Beste Serim Erbak: Doğu Anadolu Günlükleri – Nemrut Kalderası…

Doğu Anadolu Günlükleri 2022
Nemrut Kalderası..

Van Gölünün kıyısını takip ederek Muradiye’ye doğru ilerliyoruz. Göl olduğunu bilmesem “Van Denizi” diyeceğim. Her ne kadar zaman zaman içerlere girsek te, güzergâhımız bundan böyle bu engin maviliğin eşliğinde devam edecek.
Van-Erciş Karayolu, Muradiye ayrımından sapıyoruz. Tendürek Dağından beslenen,Bend-i Mahi Çayı üzerindeki Muradiye Şelalesi, Van’dan 80 km uzaklıkta. Anlatılanlara göre Bağdat Seferine çıkan IV. Murat’ın burada konaklamasından sonra, şelaleye “Muradiye” adı verilmiş.

Şelalenin, 15-20 m yükseklikten, dökülen sularının görkemli görünüşü bölgenin önemli bir turizm merkezi haline gelmesine neden olmuş. Muradiye şelalesi, ilçe merkezinden 10km mesafede bulunuyor.
Şelale girişine, güzel bir park, restoran ve piknik yerleri yapılmış. Çok kalabalık. Suların verdiği serinlik insanı rahatlatıyor. Kış aylarında donan şelalenin görüntüsü muhteşem oluyormuş. Çayın her iki tarafını birbirine bağlayan asma köprü güzel bir görüntü oluşturmuş.
Restorana oturup kahvemizi yudumlayarak, suların melodisi eşliğinde bu inanılmaz manzaranın keyfini çıkarıyoruz. Aşağıya merdivenlerle iniliyor. Aralarda seyir terasları bulunuyor. Burası bölge halkının gözbebeği. Çoluk çocuk gelen ahali, su kenarında fotoğraf çektiriyor. Kim, derenin küçük kayaları üzerinden zıplayarak şelaleye ne kadar çok yaklaşabilirlerse o kadar mutlu oluyor ve hemen zafer fotoğrafının çekimi başlıyor.

Erçiş’e giderken yine Bend-i Mahi çayı üzerindeki tarihi Şeytan Köprüsü görülmeye değer. İki sarp kaya üzerine kurulmuş oldukça dartaş köprü 19.yüzyılda inşa edilmiş. Köprü, altındaki kayalardan hızlıca akan suyun da etkisiyle ürkütücü bir görüntü sergiliyor.
Erciş’e 10km kala, Deliçay üzerindeki “Balık Bendi”ne uğruyoruz. Van gölünde yaşayan inci kefallerin, yumurtalarını bırakmak için, gölün sodalı sularından, tatlı sulara göç etme mücadelesini izlemek istiyoruz ama ne yazık ki zamanını kaçırdık. Nisan ve Mayıs ayları arasında gerçekleşen bu şöleni görmek kısmet olmadı. Halkın “Uçan balıklar” dediği bu balıklar hedeflerine ulaşabilmek için boylarının 20 katına kadar zıplayabiliyorlarmış. Kış aylarını gölde geçiren İnci kefalleri, Nisan ayının ortalarından itibaren suların ısınmaya başlamasıyla birlikte göle dökülen akarsu yataklarında toplanmaya başlıyorlarmış. Buralarda bir süre bekledikten sonra Mayıs ayından itibaren sürüler halinde akarsularda ilerliyor ve yumurtalarını bırakıyorlarmış. Bu göç Haziran ayının sonuna kadar devam ediyormuş. Burası aynı zamanda güzel bir mesire alanı. Balıklar olsun olmasın halkın piknik yapmaya geldiği bir yer.

Erciş, göl kenarında Van’ın şirin bir ilçesi. Yürüyüş yolu, sahile paralel ve oldukça uzun. Yolun sonundaki meydanda yapılan Deniz Feneri hoş bir görüntü çiziyor. Meydanda en fazla ilgimi çeken ise duvara çizilmiş emektar Yeşilçam yıldızları ile halk sanatçılarının resimleri ve onların yazılmış replikleri. Polis, öğretmen ve belediye çalışanlarından oluşan gönüllü ekip tarafından gerçekleştirilen bu performans gerçekten mükemmel. Sahilde tahta malzeme kullanılarak yapılmış dev bir değirmen restoran ve kafe olarak işletiliyor. Yemek için çok güzel bir mekân deyip içeriye giriyoruz. Hava aşırı sıcak olduğu için göl kenarında oturmak iyi olur diye düşünüyoruz. Sularının üzerine yapılmış yüksek tahta ayakları olan iskelede keyifli bir yemek yiyoruz. Bir yanda martılar, öbür yanda suya girip serinlemek isteyenler. Sanki Ege’nin bir sahil kasabasındayız.

Erciş’ten ayrılıp Adilcevaz’a doğru yaklaşık bir saat yol aldıktan sonra kara tarafından içeriye girince, Süphan Dağının eteğinde, tektonik göl, Aygır Gölü’nün harika manzarası bizi karşılıyor. Artık Bitlis sınırları içindeyiz. Göl ve kıyısı, 2019’da, “Kesin Korunacak Hassas Alan” ilan edilmiş. Gölün suyu tatlı olduğundan Alabalık tesisleri bulunuyor. Temiz, berrak hava, gölün güzel mavisi, doğal bitki örtüsü… Muhteşem manzaranın seyrine doyum olmuyor. Kıyıda derme çatma bir kulübeden çıkan çocuklar merakla etrafımıza doluşuyor. Bir keçi sürüsü bize doğru ilerliyor. Etrafta besili kümes hayvanları, oraya buraya koşuşturuyor. Doğa bize ne güzel anlar sunuyor.

Adilcevaz sahil şeridinin kara tarafında, on iki küçük kubbesiyle Anadolu’nun ilk kubbeli camisi olarak tanınan Tuğrul Bey Camii sevimli mimarisiyle pek hoş duruyor.Yapılış tarihi hakkında kesin bir bilgi yok ama XVI yüzyılda Zal Paşa tarafından yenilendiği biliniyor. Bunun için cami“Zal Paşa Camisi” olarak da anılıyor. Ahlat taşıyla örülmüş eserin, kare biçimindeki görüntüsü bir harika.
Caminin üst bölümünden geçen dar toprak yoldan sonra ikinci bir cami yer alıyor. Onun da üstünde, en tepede eski bir kalenin yıkıntılarını görmek mümkün. Adilcevaz Ulu Camii (Eski Cami). Buraya çıkabilmek için biraz yokuş tırmanıyoruz. Cami bir zamanlar medrese olarak kullanılmış. Bu nedenle adı “Hatuniye Medresesi” olarak ta biliniyor. Çevre düzenlemesi yapılmış. Adilcevaz’ı tepeden seyrediyoruz. Tarihi esere ek yapılan cam kapı ve pencereler hiç uygun olmamış tabii. Bahçesine bir kamping karavan yerleşmiş. Sahibi karı koca buradan çok memnunlarmış. Sularını çeşmeden alıp, caminin lavabosunu kullanıyorlarmış. Ayrıca bahçede hanımlar,çocuklar yiyecek içeceklerini getirmişler piknik yapıyorlar. Samimi bir ortam.

Daha bir saatlik yolumuz var. Geceyi Tatvan’da geçireceğiz. Van gölünün kıyısından renk cümbüşü içinde yol alıyoruz. Tatvan’a girdiğimizde artık zifiri karanlık çöküyor. Taşar Royalotele varınca şükür diyoruz ama burada yaşadığımız zorluklar aslında durumun hiç te öyle olmadığını gösteriyor. Tüm gezimiz boyunca karşılaşmadığımız şey bu otelde başımıza geliyor. Resepsiyondaki yetkili daha bir hafta önce verdiği fiyattan çok daha yüksek bir ücret istiyor. Ne kadar böyle şey olur mu dediysek te bir türlü derdimizi anlatamıyoruz. Daha sonra otel sahibi bizimle sohbet edince galiba iyi niyetliler dedik ama çok yanılmışız. Buna kilitlenmeyen oda kapısı da eklenince burada iki günden daha fazla kalmamaya karar verdik. Ağır kırmızı mobilyaların olduğu otel, moralimizi bozmasın diye uğraşıyoruz. Sabah kahvaltısı çatı katında. Tatvan’a gelirken nedense oteli hep göl kenarında hayal etmiştim ama tüm oteller içerideki geniş caddeye sıralanmışlar. Ancak binaların en üst katından göl gözüküyor. Sahilde yüksek binalar yok. Tatvan, Bitlis’in bir ilçesi olmasına karşın ondan daha büyük. Çok kalabalık ve karmaşık bir yapıya sahip. Halk, Doğu Anadolu’nun o misafirperver halkı değil.
Kahvaltıdan hemen sonra Nemrut Krater Gölüne gitmek için harekete geçtik. Türkiye’nin en büyük krater gölü olma özelliğine sahip “Nemrut Krater Gölü” çok görmek istediğimiz yerlerden biri ve Tatvan’dan sadece 20km uzaklıkta. Ana yoldan sapağı bulup dağlara doğru, yılan gibi kıvrıla kıvrıla kâh asfalt kâh toprak ama kesinlikle dar ve zor bir yoldan tırmanıyoruz.

Nemrut Krater Gölü deyince insanın aklına Adıyaman Kâhta’da, zirvesinde tanrı heykelleri bulunan “Nemrut Dağı”geliyor. Ancak bu ad benzerliğinden başka bir şey değil. Biri Adıyaman, diğeri Bitlis’te.
Nemrut adı MÖ 2100’de yaşayan, zalimliği ile ün salmış Babil Hükümdarı Nemrut’tan geliyor.
“Nemrut Kalderası ve Çevresi” doğal sit alanı, “Kesin korunacak hassas alan” olarak ilan edilmiş. 2021’de Avrupalı Seçkin Destinasyonlar (EDEN) projesi kapsamında ‘Mükemmeliyet Ödülü’ alan bu yer muhteşem güzelliklere ev sahipliği yapıyor. Nemrut günümüzde ‘Uyuyan yanardağ’ olarak biliniyor. Volkanik patlamadan önce yüksekliği 4 binden fazlayken şimdi 2 bin 250 m. Dağın kalderası, buralarda süren serin ve nemli iklim ile birleşince toprak biyo çeşitlilik açısından inanılmaz bir zenginlik kazanmış. Ayrıca değişik türden hayvanlar da burada yaşamlarını sürdürüyorlar. Kızıl akbaba, kaya kartalı, boz ayı, yabani tavşan, tilki ve daha birçokları. Şimdilerde bulunmayan çengel boynuzlu dağ keçisi de bir zamanlar bu topraklarda yaşıyormuş. Ayrıca burada bulunan,Buz mağarası, Buhar bacalarının varlığı ise yanardağın etkin ya da her an etkinlik gösterebilme kapasitesinin bir göstergesi. Buhar bacaları denilen yerlerde, kayaların arasından dışarıya sıcak hava çıkarıyor. Solunan havanın astım, romatizma ve eklem ağrılarına iyi geldiğine inanılıyor. Ancak son zamanlarda buhar azalmış.

Nemrut Krater Gölü diye geçiyor ama aslında burada beş adet göl bulunuyor. Söz konusu olan bu göllerin en büyüğüne ulaşmak için epeyce yukarı tırmanıyoruz. Tepeye ulaşıldığında aniden ortaya çıkıveren Büyükgöl’ün görünüşü insanı büyülüyor. Bir zamanlar korkunç alevlerin yuvası şimdi seyrine doyulmaz engin mavi, daha çok lacivert bir göle dönüşmüş. Biraz aşağıya doğru kıvrılınca, sıcak göl, Ilıgöl’e varıyoruz. Kıyısında, yol kenarında, taşların arasından bir sıcak su kaynağı çıkıyor. Sıcak su mineral bakımından oldukça zengin. Ilıgöl’de su sıcaklığının kış mevsiminde 40 dereceye, yaz mevsiminde ise 60 dereceye kadar ulaştığı söyleniyor. Etraftaki kırmızı, mor, rengârenk bitki örtüsü ile gölün yemyeşil görüntüsü kadar huzurlu bir uyum, dinginlik içinde ki, insanı kendine hayran bırakıyor. Tabanında kaynayan volkanik su kaynakları tepeden bakıldığında küçük kabarcıklar halinde gözle görülebiliyor. Gölün suyu, yağmur suları ve sıcak su kaynaklarıyla beslendiği için tatlı. Ilıgöl’ün, alt kısmının yüzeye göre daha sıcak olması, kış aylarında buzlanmasını mümkün olduğu kadar engelliyor.

Göl kenarında ağaçların arasında dar bir çimenlik alanda kamp kurmuş iki karavan gözüme çarpıyor. Çoluk çocuk yüzüyorlar, uzaktan Fransızca konuşmalar duyuyorum. Ziyaretçiler için derme çatma bir kafeterya ve çardak bulunuyor. Sit alanı olduğu için betonarme binalar yapılamamış. Burada manzarayı seyrederek içtiğimiz çayın keyfi anlatılamaz. Kafeteryayı işleten güler yüzlü, amcayla sohbet başlıyor. Yabancı turistler burada bir ay kalıyorlar diyor. O sırada karavanlardan birinin sahibi, Fransız Bey gelip çat pat İngilizce ve Türkçe bir şeyler istiyor. Ben Fransızca konuşunca çok seviniyor. Hemen yanımıza oturuyor. Paris’te yaşayan bir aktörmüş. Kendi yaptığı karavanıyla, tek başına, uzunca bir seyahate çıkmış. Burası kadar güzel bir yere rastlamadığını anlatıyor. Geceleri inen ayı yavrularını beslediğinden bahsediyor. Doğal yaşamın keyfini çıkartıyormuş. Kendisi gibi çocuklarıyla tatile gelen diğer karavanın sahibi Fransız aileyle komşuluk yaptığını söylüyor. Büyükgöl’ün kıyısına gitmek için ayrılıyoruz. Meşe, Huş ve Kavak ağaçları arasından, keyifli yolu takip ediyoruz. Bir masal dünyasındayız.
Büyükgöl oldukça geniş bir alanı, Nemrut’un yaklaşık yarısından fazlasını kaplıyor. Nemrut Krater Göllerinin en büyüğü olan Büyükgöl yarım ay şeklinde ve fitoplankton bakımından bir hayli zengin. Hemen suya girip,bembeyaz kuma gömülen ayaklarımın altındaki şeffaf sudaki bitki türlerini, aralarından geçen minik balıkları inceliyorum. Dev bir akvaryumun içindeyim sanki.

Öğle yemeğimizi yine Bitlis’in ilçesi Ahlat’ta, Altaş Restoranda yiyoruz. Oldukça kalabalık. Turlar burada duruyor. Van gölü balığı inci kefalini tadayım diyorum. Lezzetli bir balık, ama göl balıkları nedense mideme dokunuyor. Sırada “Ahlat Müzesi” var. Bölgede bulunan tüm tarihi eserler burada toplanmış. Hemen yolun üstünde. Selçuklu Mezarlığına çok yakın. Müzenin ilk açılışı 1971 yılı, ama daha sonra 2014’te yenilenmiş. Çok geniş bir alana kurulmuş. Bahçede tarihi mezar taşları bulunuyor. Ana müze büyük değil. Bu topraklardan gelmiş geçmiş devletlere ait eserler sergileniyor. Ahlat Selçuklu Mezarlığı Mezar Taşları hakkında bilgiler içeren bir sunumu seyredebiliyorsunuz. Ahlat,ceviz ağacından ve boynuzdan yapılan bastonlarıyla ünlü olduğu için baston başlıkları ve yapılış tarihi hakkında açıklamalar yer alıyor. Müzenin karşı tarafında aradaki bir yola girince geniş bir alan üzerinde, Ermeni usta Şagirt tarafından yapılmış Kümbet sanki yapıldığı günkü gibi sapasağlam duruyor. Kitabesi olmadığı için yapılış tarihi hakkında tam bir bilgi bulunmuyor. Ancak yapım tekniği ve süsleme özellikleri dikkate alındığında 1285 yılına doğru yapılmış olduğu kabul ediliyor. Muazzam bir taş işlemeciliği ile dantel misali süslü. Yüksek bir kaidenin üzerine oturmuş, çok zarif bir eser. Buradan Emir Bayındır mescidi ve Kümbetinin bulunduğu Selçuklu Mezarlığının arka tarafına gidiyoruz. Ahlat’ta nereye bakılsa bir tarihi eser ile karşılaşmak mümkün. Hepsi de neredeyse aynı alan içinde. Gidip, dönüyor, tekrar aynı yöne gidiyoruz. Türbe ve mescit önlü arkalı sıralanmış. Mescit, 1481 yılında Akkoyunlu Türkmen beylerinden Emîr Bayındır Bey tarafından yaptırılmıştır. Tamamı kesme taştan. Öyle çok büyük değil. Kare bir kaide üzerine oturan kümbetin ikinci katı, sekiz adet bodur sütunların taşıdığı kemerler ile çevrilmiş. Küçük bir basamakla üzerine çıkılabilen kümbet Emir Bayındır’ın ölümünden sonra eşi tarafından yaptırılmış. Kitabesinde mimarının, Azerbaycan ya da Ahlatlı olduğu düşünülen, “Baba Can” tarafından yapıldığı yazmakta. Özbekistan’da gördüğüm kümbetlere çok benziyor. Yolumuza devam edince buraya çok yakın, binlerce yıllık geçmişe sahip mağaralar topluluğu, “Hayalet Şehir” olarak anılıyor. Bir küme halinde hafif yüksek bir tepeye toplanmışlar. Sayıları 30’u bulan mağaralar zaman zaman yerleşim yeri olarak kullanılmış. Ne yazık ki bu yerler halen kamulaştırılamamış. Kışın sahipleri tarafından erzak deposu olarak kullanılıyormuş. İçleri bir hayli ürkütücü. İki katlı olanları da bulunuyor. Bazılarının kapıları kesme taşlarla sonradan örülmüş. İçerdeki bir odanın tavanında 2 tavuskuşu taş kabartma oldukça ilginç.

Bazı mağara girişlerinin üzeri taş oymacılığıyla süslenmiş. Kapadokya’daki mağara evlere benziyorlar. Karşıdaki kavak ağaçlarının altında tarihi olduğunu düşündüğüm mezarlar var. Burası mutlaka değerine yakışır şekilde kamulaştırılıp turizme kazandırılmalı diye düşünüyorum. Burada sohbet ettiğimiz genç bir çift, çocuklarıyla bölgeyi gezdiklerini söyleyince birlikte gezelim diyoruz. Biraz daha toprak yoldan ilerleyince göle akan, küçük bir derenin üzerinde, eğilen ağaçların gölgesinde kesme taştan yapılmış tek gözlü tarihi köprü muhteşem gözüküyor. XIII. yüzyılda yapıldığı tahmin edilen,Emir Bayındır Köprüsü’nün her iki yakasında eğime uygun merdivenler bulunuyor. Son derece zarif bir eser. Gelin ve Damat üzerinde poz veriyorlar. Güzel bir anı. Harika, doğal bir dekor.
Çok merak ettiğimiz yeri sona bıraktık. Türkiye’nin en büyük tarihi mezarlığı olarak kabul edilen ve UNESCO Dünya Kültür Mirası Geçici Listesi’nde yer alan Ahlat Selçuklu Meydan Mezarlığı. Bu kadar büyük bir yer olabileceğini hiç hayal etmemiştim. 210.000 metrekarelik bir alanı çevreleyen mezarlık, günümüze dek sağlam bir şekilde ulaşabilmiş, her biri ayrı ayrı tarihi eser niteliği taşıyan yaklaşık 1500 mezar taşını saklıyor. Mezarlık alanını da kapsayan bölgede yeni bir yerleşim olmadığı için, çeşitli kültürlere ait mimari kalıntıların büyük çoğunluğu sağlam, özgün halini koruyarak günümüze kadar ulaşmış durumda. Yaklaşık 1700 metre rakımlı düz bir arazide yer alan mezarlık alanındaki taşlar bölgenin sert iklim koşullarının etkisiyle 800 yıldır çeşitli bozulmalarla savaşmışlar.

Üzerlerindeki kitabeler ve süslemeler bölgenin geçmişi hakkında önemli bilgiler veren belgeler niteliğinde. XII. yüzyılın son çeyreği ile XVI. yüzyılın ilk çeyreği arasındaki tarihlerde yapılmışlar. Şimdiye kadar yapılan çalışmalarda ancak 500 eser hakkında tam bilgi elde edilebilmiş. Üzerlerinde farklı desen, rölyef ve yazıtlar olan Selçuklu Mezar Taşları farklı kalınlık ve genişlikte. Bezeme ve yazılar oldukça belirgin. Şâhidelerin büyük bir kısmının ayakta durmasıyla birlikte, bir bölümü zemin hareketleri sonucu devrilmiş veya eğik durumda. Ortalama bir ilâ iki metre yükseklikleri var. Mezar taşlarından en yüksek olanı, toprağa gömülü kısmı dâhil olmak üzere, beş metreyi aşıyor. Devasa boyutlar karşısında büyülendim. Çevrede düzenlemeler yapılmış ve halen devam etmekte. Girdiğinizde düzgün, bir yolda yürüyorsunuz. Otlardan temizlenmiş, çiçekler dikilmiş temiz alan, insana huzur veriyor. Mezarlıklar her zaman yaşamların bir özeti. İnsanoğlunun bu dünyadan ayrıldıktan sonra ömrünü nasıl geçirdiğini, nasıl yaşadığını anlatan bir belgesel nitelik taşıyorlar.

Ahlat kalesini de görelim diyoruz. Urartular Döneminden kalan kale 1224 depremiyle yıkılmış. Daha sonra Kanuni Sultan Süleyman, Veziri Zal Paşa’dan bu kalenin onarılmasını isteyince, Mimar Sinan tarafından 1557’de kale yeniden yapılmış. Göl kıyısına yakın olan kalenin surları fazla yüksek olmadığından çok güzel bir manzarası var. Çevresinde su hendekleri bulunuyor. Şehri gölden gelecek hücumlara karşı korumak amacıyla, göl kenarında olduğu bilinen rıhtımdan iz kalmamış. Osmanlı Kalesi sınırı içerisindeki alan, sit alanı olarak ilan edilmiş. Vaktiyle göl kenarına bakan üç kat sağlam demir kapısı, içinde 350 ev, bir camii, bir hamam, bir han, yirmi kadar dükkân bulunduğu kaynaklardan anlaşılıyor. Şimdi sadece surlar mevcut, içerde ise bazı kalıntılar var. Geceyi Tatvan’da geçireceğiz.