmek istemişler ama pek başarılı olduklarını söyleyemeyeceğim. Böyle olunca da evler yıkıldı yıkılacak gibi görünüyorlar. Ahşap malzemenin bolca kullanıldığı geçmişin izlerini taşıyan evler yeni sahiplerinin zar zor taşıyorlar. Evlerin kapıları doğrudan sokağa bağlanmıyor. Her bir kapı ana bir kapıdan girilen ortak bir avluya açılıyor. Daha sonra Halep’te de bu evlere benzer yapılar gördük. Kurtuluş Caddesinde gezdikten sonra Harbiye denilen semte çıkıyoruz. Dolmuş kişi başı 1.25 lira. Çıkıyoruz diyorum zira yokuş tırmanmak gerek. Antakya merkezden yaklaşık 7 km uzaktaki şelaleler bölgesi burası. Vaktiyle Romalı zenginlerin villaları buradaymış. Hatta müzedeki mozaiklerin çoğu bu villaların duvarlarında, yerlerindeymiş. Doğrusu çok zevkliymişler. Aşağıdaki şehrin sıcağı burada yok. Yüksek ağaçlar, akan sular. Onların meydana getirdiği havuzlar. Kalabalık. Tezgâhlarda turistik eşyalar, ipek halılar, üzerinde mitolojik kahramanların resmedildiği pikeler, lokantalar…
Biz “Hidro” diye bir tesiste yemek yiyoruz. Suyun kenarında çok güzel bir yer. “Oruk” denilen içli köfte yuvarlak yapılmış. Tepsi kebap (Kıymadan güveçte yapılmış.) Tereyağında pişmiş piliç. Bir de “humus” fıstıklar içinde tereyağlı, nefis.
Buradan Saint Pierre Kilisesi’ne gidiyoruz. Merkezden 2 km mesafede. Kayalara oyulmuş bir kilise. Dağa yaslanmış. Tüm Antakya’yı seyredebiliyorsunuz.
8 lira verirseniz burayı geziyorsunuz. Hıristiyanların en eski kiliselerinden biri olarak kabul edilmekte. Asıl özelliği ise Hıristiyanların ilk defa burada kendilerini Hıristiyan olarak adlandırmalarıymış. Çok değişik bir yapısı var bu kentin. Kendine özel.