Beste Serim Erbak: Farklı Dünya Küba- Trinidad

Farklı Dünya Küba- Trinidad 2020
MundoDiferenteCuba

Trinidad Karayipler’de yer alan ve iki farklı isimli adadan oluşan başka bir ülkenin adında geçiyor. Trinidad ve Tobago Cumhuriyeti. Hatta ben Trinidad’a gidiyorum deyince, Türkiye’den arkadaşlar bu ada ülkesine gidiyorum sanmışlar.

Trinidad şehri Küba’nın güney kıyısında yer alıyor. 1514 yılında Küba’yı kuşatan İspanyollar tarafından kurulmuş bir koloni şehri. İspanyol Diego Velázquez de Cuéllar tarafından kurulan şehir tarihte şeker ticareti ve ne yazık ki köle ticareti ile tanınıyor. Şehirde eskiden kalan binalar restore edilmiş. Sömürge evleri halen muhteşem mimarileriyle ayakta durmaya direniyorlar. Trinidad, 1988’den beri UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde yer alıyor. Bence Küba’da gördüğüm en güzel, en masalsı yer. Bir hafta bile kalabilirdim. Keşke daha çok vaktim olsaydı diye üzüldüğüm şehir. Her yer sanki bir kartpostal görünümünde. İnsan seyretmeye doyamıyor.

Varadero’dan 7 saat sürecek yolculuğumuz başladı. Yolda okula giden çocuklar, komşularıyla sohbet edenler, tek katlı, verandalarında sallanan koltuklarıyla bahçeli evler, çeşit çeşit ağaçlar, tütün tarlaları… Otobüs içinde gözümü bile kırpmadan çevreyi izliyorum. En ufak bir detayı bile kaçırmak istemiyorum.

Yolda mola verdiğimiz yerde bir Açıkhava müzesine rastlıyoruz. Museo Girón. Nisan 1961’de, Soğuk Savaş sırasında Amerika’da yaşayan sayıları yaklaşık 1.400’ü bulan sürgün Kübalı, Fidel Castro’yu devirmek amacıyla Domuzlar Körfezinden Küba’ya çıkmışlar. Ama bekledikleri gibi olmamış büyük bir yenilgi yaşamışlar. İstila başarısız olmuş. Müze bu savaş sırasında kullanılan silahları ve Küba devrim birliklerinin nasıl eğitildiğini anlatılıyor.

Akşam karanlığı çökünce tütün tarlaları artık görünmez oluyor. Yolculuk yorucu ama eğlenceli geçti. Trinidad otobüs garına vardığımızda ev sahibimiz bizi karşılıyor. O kadar güler yüzlü ve konuşkan biri ki eve ulaşmak için yürüdüğümüz yol boyunca bize buraları anlatıyor. Bay Rosquete evini övüyor ama gerçekten de sonuna kadar haklı. Şirin bir hanımı var. Bayan Made bize hemen yemek ikram ediyor. Odamız tertemiz ve rahat. Huzurla uyuyoruz. Odanın önündeki manzaralı minik balkonu begonviller süslüyor.

28 Ocak, Salı sabahı odamızın açıldığı minik balkonda Kolibri kuşunun (Sinek Kuşu)melodik ötüşü eşliğinde kahvaltı yapmaktan büyük keyif aldık. Ev sahibimiz bize nereleri gezmemiz gerektiği konusunda detaylı bilgi verdi. Bugün Trinidad’ı göreceğiz. Bol bol yürüyeceğimiz için çok mutluyuz. Kahvaltıdan sonra Rosquete ve hanımı evlerini gezdirdiler. Bina eskiden kalma değil. Yeni yapılmış. Bay Rosquete’nin annesi de onlarla birlikte yaşıyor ve her işe yardım ediyor. Çok candan insanlar. İlk Türk müşterileri bizmişiz. Bu konuda çok heyecanlılar. Gece dönünce ertesi günün programını birlikte yapacağız. Trinidad sokaklarında, eski zamanlarda gezinmeye başladık. Sanki zaman tünelindeyiz. Yıllar evveline döndük. Rengârenk boyalı, devasa kapılı, binaların pencerelerindeki demir parmaklıklar değişik bir işçilikle yapılmış. Pencereler cumba gibi. Camları yok. Geniş ve oturulacak yerleri var. Buralarda oturup işleriyle meşgul olanlar, komşularıyla sohbet edenler… Küba’da kadınlar son derece özgür. İstedikleri gibi giyiniyorlar, istedikleri zaman istedikleri yere gidiyorlar. Muhteşem bir özgüven hemen fark ediliyor. Ayrıca hiçbir şeyden korkmuyorlar. Gecenin bir yarısı sokağa çıkıp rahatlıkla yürüyorlar.

1500’lü yıllardan kalma, vaktiyle zengin şeker tüccarlarının yaşadığı şehrin ana meydanına Plaza Mayor’a doğru giderken sağlı sollu sıralanmış evlerin her birini dikkatle inceliyoruz. 50’li yılların arabaları, atla gezenler, taksiye çevrilmiş bisikletler, meyve satan seyyar satıcılar… Ev kapılarının yan duvarlarında bulunan ve binanın ilk ev sahiplerinin adlarının yazıldığı levhalarda binanın yapım tarihini de okuyabiliyorsunuz. O zaman geçmiş gözlerinizde canlanıyor. Çoğu evde ters çapa işareti var. Yani pansiyon olarak işletiyorlar. Pansiyon kavramına uymayan tek şey aynı evde ev sahibinin ailesiyle birlikte oturması ve günlük yaşamını sürdürmesi. Caddeler, sokaklar her yer Arnavut kaldırımı. Zamanında zengin tüccarların, asilzadelerin yaşadığı şehirde geziyoruz.

Gezilerimde yürüyerek gezme prensibimi hiç bozmadım. İnsan ancak bu şekilde o yerin yaşamı hakkında tam bir bilgi edinebiliyor. Özgürce sokaklarda kaybolmalı aniden karşınıza çıkıveren yerleri keşfetmenin keyfini yaşamalı insan.
Dar sokaklarda yuvarlak gergeflerinde beyaz kumaşları işleyen kadınlar Küba’nın meşhur elişi örtülerini ve gömleklerini satıyorlar. Buralarda ilginç bir alışveriş tarzına rastladık. Benim kırmızı elbisemi çok beğendiler. Onu kendi ürünleriyle değiş tokuş yapmak istediler. Para yerine takas usulü.

Plaza Major’a doğru ilerliyoruz. Şehrin en güzel meydanı. Bir zamanlar son derece zengin olan Trinidad’a Dünyanın her yerinden yapı malzemeleri taşınırmış. Binalar, caddeler bunlarla inşa edilmiş. Major Meydanında en güzel evleri görmek mümkün. Artık müze ya da sanat evi olarak ziyaretçilere gülümsüyorlar. Meydan kolonyal döneme ait konaklar, saraylar ile çevrilmiş. İlk ziyaretimiz 1800 ile 1809 yılları arasında inşa edilmiş eskiden şehrin belediye meclis üyesi olan Don Rafael Benito Ortiz ‘in kolonyal konağı 1983 yılında Evrensel Sanat Galerisi olarak açılmış.
(Galeria De Arte Universal BenitoOrtiz) Nakış, seramik, takı sergileri var. Sanat konuşmaların da yapıldığı bir yer. Çok güzel bir resim sergisi geziyoruz. Üst kata çıktığımızda balkondan meydanı seyrediyoruz. Aşağıda gitarıyla Küba ezgileri çalan müzisyen bu sihirli atmosfere katkıda bulunuyor. Deniz kabuklarından yapılmış eşyalar ve özellikle tahta kepenkler, pencere çerçeveleri. Rüya gibi. Binanın tam ortasında ağaçlar içinde bir avlu sarıya boyanmış duvarlarla muhteşem bir uyum içinde. Binanın dış duvarında Trinidad şehrinin Unesco Dünya Miras Listesinde yer aldığını bildiren bir yazı var. Meydanın tam ortasında küçük bir park ve uzun, şekilli gövdesi olan palmiye ağaçları ve beyaz demir işlemeli banklar harika.

1800’lü yıllarda uzun elbiseleriyle parkta gezinen bayanlar, şık beyler hayali her an gözlerinizin önüne geliveriyor. Şaşalı bir yaşam sürülmüş bir zamanlar. Buradan çıkıp yürümeye devam edince Casa Templo de Santeria Yemaya’ya varıyoruz. Afrika’dan Küba’ya köle olarak getirilenler çok tanrılı bir din olan Yoruba’ya inanıyorlarmış. İspanyolların baskısına maruz kalan bu köleler Hristiyanlıktan etkilenmişler. Ve Santeria Dini ortaya çıkmış. Burası bir ibadethane. Afrika’dan getirtilen köleler kendi inançlarında kutsal olan Orisha’lara (Ruhlar) rahatlıkla ibadet edebilmek için Katoliklerin aziz adlarını vererek gizlemeye çalışmışlar. Halen bir milyondan fazla Amerikalının bu dine inandığı tahmin ediliyormuş.

Küçük izbe bir mekân. Duvardaki resim ilgimi çekti. Deniz güneş ay. Hepsi mavi. Denizlerin hâkimi. Bu bebek su ruhu Yemaya’yı temsil ediyormuş. Etkileyici bir yer. Görevliler aşırı ilgisiz. Hatta hiç kıpırdamıyorlar.

Tekrar merkeze dönüp, Sánchez&Sánchez adlı kolonyal bir evde bulunan Mimarlık Müzesini geziyoruz. Ev SánchezÍznaga ve Sánchez Cantero ailelerine aitmiş. Ayrı iki ev bir küçük avlu ile birleştirilmiş. Avize dikkatimi çekiyor. Çok güzel. Kolonyal mimarinin tüm özelliklerini görebiliyorsunuz. Meydana doğru ilerleyince Trinidad eğlence merkezi Casa de la Musica ile karşılaşıyoruz. Begonvillerle çevrili geniş merdivenlere masalar yerleştirilmiş.
Yukarıda bir orkestra Küba ezgilerini çalıyor. Öğlen aşırı güneş olduğu için gölge bir yer arıyoruz. Geceleri müzik eşliğinde dans edebiliyorsunuz. Güzel bir yer. Açık havada eğlence. Buranın başka bir özelliği de internet erişim noktası olması. Herkes merdivenlere oturup telefonla konuşmaya çalışıyor. Tam karşı köşede Esquerra Restoran öğle yemeği için güzel bir seçim. İspanyol Esquerra ailesinin evi restorana dönüştürülmüş. Antika mobilyalar, kristal eşyalar, canlı müzik ve nefis Küba yemekleri.

Güzel bir yemeğin ardından Arnavut Kaldırımlı sokaklarda yürüyoruz. Kapılar genelde bir restoran ya da Casa’lara açılıyor. Bir menünün üzerinde tripadvisor logosu görünce durup fotoğraf çekiyoruz. Cohiba Bar-Restoran. Krep de yapıyor. Yeni yemekten çıkmamış olsak denerdik.

Yüksek demir parmaklıklı pencereleriyle yeşil mavi kırmızı kolonyal evler. Bazılarının kapısı açık ve turistlere el işi ürünler ve Küba’nın eski arabalarını gösteren yağlıboya tablolar satıyorlar. İçerisi antika mobilyalarla dolu. Hanımlar pencere içine oturmuşlar beyaz örtüler işliyorlar. Bir çocuk bisikleti dikkatimi çekiyor. Yaratıcı. Kendi imalatları belli. Ayrıca yer karoları görmeye değer. Trinidad bu konuda oldukça çeşitlilik gösteriyor. Sohbet ediyoruz. Halkın insanı rahatlatan bir tavrı var. Hem güler yüzlüler hem de sakin.

Centro Cultural Trova Trinidad yazısı görünce içeri giriyoruz. Aslında her giriş sizi eski devirlere götürüyor. Hazeran sandalyeler, sallanan koltuklar, konsollar, masalar ve özellikle de avizeler.

Küçük bir meydanda, ağaçların gölgesinde oturmuş sohbet eden Trinidadlılar ve Küba şarkıları çalıp söyleyen bir topluluk.

Sıra kulesi Trinidad’ın sembolü olan Convento de San Francisco de Asis Manastır ve Kilisesini ziyarette. Yapı Unesco Miras listesinde. Yapının 19.yy da kapatılan Manastır kısmından kalan tek parçası bu çan kulesi. Burası şehrin en yüksek noktası. Sömürge döneminden kalma Fransisken rahipleri tarafından 1813 yılında yaptırılmış. Şimdi müze olarak “Museo de la Lucha kontra Bandidos” olarak hizmet veriyor.1960-1965 yılları arasında devrim karşıtlarına karşı verilen mücadeleyi anlatan bir müze. Bu müzenin bizim için bir başka özelliği daha var. Kuleye çıkmak için bilet aldığımız bayan sakın çana dokunmayın diye tembih ediyor. Küba’da çanlar çalmıyor. Dar bir merdivenden kocaman bir çanın bulunduğu terasa çıkıyoruz. Trinidad şehri buradan muhteşem gözüküyor. Aşağıya indiğimizde görevliler arasında bir koşuşturma bir telaş görünce soruyoruz. Küba ile Jamaika arasında 7,7 büyüklüğünde bir deprem meydana gelmiş. Bu deprem 1946 yılından beri Karayiplerde gerçekleşen en büyük depremmiş. Biz hissetmedik ama Havana’da hissedilmiş. Bu arada telefonlar çalmaya mesajlar gelmeye başlıyor. Türkiye’deki ailelerimiz dostlarımız bizi çok merak etmişler.

Sokakta dama oynayan erkekler dikkatimizi çekiyor. Küba’da bu görüntüyü sık sık görebilirsiniz. Satranç da oynanıyor. Yeniden ara sokaklardan Plaza Mayor’a yürüyoruz. Artık akşam oluyor. Ay, Palmiye ağaçlarının arasından yüzünü gösteriyor. Sanki bir rüya bir hayal bu güzellikler. Akşam yemeğini JazzCafe’de yiyoruz. Kadınlardan oluşan müzik topluluğunun ezgileri eşliğinde nefis tatlar. Yemek sonunda Trinidad’ın içkisini seramikten yapılmış özel bardaklarda içiyoruz. Chancancara bal, Rom, Misket limonu ve bol buz ile yapılan bir kokteyl.

Gece eve biraz geç gidince ev sahibimizin kapılarda bekliyor. Yarın atlı araba ile tura çıkacağız. Onun planını yaptık. Erkenden yollar bizi bekler.

29 Ocak, Çarşamba sabahı güzel bir kahvaltının ardından at arabamıza bindik. 1988 yılında Unesco Dünya Mirasları listesine alınan Trinidad şehri ve (El Valle de Los İngenios) şeker kamışı vadisi Küba’nın mutlaka görülmesi gereken yerleri. 250 km²’lik bir araziden fazla birbirine bağlı üç vadinin San Luis, SantaRosa ve Meyer, birleştiği yer olan alan 18. yüzyılın sonlarından 19. yüzyılın sonuna kadar şeker üretimi merkeziymiş. Burada zamanının zengin şeker tüccarlarının evleri, değirmenleri, çiftlikleri varmış ve yanlarında 11 binden fazla köle çalışıyormuş. 16.yy başlarında kurulmuş Sancri Spritus Eyaletinde bulunan Trinidad şehri zenginliğini bu vadide gelişen şeker endüstrisine borçluymuş. Bu üç vadinin bulunduğu yer Doğal Koruma Alanı, Ulusal Park olarak kabul edilmiş. Topes de Collantes buranın bir diğer adı.

Vadinin tümünü gezmek zor ama çeşitli parkurlardan birini takip edebilirsiniz. Çoğu turist atlarla geziyor. Ama Rosquete’nin bizim için ayarladığı bu at arabası ve sürücüsü ile mükemmel bir tur yaptık. Çok eğlenceli. Trinidad’ın sokaklarından hoplaya zıplaya ilerliyoruz. Merkezden dağlara doğru gidiyoruz. Çamurlu yollardan çukurlardan geçiyoruz.

Lacivert, pembe, beyaz boyalı evleriyle şehrin arka sokaklarında hedefe doğru gidiyoruz. Daha önce Vinales vadisinde gördüğümüz gibi at sürücüleri kovboy şapkaları giyiyorlar.
Öğretmenleriyle bahçede ders yapan öğrenciler, bisikletiyle ürünlerini satan biri, sohbet ederek yürüyen hanımlar, ata binmiş gidenler, atın çektiği arabalar ve sonunda vadilerin girişi. Burada iniyoruz. Biraz yürümemiz gerekecek. Sanırım ağırlıkla bu yoldan geçmek zor. At turu yapmak isteyenlerin buluştuğu bu yerde biz de diğer turistler gibi akışa kapılıp sağa sola bakarak ilerliyoruz.

Artık yollar toprak. Yeşil bir denizde yüzüyoruz. Bir zamanlar sayıları 70’i geçen şeker kamışı çiftliklerinden geriye kalanlar sadece bazı kalıntılar. Escambray Dağlarının çevrelediği bu doğal rezerv alanında mağaralar, nehirler, şelaleler kanyonlar var. Pitoresk güzellikler. Verimli bir bölge.

Vadide ilerleyen eski bir tren dumanını tüttüre tüttüre ilerliyor. İstenilirse böyle bir tur da yapılabilir. Geçmesini bekledikten sonra harabeye dönüşmüş bir zamanlar zengin bir şeker tüccarına ait bir çiftlik evini geziyoruz.

Demir bir köprünün bulunduğu ve bir su birikintisinin olduğu yerde sürücümüz yüzebilirsiniz deyince berrak suya atlıyoruz. O kadar güzel bir yer ki. Sakin tertemiz. İlk kez böyle bir suya giriyoruz. Doğa neler sunuyor. Çıktıktan sonra kendimizi oldukça zinde hissediyoruz.

Bu arada araba suların içinde çukurlardan taşlardan geçiyor. Zaman zaman diğer guruplara rastlıyoruz. Eski değirmenler, muz ağaçları, rengârenk çiçek açmış ağaçların arasından ilerliyoruz. Doğa muhteşem.
Biraz mola zamanı. Şeker kamışı suyu içmek ve nasıl elde edildiğini görmek için tahtalardan yapılmış bir kafeye geldik. Ağaçların altında. Gitarıyla şarkı söyleyen bir Kübalı masamıza gelip bizim için söylüyor. Çok neşeli. İki kişi şeker kamışı suyunun nasıl elde edildiğini anlatıyor. Tabii içiyoruz. Pek leziz.
Küba ’da dev kobaylara benzeyen tüylü sıçan Hutia türlerine rastlanıyor. Bunlar yaşayan en büyük kara memelileri. Vinales’te de görmüştük. Kümesteler ve yeniliyorlarmış.

Ağaçların arasından ilerliyoruz. İnanılmaz manzaralar eşliğinde tıkıdıktıkıdık gidiyoruz.
Sürücümüz tüm atların toplandığı bir alana gelince artık bundan sonra yürüyerek gideceğimizi söylüyor. Bir şelaleye doğru gideceğiz.
Ormanın içinden derelerden geçiyoruz. Uzunca bir parkur. Dapdaracık yerlerden geçtikten sonra kahve içeceğimiz bir yere geliyoruz. Tane kahveleri döven bayan işini pek ciddi yapıyor. Bir yandan müzik çalıyor. Kahve fincanları bizimkilere benziyor. Kahvenin yanında kendi sardıkları puroları ikram ediyorlar.
En sonunda şelaleye varıyoruz ama girmek ne mümkün. Korkunç bir kalabalık. Kayalar kaygan. Bazıları oradan suya atlıyor ama işin açıkçası biz cesaret edemiyoruz. Artık öğle yemeği vakti. Yine yol üzerinde tahtalardan yapılmış olan bir yerde Küba tatlarını tadıyoruz.

Artık dönüş yolundayız. En son asfaltta ilerliyoruz. Bu iyi geldi. Artık sallanmadan gidiyoruz. Trinidad’a geri dönüyoruz. Yolda sürücümüz bize bir kremden bahsetti. Pek anlamadık ama AloeVera’dan söz ediyormuş. Eve döndükten sonra kesip getirmiş. Sütünden cildinize sürün çok faydalı dedi. Onlar hep sürüyorlarmış. Epeyce yorulmuşuz. Bir duş aldıktan sonra akşam yemeğini yemek üzere şehrin merkezine doğru yürüdük.
1514 Museum Restoran. Hakikaten müze gibi bir restoran. Kapının girişinde bizi karşılayan garson bir hoş geldin içkisi sunuyor.

Önceden yer ayırtmadığımız halde içerde yer bulabilmemiz büyük şans. Yemek takımları, masa örtüleri, çiçekler, kristal bardaklar şişeler, her yer 1500’lü yıllardan. Bahçede mükemmel bir masaya oturduk. Bir masalda yaşıyoruz. Sanki saraydayız. Küçük bir orkestra salsa çalıyor. Sonradan balet olduğunu öğrendiğimiz bir genç dans ediyor. Büyülü bir ortam. İnanılmaz. Burada Türk gruplara da rastladık. Muhteşem bir gece. Yemekler de nefis. Müziğin ritmiyle dans ediyoruz. Rüya geç bir vakit bitiyor.

Bugün günlerden 30 Ocak, Perşembe, yarın doğum günüm. Doğum günümü Che’nin şehri SantaClara’da kutlamayı planladım. Otobüsümüz 14.30’da kalkıyor. Fırsattan istifade kahvaltıdan sonra Trinidad’da görmediğimiz yerleri ziyaret edeceğiz. Kahvaltı esnasında daha önce de sesini duyduğumuz Sinek kuşu, kolibri begonvillerin arasında şakıyor. O kadar hızlı kanat çırpıyor ki takip etmesi çok zor. Bu kuşlar hızlı kanat çırpmaları sayesinde havada durabiliyorlar. Sokaklar bizi bekliyor. Her fotoğraf karesi yeni bir güzellik yakalıyor.
Önce otobüs biletlerimizi onaylatmak için Viazul garına gidiyoruz. Ana caddede yer alıyor. Trinidad’a geldiğimiz vakit gece olduğu için tam yerini anlayamamıştık. Cadde boyunca kapısı açık restoran, dolmuş olarak kullanılan kamyon, manav, parmaklıkların arasından sohbet eden kişiler, Devletin bakkal dükkânı, binbir çeşit manzara arasından süzülerek Plaza Mayor’da bulunan Romantik Müzeye (Museo Romántico) gitmeyi hedefliyoruz.

Yolumuz üzerinde Trinidadlı avukat Rafael Rodríguez Altunaga’nın eski evi olan ve bugün Trinidad Şehri Belediye Arşivi olarak kullanılan ( Archivo Historico Municipal)binayı ziyaret ediyoruz. Raflarda birçok belge görüyoruz. En son olarak İsviçreli bir koleksiyoncu Trinidad’a ait orijinal belgeleri buraya bağışlamış. Müze 1975 yılında açılmış. Trinidad şehrine ait belgeler ve raporların hepsi burada. Trinidad’ın belgesel tarihini bize sunuyor.
Romantik Müze, Plaza Mayor’da bulunan bir saray.1808 yılında yapılmış ve İspanyol kontu Nicolás de la CruzBrunet’ye aitmiş. Binanın adı Brunet Sarayı olarak da geçiyor. Küba’nın en zengin ve en güzel saraylarından biriymiş. Girişteki veranda Endülüs mimarisi ile yapılmış.
İçerde 19.yy ‘la ait eşya ve nesne koleksiyonu bulunuyor. Sèvres porselenleri, Çin heykelcikleri, Fransız opalin objeler, gümüş eşyalar, özellikle benim çok ilgimi çeken biblolar, antika maun mobilyalar, giyim eşyaları, zamanının lüks dekoratif nesneleri olduğu gibi duruyor ve sergileniyor. Evin mutfak, yatak ve yemek odası bölümü çok iyi korunmuş. Belli ki uzak diyarlardan getirtilmiş eşyalar her biri ayrı bir değer. Tam bir saray. On dört odada eşyalar sergileniyor. Burası Trinidad şehrinde ilk açılan saray müzeymiş. Yemek odasında sofra kurulu. Gümüş çatal bıçak takımlar, porselen tabaklar, kristal bardaklar, avize, işlemeli örtü.
Duvarlardaki yağlıboya tablolar herhalde sahiplerinin portreleri. Bir zamanlar nasıl şaşalı, debdebeli bir hayat sürülmüş. Herhalde ev halkının bir gün evlerinin gezginlerin ziyaretine açılabileceği hiç akıllarına gelmemiştir. Balkondan Trinidad manzarası o kadar güzel ki. Masal evi.Dikiş kutusu bile harika.Deniz kabuklarından yapılmış bir süs eşyası, bayıldım.

Buradan sonra Guamuhaya Arkeoloji Müzesi (Museo de ArqueologíaGuamuhaya)’ni görmeye gidiyoruz. Müze Colomb öncesi dönemden başlayarak Küba’nın Arkeolojik tarihini anlatıyor.18.yüzyılda yapılan bina Don JuanAndrésPadrón ve ailesinin oturduğuevmiş. Guamuhaya adı, Küba ‘da yaşayan Aborjinlerin dilinden geliyormuş.
Plaza Mayor’un biraz dışında SimonBolivar caddesinde muhteşem bir saray “PalaciaCantero”ElMuseoMunicipal de Trinidad. Yapı 1827-1830 yıllarına kadar zengin şeker tüccarı Borell ailesinin eviymiş. Neoklasik tarzda yapılmış bir şaheser. Yer karolarına bayıldım. Güzel bir bahçeye açılan avlu mükemmel.
Meydandaki 1892 yılından kalma kilise IglesiaParroquial de la Santísima Trinidad ‘ı geziyoruz. Kilise bir kasırga sonucu yıkılmış ve daha sonra yeniden yapılmış. İçinde bol miktarda ahşap malzeme kullanılmış.
Kilisenin girişinde Mesih’in doğumunu canlandıran bir sahne yapmışlar.
Casa de la Música’da biraz soluklanıp keyif yapıyoruz. Hemen yanda iki katlı çiçekler içinde, tabii ki eski mobilyalar çatal bıçak takımlarının bulunduğu Los Conspiradores restoranda öğle yemeğimizi yerken güzel Trinidad’ın nefis havasını soluyoruz.

Yavaş yavaş pek de istemeden eve dönüş yoluna doğru yöneliyoruz. Bavulumuzu toplayıp otobüs garına gideceğiz. Eve geldiğimizde bizi bir sürpriz bekliyor. Sabah kahvaltıdayken başka Türk misafirlerin de geldiğini haber almıştık. İçeri girer girmez Mate bana bir yaş günü pastası getiriyor. Hep birlikte neşe içinde yiyoruz. Çok güzel bir yaş günü. Kübalı arkadaşlarımızla inanılmaz bir anı. Türk misafirlerle birlikte kutlanan doğum günü.Mate’nin annesi bizi uğurlamak istiyor.
Rosquete’nin anlaştığı bisikletli kapıya geliyor. Bavullarımızı itina ile yerleştiriyor. Giderken zaman zaman aşağıya iniyoruz. Rosquete’de bisikleti iterek yardımcı oluyor. Estek köstek varıyoruz ama burada Küba’da bir diğerine rastlamadığımız bir şey başımıza geliyor. Otobüs iki saate yakın rötar yapıyor.17.30’da varmayı planladığımız SantaClara’ya hava iyice karardığında giriyoruz. Otobüs yolcularıyla sohbet ediyoruz.
Yolda manzaralar harika. Otobüsün camından anları yakalamaya çalışıyorum. Ne güzel bir ülke.