Beste Serim Erbak: Doğu Anadolu Günlükleri – Yeşil vadinin gizemli şehri – Bitlis

Doğu Anadolu Günlükleri 2022
Yeşil vadinin gizemli şehri, Bitlis

Öğlen vakti Öz Çavuşoğlu Otele vardık. Şehrin hemen girişinde güzel, tipik bir yapı. Bitlis, bu gezinin beni en çok etkileyen yeri oldu. Esrarengiz bir atmosferi var. Sanki tarih öncesinde yapılan inşaatlar halen devam ediyor.

Merkezi, Açıkhava müzesini andıran şehrin konumu oldukça ilginç. Bitlis’in tarihi İ.Ö. 2000’li yıllara kadar dayanıyor. Tam kuruluş zamanı bilinmiyor. Derin bir vadide yeşillikler içinde. Etrafı dağlarla çevrili bir çanağa yerleşmiş. Bitlis’in kuruluşuna dair anlatılan efsanelerden birine göre; Antik Makedonya Kralı Büyük İskender (MÖ 356 -323) Doğu’yu istila ederken güzergâhı üzerinde bulunan bu vadiyi görüp hayran olmuş. Vadideki kaynaklardan su içer içmez, hemen oracıkta rahat bir uykuya dalmış. Yedi gün boyunca bu suları içmeye devam edince hiçbir rahatsızlığı kalmamış. Bunun üzerine hizmetkârı Bidlis’i yanına çağırmış. Ondan, buraya yıkılamaz, güçlü bir kale yaptırmasını istemiş. Hatta öyle ki; kendisi şöyle demiş: “Bu kaleyi, ben bile kuşatsam, almakta zorluk çekeyim”.Bidlis, tüm ünlü ustaları kalenin yapımı için seferber etmiş. İki derenin ortasında devasa kaya bloklarının üzerinde kale tüm heybetiyle yükselmiş. İçeresinde saray, han, evler, cami, çarşı, bedesten gibi yapılara ev sahipliği yapan kaleyi tamamlandıktan sonra kendi de kaleye yerleşmiş. Seferden dönen İskender 40 gün boyunca kaleyi kuşatmış. Fakat bir türlü alamamış. 41. gün kalenin kayalıklarındaki bir mağaradan eşek arıları, bulut halinde dışarı çıkmış. Efsane bu ya, her bir arının büyüklüğü neredeyse bir serçe kadarmış. Askerler arılardan kaçınca İskender ve ordusu, geri çekilmek zorunda kalmış..Bidlis de hemen içinde mücevherler ile kalenin anahtarın bulunduğu bir kutu ve çeşitli armağanlarla birlikte İskender’e gitmiş. İskender; ‘Niçin bunca askerimi öldürdün?’ diye sorunca Bidlis; “Efendim, alınması güç bir kale inşa etmemi siz buyurdunuz. Ben de sadece emrinizi yerine getirdim” demiş. İskender, bu sözün üzerine Bidlis’i kalenin valisi yapmış. Kale, Bidlis adını almış ve zamanla şehrin adı da Bitlis olmuş.

Otele yerleştikten sonra, yemek için nereye gidebiliriz diye sorunca Büryancı Vahit’in şehrin yeni yerleşim bölgesindeki restoranını önerdiler. Aslında ilk restoran çarşı içindeymiş. Yemekler nefis. Hele Büryan. Siirt’ten farklı olarak burada keçi eti tercih ediliyor ancak onun olmaması durumunda koyun eti kullanılıyor. Yanında yaş üzümle servis ediliyor. Aroma ete karışıyor. Bayıldık. Tatlı yemek isteyince yolun karşı tarafında “Fidan Pâtisserie”yi tarif ettiler. Hakikaten muhteşem lezzetler.

Artık eski merkeze gelerek gezmenin zamanı. Araba park yeri büyük problem. Çok şükür ki turist olduğumuz için girilmez bir yere izin verdiler. Bekçi ile sohbet ediyoruz. Kalenin onarımı için uğraşılıyormuş. Bu nedenle kaleyi ancak dıştan, sokak aralarından görebildik. Urartu kaleleri gibi kaya bloklarıyla bütünleşerek yükseliyor. Kalenin siyah, gri ton taşlardan oluşan surlarıyla, hemen altında yer alan, beyaz badanalı Bitlis evlerinin tezat oluşturan görüntüsü harika. Yol çalışmaları nedeniyle her taraf toz, toprak, çamur, çukur ya da tümsek. Sanki şehir bombardıman altındaymış gibi. Her yerde tarihi kalıntılar var. Araba sürmek marifet istiyor. Bitlisliler bu çalışmaların hiç bitmediğini söylüyorlar. Bir keşmekeştir gidiyor. Şehrin ortasından geçen dere yatağının duvarları taşlarla örülüyor, üstünde sayıları yirmiyi bulan tarihi köprüler yenilenmeye çalışılıyor. Başımı yukarı kaldırıp çevreme baktığımda evler sanki birbirlerinin üzerine inşa edilmiş gibi gözüküyor. Yüksekteler ve altları uçurum.
Arabayı park ettiğimiz yer Meydan Camiinin hemen bitişiğinde, Bitlis kalesinin eteğinde çarşı meydanında. Caminin XVI. yüzyılda yapıldığı tahmin ediliyor. Uzun yıllar bir yıkıntıdan ibaret olan caminin sadece minaresi varmış. 2006 yılında restore edilmiş. Yıllarca tek bir minareden ibaret olan camiye halk “Camisiz Minare” demiş. Revakların bulunduğu oldukça büyük bir avlusu var. Şerefesinden çıkan otlar ve bitkiler, ne kadar eski olduğunu gösteriyor.

Çarşıda “Zülfikar Oğulları” yazısı bir hanın kapısının üzerinde göze çarpıyor. Eskilerde bir tarihi gösteriyor ama bu konuda yeterince bilgiye ulaşamadım. Büryancı Vahit ustanın dükkânının önünden geçerek köprünün diğer yanında, zarif bir takım eserler topluluğu olarak dikkat çeken Şerefiye Külliyesine doğru gidiyoruz.1524’te IV. Şeref Han tarafından yaptırılmış. Camii, medrese, imaret, türbe kısımlarından oluşuyor. Anıtsal bir yapı. Siyah, gri, kahverengi taşların hâkim olduğu yapıda konik alçak iki kubbe özellikle dikkatimi çekti. Halen yenileme çalışmaları devam ediyor. Şerefiye camisi, Bitlis’in güzel minarelerinden birine sahip. Caminin yanında yer alan medresenin bir bölümü iki katlı. Medreseye küçük bir avluya açılan güzel bir kapıdan giriliyor. Dikdörtgen şeklinde yapılmış, öyle çok büyük olmayan bir mekân. Eyvanlar ile çevrili, pek zarif. Düzgün kesme taş işçiliği ile yapılmış olan yapı çok sade. Buraya girerken “Büryancı Azminin Yeri” diye büyük bir tabela görüyoruz. Bitlis’te 1907 yılından beri bir aile işletmesi olarak faaliyet gösteren bu restoran tarafından uzun yıllığına kiralanmış. Tahta masaların bulunduğu avluda küçük bir havuz ortama renk katıyor. İşletmenin sahibi ile sohbet ediyoruz. Biraz bu tarihi atmosferi soluyup çay içiyoruz. Ne yazık ki Büryan yiyecek zamanı kaçırdık.

Yolun karşı tarafında kızıl-kahverengi kesme Bitlis taşından yapılmış tek şerefeli, kalın silindirik gövdeli güzel bir minaresi olan Ulu Camii görüyoruz. 1150 yılında yapıldığı düşünülen caminin mimarı bilinmiyor. Şehrin en eski eseri olduğu düşünülüyor. Simetrik yapısı ile dikkat çekiyor. Yapı birçok onarım görmüş, ilaveler yapılmış. Külah şeklindeki kubbesi çok zarif. Dediğim gibi Bitlis’in tarihi eserleri bir başka güzel ve hepsi hemen hemen aynı yerde toplanmışlar. Yarın şehrin çevresine, Hizan’a gideceğiz. Çok eski bir yerleşim.

Sabah erkenden yollara düşüyoruz. Mesafeler uzak değil ama görmek istediğimiz yer fazla. Yemyeşil yolun, sağında solunda hafif tepelere yerleşmiş ağaçlar arasında taş,iki ya da üç katlı tarihi köy evlerinin bulunduğu bir yolda ilerliyoruz. Sanki Ege toprakları. Alabildiğine uzanan tütün tarlaları, şırıl şırıl akan dereler, ne güzel yerler buraları. Mavinin en çarpıcı tonlarını barındıran, meyve ağaçları ortasında, Gayda Gölet’ine varıyoruz. Muhteşem manzara, özellikle suya akseden görüntülerle bir tablo havasında.

Hizan’a vardığımızda biraz daha yapılaşma görüyoruz. Hemen ana yolda çay içmek için, öbekleşmiş küçük taburelere oturup, biraz soluklanalım istiyoruz. Yabancı olduğumuz her halimizden belli olunca etrafımız “Hoş geldiniz” demek için birbirleriyle yarışan Hizanlılarla doluyor. Sohbet başlıyor. Israrla tatlı ikram ediyorlar. Çoğu İzmir’e gelip çalışmış. İzmir’de yaşayan akrabalarından bahsediyorlar. Yüreği güzel insanlar. Asla ücret almıyorlar. Anlaşılan buralarda para geçmiyor. Hep misafiriz. Güzel değerlerimiz yitirilmemiş bu diyarlarda. Uzuntaş köyüne gitmek istediğimizi söyleyince hemen Kürtçe adını söylüyorlar. Doğuda birçok yerin halk arasında kullanılan Kürtçe adları var.Ha! Tamam, “Kûç” deyip tarif ediyorlar. Kendi başımıza yolu bulmamızın zor olabileceğini yanımıza birini almamız gerektiğini söylüyorlar ki; bu konuda hiç yanılmadıklarını sonradan anlıyoruz. Bize eşlik etmesi için birilerini arıyorlar ama bulamıyorlar. Epeyce yanlış yerlere girip, çıkıp tepeler tırmanıyoruz. Köyü işaret eden bir yazı bulabilmeyi umarak. Köylerin çoğu, derin vadilerin yamaçlarına kurulmuş.

Sonuçta Uzuntaş Köyünü bulabilmek için epeyce çaba harcıyoruz ama buna fazlasıyla değiyor. Köye tepeden giriyoruz. Sonradan aşağıdan da bir yol olduğunu fark ediyoruz ama artık oraya gidecek vaktimiz kalmadığı için köyü gezmeye karar veriyoruz.Tarihe meydan okuyan 200-300 yıllık iki ya da üç katlı, taş, tahta ve çamur harç karışımından farklı bir mimariyle yapılmış düz damlı muhteşem evler.Yıllara meydan okuyorlar. Soğuk iklimden dolayı oluşan farklı mimarilerine hayran oluyoruz. Bir evin damından diğerinin damına tahta bir merdivenle geçmek mümkün.Vadiye doğru teras şeklinde sıralanmışlar. Burası özellikle sonbahar aylarında Türkiye’nin çeşitli yerlerinden gelen gezginler, fotoğraf sanatçıları, sinemacılar ve belgeselcilerin uğrak yeri olmuş. Bir bakıyorsunuz muazzam bir kaya parçası evin zemin katını oluşturmuş. Bir bakıyorsunuz pencerelere odundan parmaklıklar yapılmış. Her ayrıntı doğa ile bütünleşmiş. Yamaca kurulduğundan evlerin arasında taşlı, daracık yollarda gezebilmek için daima dik bir yokuşu tırmanıp, iniyorsunuz. Evlerin bahçeleri birbirlerinin içine girmiş.Ahşap kapılı üst üste kümelenmiş evler, ağaçlar, bağlar ve bahçeler, kartpostallık manzaralar, insanı büyülüyor. Yaşamın halen devam ettiği bu köy kesinlikle korunması gereken muazzam bir görselliğe sahip.

Dönüşte yol üzerinde Gayda Köyü Kayalar mezrasında duruyoruz.“Buyrun bir çayımızı için!” deyip, bizi evlerine davet ediyorlar. Etrafımızı sarı saçlı, mavi gözlü güleç yüzlü çocuklar sarıveriyor. Kadınlar bizi bahçelerinde ağırlamak için koşuşturuyorlar.Evin sahibi Hanım “Biraz önce yemek pişirmiştim hemen getireyim” diyor. Ayranla yapılmış pirinç pilavı üzerine dökülmüş nefis tereyağı mis gibi kokuyor. Bisküviler, şekerler masaya konuluyor. İçtiğimiz doğal suyun tadını unutamıyorum. Biz şimdiye kadar su içmiyormuşuz dedirtecek kadar nefis. Sonra köyü gezdiriyorlar. Tarihte buranın etrafı surlarla çevriliymiş. Hizan’ın ilk kurulduğu yer. Şimdi surların çoğu yıkılmış. Dere kenarında kalan az kısım bile harika. Eskiden dere çok gür akarmış ve üzerinde köprüler varmış. Köylüler burada bir yeraltı şehri ve çarşısı olduğunu söylüyorlar. Birinci derece sit alanı olarak ilan edilmiş. Mezranın çıkışında Hizan’da yaşadığı için, Gavs-i Hizani lakabıyla anılan Seyyid Sıbgatullah Arvâsî’nin (v. 1870) türbesi bulunuyor.

Giriş kapısının üzerinde Yunus Emre’nin güzel bir sözü yazıyor. “Edeple gelen lütufla döner, illa edep illa edep”.
Buraya yakın bir alabalık çiftliğine gidiyoruz. Ekinciler Alabalık Tesisi, suyun kenarında, yerli halkın geldiği bir yer. Şırıl şırıl akan su kenarında, söğüt ağaçlarının gölgesinde tadına doyulmaz bir balık ziyafeti. Artık dönme vakti, birazdan karanlık çökecek.

Ertesi gün Bitlis’ten ayrılmadan önce, yine merkezden geçerek yolumuza devam etmek istedik. Gökmeydan Mahallesinde İhlasiye (Gökmeydan) Medresesi tüm ihtişamı ile yükseliyor. Önündeki büyük alanda güzel bir Atatürk heykeli göze çarpıyor. Kesme taş işçiliğinin büyük bir ustalıkla kullanıldığı adeta bir abide görünümü taşıyan medrese 1589 yılında V. Şerefhan tarafından yaptırılmış. Mimarisi Selçuklu mimarisine benziyor. Dört köşesinde kuleler olması ise bir ortaçağ şatosu izlenimi veriyor. Medresede, tefsir, astronomi, mantık ve kelam dersleri okutuluyormuş. Zamanının en büyük ilim yuvalarından biriymiş. Bir türlü giriş kapısını bulamadık. Yüksek yan duvarlarının bulunduğu yolda Bitlis Lisesi görülüyor. Büyük bahçesinde ulu ağaçlar zamana tanıklık etmeye devam ediyorlar. Medreseden çıkınca oturmuş sohbet eden kişilere katılmak hoş oldu. Bize Bitlis hakkında daha fazla bilgi almak istiyorsanız Kültür Merkezine gitmelisiniz dediler. Merkez, okul görünümünde, büyük bir bina. Kapısında Bitlis’in beş değişik minaresinin ve diğer tarihi eserlerinin resminin bulunduğu devasa büyüklükte bir afiş asılı. Yüksek ve geniş basamakları tırmandıktan sonra, kapıdan girer girmez Nemrut Krater Gölünün bir maketi yer alıyor. Hemen bizi karşılayıp misafir ediyorlar. Bitlis yöresel yemek tariflerinin yer aldığı güzel bir kitabı anı olarak armağan ediyorlar. Buraya çok yakın, 8 -10 km mesafedeki, Değirmenaltı (Por) köyüne nasıl gidebileceğimizi öğreniyoruz. Ana yol üzerinde minnacık bir tabela size bu köyü işaret ediyor. Oldukça kötü bir yol ama etraf yemyeşil.

Bu köy Ortaçağ Ermenilerinden kalma anıtsal taşları barındırıyor. Yükseklikleri 5 – 6 metreyi bulan, Haçkar ya da Açkar denilen bu taşların Ermeni kültüründe önemli bir yeri var. Yapım tarihleri XIV. yüzyıl sonları ile XV. yüzyılın başları. Bin 400 yıllık Ermeni taş kilisesi St Anania’nın güney cephesine iki sıra halinde sıralanmışlar. Taşların en alt kısımlarında Ermenice kitabeler göze çarpıyor. Üzerlerinde muhteşem bir taş işçiliği ile kazınmış, semboller, motifler, çeşitli iç içe geçmiş geometrik şekiller, eşit kollu Malta haçları, balık kabartmaları, yaprak gibi desenler, insan figürleri, çarklar olan taşlar halen dik durumda duruyorlar. Haçkar, yaşayan ya da ölmüş bir kişinin ruhunun kurtuluşuna adanmış bir anıt olabildiği gibi askeri bir zafer ya da bir kilisenin inşası anısına veya doğal afetlerden korunma adına da dikilebiliyor. En çok rastlandıkları yerler ise mezarlıklar. Ama sonuçta Haçkar sadece bir mezar taşı olarak düşünülmemeli.

Arabadan inince gözlerinin içi gülen köy çocukları etrafımızı sardı. Buraya gelenlere alışmış olmalılar ki; hemen sizi taşlara götürelim mi diye sordular. Hep birlikte hareket ettik. Taşları görünce çok şaşırdım. Gerçekten muhteşemler. Tabii bakımsızlar. Hatta bazıları taş duvarların içine dâhil edilmiş. Kilise iyi durumda değil. Saman deposu olarak kullanılıyor. Burası bir şahıs arazisi. İçinde bir ev var. Bazı taşlar bu evin bahçe duvarın içine girmiş. Hatta dışarıda duran sobanın borusu iki Kaçkar’ın arasından geçiyor. Siyah ve beyaz renklerden oluşan devasa taşların gölgesine oturduk. Aile bizi misafir etti. Bahçelerinden topladıkları salatalıkları sadece sunmakla kalmadılar, bir de yolda yersiniz deyip yanımıza verdiler.