Bugün birçok kez geldiğim Fransa’da en fazla görmek istediğim ancak bir türlü kısmet olmayan bir yere “Le Mont Saint-Michel”e gideceğim. Nantes ‘tan 237 km uzaklıkta. Otobüsle yaklaşık üç saatlik bir yolculuk. Sabah erkenden yola çıkıyoruz.
Minik, şirin, tipik evleriyle Fransız köylerinden geçen yol keyifli. Hava çok güzel, her taraf yemyeşil. Çatılardaki eğim buralarda kışların çetin geçtiğini gösteriyor.
Öğlen 12.00’de Mont Saint-Michel’e varıyoruz. Fransa’nın Normandiya ve Bretagne bölgelerinin sınırında bulunan Manş Denizi kıyısında minicik bir adacık. Buradaki kayalara oyularak yapılmış manastırı ve etrafındaki surları yerleşim bölgesi çok eski tarihlere dayanıyor. Buranın dünyanın sekizinci harikası olarak kabul edildiği söyleniyor.
Manastır adından da anlaşılacağı gibi Aziz Michel’e, Mikail’e adanmış.1874’te tarihi eser olarak kabul ediliyor ve 1979’da Unesco Dünya Mirasları Listesinde yerini alıyor. Manastırı çevreleyen surların içinde bugün sadece 30 hane yaşıyor. Le Mont Saint-Michel bir körfezin ortasına yerleşmiş. Her yıl binlerce turist tarafından ziyaret ediliyor. Tabii burayı bu kadar güzel inanılmaz yapan sadece manastır değil. Manastırın bulunduğu yeri çevreleyen Manş denizinde Avrupa’nın en büyük gel-git olayı gerçekleşmesi. Deniz 15 km çekilip yeniden geri geliyor ve bu olay çok hızlı gerçekleşiyor. Hatta Fransızcada “Dörtnala giden bir atlı” deyişi suyun geliş hızı için kullanılıyor. Deniz geldiğinde burası bir adacığa, çekildiğinde ise karaya bağlı bir harikaya dönüşüyor. Denizde yürüyebiliyorsunuz. Ama bilinçli gitmek gerek. Yoksa sular altında kalmak içten bile değil.
Araçlar buraya 3 km kala park ediyorlar. Saint-Michel’e ulaşım üç şekilde gerçekleşiyor. Yürüyerek, atlı arabayla, ya da otobüsle. Otobüse binerseniz ücret ödemiyorsunuz. Ama atlı arabalar ücretli. Anlatılanlara göre eskiden arabalar çok daha yakına park ediyorlarmış. Fransızların dediğine göre ulaşım değişince turist sayısında azalma olmuş. Özellikle yaşlı turistler ya da engelliler için ulaşım zorlaşmış. Biz atlı arabaya binmeyi tercih ettik. Yürümek için vaktimiz yok. Yoksa buraya yayan varmak kesin birinci tercihimiz olurdu. Araba o kadar yavaş ilerliyor ki acaba yürüsek daha çabuk mu varırdık diye düşünüyoruz. Otobüsler de çok ilginç bu koca otobüs nasıl dönecek diye düşünürken bir de baktık otobüsün her iki ucunda direksiyon var. Yaklaştıkça daha güzel bir manzara bizi karşılıyor.
Beyaz kumların içinden yükselen manastır insanı kendisine hayran bırakıyor. Sanki bir rüya… Bir yer nasıl bu kadar güzel olabilir! Katolik Hristiyanlar buraya hacı olmak için geliyorlarmış. Avranche piskoposu Saint-Aubert ilk defa Kasım 709’da Normandiya Dükünün isteği üzerine buraya kayaları oyarak bir kilise yaptırmış.
Ve ilk dini topluluk o zaman yerleşmiş. XI. yüzyılda, yapı biraz daha genişletilmiş. XIII. yüzyılda kral France Philippe Auguste ‘ün mali desteği ile gotik tarzda ilaveler yapılmış. XIV ve XV. yüzyılda savaşlar sırasında bu muhteşem yapı yaşayanlarını mükemmel bir şekilde korumuş.1789 Fransız İhtilali sırasında din adamları buraya hapsedilmiş. Burası ortaçağ Avrupa’sının en önemli haç merkezi haline gelmiş. Manastırı gezebilmek için önceden kesinlikle rezervasyon yapılıyor. Buna dikkat etmek gerekiyor.
Surların giriş kapısı 1590 yılında Gabriel du Puy tarafından yapılmış. Umberto Eco’nun “Gülün Adı” adlı eserinin filmi bu manastırda çekilmiş.
Ana kapıdan girdiğinizde içeride Saint-Michel Belediyesi tarafından yapılan yenileme çalışmalarını gösteren bir levha asılı. Dar sokakta ilerliyoruz. Sağlı sollu dükkânlar, evler, restoranlar, oteller, butikler. Ortaçağda bir film seti gibi. Eğer imkân elverirse mutlaka burada bir gece geçirmeli. Hemen girişte ünlü restoran “Mère Poulard” kırmızı tentesiyle göze çarpıyor. Omletleriyle meşhur. Sadece burada değil her restoranda bu omletleri yiyebiliyorsunuz.
Yukarıdaki manastıra varabilmek için devamlı yokuş çıkmalısınız. Bir yandan da manastırı ziyaret için aldığımız randevuya geç kalmama çabası içindeyiz. Oldukça kalabalık. Her yerde hatıralık eşyalar satılıyor. Pek ucuz olduğunu söyleyemeyeceğim. Tahta kirişleriyle ünlü ortaçağ evleri sokaklara renk katmış. Restorasyon eskiye sadık kalarak yapıldığı için sırıtmıyor.
Yavaş yavaş manastırın girişine geliyoruz. Manzarayı sözcüklerle anlatmak zor. O kadar muhteşem ki sizi alıp uzaklara götürüyor. Bir an için bu dünyadan uzaklaştırıyor. Bir hayli basamak tırmanmak gerekli. Manastırın girişinde kuyruk aşağılara kadar uzamış. Randevumuz olduğu için içeriye çabuk giriyoruz. X-Ray ‘den geçiyorsunuz. Çantalar aranıyor. Oldukça fazla önlem alınmış.
Sabırsızlıkla ilerliyoruz. Kayalara oyulmuş ulu manastır. Çıkarken gördüğümüz bir çeşme ilginç. Elinizi değdirdiğiniz her yer tarih kokuyor.
İnsan yapının büyüklüğü karşısında ürküyor. Ortaçağın karanlık din tarihinin bire bir şahidi burası. Kim bilir neler gördü nelere tanık oldu. “Gülün Adı” adlı filmi seyrederken çoğu kez ürpermiştim. Şimdi ise içindeyim. Karışık duygular.
Aşağıda çekilmiş olan Manş denizinin kumlarında yürüyenlerin suların gelme saatinden haberleri olduğunu umuyoruz. Bu yürüyüşler rehber eşliğinde yapılabiliyor. Biz de inince az da olsa yürümeyi planlıyoruz. İnanılmaz bir deneyim.
Burası insanı uzaklara bilinmeyen âlemlere götürüyor. Bir an için tüm dertleriz silinip gidiyor mutluluklara uçuruyorsunuz. Nasıl bir güzellik… Sonsuzluk.Manastırın halen faaliyet gösteren kilisesi. Manastırda, yemekhane, avlu, misafir salonu bulunuyor.
Çok yüksek tavanlar. Camlardan süzülen ışık huzmelerinin aydınlatmasına direnen kara duvarlar. Burayı gece düşünemiyorum. Mistik hava insanın iliklerine işliyor. Saint Aubert’in Heykeli sırtını pencereye dayamış.
Meryem Ana ve bebek İsa heykeli. XIII. yy. Başı olmayan İsa Heykeli oldukça garip geldi. Keşişlerin gezindiği avlu ve misafirlerin kabul edildiği salon muhteşem. Bir de devasa şömineler var. İçine girip bacaları inceledik. Böyle bir yapının ısınması ne kadar zordur.
İçerde kocaman bir tekerlek sayesinde çalışan bir düzenek ile üst kattaki mahkûmlara yiyecek çıkartılırmış.(1820)
Bir ara başıma doğru gelen bir ışık huzmesi ile kendimi göğe yükseliyormuş gibi hissettim. Burada karmaşık duygular yaşıyor insan.
Çıkışa yakın turistik eşyaların satıldığı bir bölüm var. Aziz Michel heykeli hoşuma gitti. Almak için uzandığımda parmaklarımın arasından kayıverdi, düşüp kırıldı. Kasada ödemek istedim ama kasiyer bayan gerek yok deyip bana yenisini uzattı. Şaşırdım. Tabii yenisini aldım. Dönüşte yokuş aşağı iniyoruz. Karnımız açıktı. Bir yandan da otobüs saatini kaçırmak istemiyoruz. Üstü otel altında restoranı olan “La Croix Blanche”‘a oturuyoruz. İçerisi loş ama güler yüzlü garsonlar, nefis omlet ve kırmızı beyaz örtüler ile güzel bir yemek yiyoruz. Acele ediyoruz çünkü az da olsa biz de Manş’ta yürümenin keyfini çıkarmak istiyoruz. Balçık olan zeminde bata çıka ilerliyoruz. Harika bir deneyim daha.
Sular gözle görülür biçimde ilerliyor. Dikkat etmek gerek. Buluşma saatine bir saat geç kalıyoruz. Burası o kadar güzel ki kimse ayrılmak istemiyor. Gece geç bir saatte Nantes ‘ta varıyoruz. Akşam yemeğini bir Cezayir restoranı “Le Couscoussier”de yiyoruz.
Kuzu etli yemek hoşumuza gidiyor. Yanında kuskus ile. Ama içeri girdiğimizde vakit geç olduğu için masaların boş olduğunu görüp hemen bir masaya oturunca restoranla ilgilenen bayan oturacağımız yeri ona sormadığımız için bayağı kızıyor. Aslında tüm Avrupa’da önce yetkiliye sormak gerekiyor. Düzen böyle. Biraz can sıkıcı. Yemek fena değil. Çok da damak tadımıza uygun olduğunu söyleyemem. Bugün o kadar güzel yerler gördük ki hiç bir olumsuzluk moralimizi bozamaz. “.Fransa’ya yolu düşen gezginler Le Mont Saint-Michel’i görmeden dönmesinler .”derim.