Beste Serim Erbak: “Hakkâri’de Hayat Var” Bölüm 2

Doğu Anadolu Günlükleri 2022
“Hakkâri’de Hayat Var” Bölüm 2

Mergan Buzulu
Şenler Otelin üzeri kapalı, camekânlı,Hakkâri manzaralı çatı katında birlikte kahvaltı yapmak üzere Hacı ve eşi Safiye ile buluştuk. Bugün yolumuz uzun olduğu için bir an önce yola çıkmak istiyoruz. Bölgeyle ilgili bilgiler kısıtlı ve maalesef çoğu doğru değil. Ama ben bu coğrafyanın bilge kişisiyle gezmenin avantajlarından yararlanıp gezginleri doğru yönlendirmenin keyfini çıkaracağım için içten içe ayrı bir haz duymaktayım.

Bu harika ve ihtişamlı dağları görmek, Mergan Buzuluna yürümek, 4135 m yüksekliğiyle en yüksek zirve Reşko’yu (Uludoruk)daha yakından seyretmek için yola çıkıyoruz. Gönül isterdi ki dağcı olalım bu zirvelere tırmanalım. Ama biz yürümek ile yetineceğiz.

Bugün,milyon yıllık, ülkemizin en büyük buzullarını göreceğiz.Halen Ağrı, Süphan, Erciyes, Cilo ve Kaçkar dağlarında kara buzulları bulunuyor. Günümüzden1,6 Milyon yıl öncesi ile 10.000 yıl öncesi arasındaki zamanda, Dünya Büyük Buzul Çağı’nı yaşarken, üçte biri kara ve deniz buzulları ile kaplıymış. Zamanla,küresel ısınma sonucu, eriyen buzullar şimdi dünyamızın ancak %10’nu kaplayabiliyor. Aslında bu oran bilim insanlarına göre hala pek küçümsenecek bir değer değil.Buzullar, denizlerin aksine, büyük tatlı su depoları. Gezegenimizde,şiddetini giderek arttıran küresel ısınma,atmosfer ve okyanus su sıcaklığının fazlalaşmasına neden olarak, buzulları her zamankinden daha büyük bir hızla eritiyor. Eğer bu böyle devam ederse kısa süre içinde kara ve deniz buzullarının büyük bir kısmının eriyeceği, bununda deniz ve okyanuslardaki su seviyesini yükselterek, kasırga, erozyon, heyelan, sel, gibi doğal afetlere neden olacağı düşünülüyor. Dünyanın açlık, susuzluk, göç, savaş gibi olaylarla büyük bir karmaşaya sürükleneceği öngörülüyor. Bu üzücü tablo ile hiçbir zaman karşılaşmamayı dileyerek, buzulların insanlık tarihi için taşıdığı önemi vurguladıktan sonra gezimize geri dönelim.

Hacı Tansu rehberliğinde çıkacağımız gezi onun geniş arazi aracı ile başlıyoruz. Safiye, dağcı arkadaş Mehdi ve eşim arka koltuklara ben de daha iyi fotoğraf çekebilmek adına ön koltuğa yerleşiyorum. Arabanın bagajında her türlü koşula uygun malzemeler bulunuyor. Karpuz kesmek için bıçaktan tutun, keyif yapmak için kamp sandalyesine kadar her şey mevcut.Hakkâri çıkışında sıcacık tandır ekmeği, karpuz ve kavun alıyoruz. Yemeğimiz hazır.
Etrafı her biri 3000 metrenin üzerinde dağlarla çevrili Hakkâri’den yavaş yavaş çıkıyoruz. “Hakkâri’de Hayat Var” yazısı, şehrin mottosu olarak kullanılmış. Ana yoldan ayrılmadan hemen önce göze çarpıyor. Hacı “Esas siz buraları ters laleler açtığı zaman göreceksiniz.” diyor. Ters lale Hakkâri’nin sembolü. Eskiden Hakkâri ve çevresinde yaşayan Nasturiler sabahları göbeğinden damlayan su nedeniyle çiçeğe “Ağlayan Lale” derlermiş. Hıristiyan âlemince çiçek kutsal kabul ediliyormuş. Bu görsel şölen için nisan mayıs aylarında gelinmeli.

Dağ sıralarının önünden geçiyoruz. Sarı ve siyah tonların hâkim olduğu, Sümbül Dağı, Mere Dağı, Bay Dağı. Sivri kayaları, dar geçitleri, yeşil bitki örtüleriyle ulu dağlar. Arabada çalan Kürtçe, Türkçe nağmeler eşliğinde, coşkuyla akan Zap suyu kıyısından, kıvrılarak giden yol bizi yüksek tepelere doğru götürüyor. Kırıkdağ Köy yoluna giriyoruz. Aslında gideceğimiz mesafe uzun değil ama yolun virajlı, dar ve toprak olması çok zaman kaybına neden oluyor. İlk durak, Tansu ailesinin, yardım ettiği köylülere misafir olmak. Mergan’a çıkarken onlara uğramadan geçmiyorlarmış. Geniş aile hep birlikte yaşıyor. Bereketli arazinin nimetlerinden yararlanıyor. Bahçe meyve ağaçlarıyla dolu. Tek katlı evin yerden yüksek verandası tam dinlenmek için. Misafirperver, yüreği geniş, yoksul insanlar. İnce uzun hanım evin en büyüğü, torunlara bakıyor. Vefat eden Abdurrahman Beyin üç eşinden biri. Beyin 18 çocuğu varmış. Bazıları burada bazıları başka yerlerde yaşıyor. Ailenin geçimini büyük oğlan üstlenmiş. Çayı ocağa koymuş, bizi ağırlamak için hazırlanmışlar. Şırıl şırıl akan, buzul suları ile beslenen derenin kenarında, oraya buraya koşuşturan tavuklar ile doğayla büyük bir uyum içinde yaşam mücadelesi veriyorlar. Biraz keyif sürdükten, sohbet ettikten sonra ayrılıyoruz. Yolda, ikinci durağımız Gêlezu Şelalesi,(Türkçe anlamı: Yukarı dere) yaklaşık 60m yükseklikte kayaların arasından coşkuyla fışkırıyor. Buz gibi akan sudan içmek muhteşem. Zaten Hakkâri ve civarını dolaşırken elinizde boş bir şişe olması yeterli. Her yerde buz gibi akan bir su bulup doldurabiliyor, kana kana içiyorsunuz. Bu ne büyük bir lütufmuş. Biz de çocukluğumuzda İzmir’de musluktan akan suyu içerdik, hatırlıyorum. Oysa günümüzde su, ancak arıtılmış olması, ya da kaynak suyu olması durumunda içebiliyor. Sanayi ile kirlenen sular. Mergan Yaylasına doğru çıkıyoruz. Yol dediğim gibi toprak, dar ve yol kenarında korkuluk yok. Ancak tecrübeli, buraları iyi bilen bir şoförün baş edebileceği türden. İyi ki arabamızla çıkmayı denememişiz. Oldukça çetin bir güzergâh. Yolu kapatan bir koyun sürüsü bizi epeyce beklemek zorunda bırakıyor. Manzara inanılmaz. Gerçek olamayacak kadar güzel. Fotoğraf çekmek için biçilmiş kaftan. Bu durumu kaçırmıyoruz tabii ki. Nihayet Hakkâri’ye 36 km uzaklıkta,2.450m.yükseklikte Mergan yaylasına varıyoruz. Dağ yolunu izleyerek yükselmeye başlıyoruz. Artık buralarda telefonlar işlemiyor. Dış dünya ile İletişim bitiyor.

Dağlarla çevrili, ünlü Reşko’nun eteklerinde, gürül gürül bembeyaz köpükler içinde akan Buzul deresi Ava Spi (Beyazsu),rengârenk çiçekler, otlayan sürülerle, Cilo dağlarının tam ortasında Mergan yaylası. Böyle gürül gürül, köpükler içinde akan beyaz bir dereyle daha önce hiç karşılaşmamıştım. Debisi çok yüksek. Zap suyuna bir an önce kavuşabilmek için acele ediyor sanki… Etraftaki dağların karlı tepeleri, yamaçları, mis gibi hava inanılmaz manzara insanı bambaşka diyarlara sürüklüyor.

Koçerler (Göçerler)çadırları, eşyaları, sürüleriyle yaylaya yerleşmişler. 4-5 km uzunluğunda Cennet Cehennem vadisi olarak bilinen bölgede yer alan yayla, benzersiz bir bitki örtüsüne sahip. Arabamız yanaştığında çoban bir kuzuyu kucaklamış kırpıyor. Herhalde o kadar endişeyle bakmış olmalıyız ki; Bize“Korkmayın kuzuyu öldürmüyorum, sadece tüylerini kesiyorum” deyip bir kahkaha patlatıyor. Buralarda göçebelik, çok eski tarihlere dayanıyor. Göçerler, bölgeye Siirt, Nusaybin,Batman, Urfa gibi illerden gelip düzenlerini kuruyorlar. Bizim gördüğümüz, yaklaşık 30 yıldır Hakkâri yaylalarına göç eden, Siirtli bir aile. Sadece hayvancılık ile geçinen bu aileler yazı Hakkâri yaylalarında, kışı ise Nusaybin, Urfa, Diyarbakır gibi sıcak bölgelerde geçiriyorlar. Cumhuriyetten önceki dönemde yazın kuzey Irak’tan da gelen göçerler, kışın buradaki göçerleri de alarak Irak’a giderlermiş. Tandırda pişen ekmeğin kokusu buram buram yayılıyor. Hemen bize ikram ediliyor. Bambaşka bir lezzet. Sohbet başlıyor. Genelde Kürtçe konuşuyorlar ama hepsi Türkçe biliyor. Yanına çantasını asmış, başına bir poşu bağlamış karizmatik çoban, parlak renkli kumaşlardan elbiseleri ve takılarıyla genç kızlar, saçları darmadağınık küçük kız çocukları, ailenin diğer erkekleri, yaşamlarını bize anlatabilmek için birbirleriyle yarışıyorlar. Hep birlikte fotoğraf çektirmek hoşlarına gidiyor.

O sırada süt sağma ritüeli başlıyor. Biri sabah, biri de akşam günde iki kez, bu işlem yapılıyormuş. Keçiler, koyunlar sıraya giriyorlar. Bazıları sağılmayı beklemeden geçince, merak ediyor nedenini soruyorum. Onların sütü yoktur diyorlar. Akşama doğru şehirden süt kamyonları geliyor. Geçimlerini böyle sağlıyorlar. Mergan zor bir etap. Bastığım yere dikkat etmeliyim. Her ne kadar yürüyüş için destek bastonum olsa da, yine zor. Yola alışık olanların 1,5 -2 saatte aldıkları mesafeyi benim yürüyüşüm ile dört saatte almayı planlıyoruz. Dikenler içinde bir patikadan geçip taşlık bir bölgeye varınca yürümenin zorluğunu daha iyi anlıyorum. Hacı önden yol gösteriyor biz de arkasından onu takip ediyoruz. Küçük sivri taşlara basmamaya özen göstererek ilerliyoruz. Safiye buralara alışık taşların üzerinden seke seke zıplıyor. İki saatten fazladır yürüyoruz. Mergan buzuluna gitgide yaklaşıyoruz. Mehdi, bakıyor benim tempo çok yavaş hemen öne geçip “Ben buzula varıp geri döneyim” diyor. Spihane Buzulu ve Şelalesine varabilmek için iki saatlik bir yürüyüş daha gerekiyor. Yani bu yaylaya gelen ve sporcu olmayan kişiler için bu mesafe gidiş, dönüş, sekiz saat olarak düşünülmeli. Dönüşte sarıçiçeklerin “Beybun”içine oturuyor, dereden karşı kıyıya geçiyoruz. Su o kadar soğuk ki ayaklarımı hissetmiyorum. Çok hızlı ve güçlü aktığı için geçmekte zorlanıyor, birbirimize tutunuyoruz. Kapılsak gidiverecek gibiyiz. Hakikaten Cennet ve Cehennem iç içe.

Ağustos olmasına rağmen bin bir çeşit kır çiçekleri, bembeyaz akan su, kenarında sürüler, beyaz taşlar, siyah dağlar, ürküten yükseklikler, siyahımsı buzul, sert toprak, tepelerden dökülen koyu renk kayalar. Döndüğümüzde, dere kenarına bir örtü seriliyor. Kurt gibi acıktık. Ateş yakılıyor, üzerine konan çaydanlık kısa sürede kaynıyor. Koyun postunda aylarca bekleterek yaptıkları peynirden getiriyorlar. Tereyağı ve yoğurt da. Hacı, kavun, karpuz kesiyor. Herkes bir dilim alıyor. Tandır ekmeği arasına konan peynir o ana damgayı vuruyor. Çok leziz. İştahımız açıldı bu kesin. Suyumuzu hemen yandaki dereden dolduruyoruz. Akşama doğru soğuk kendini hissettirir diyorlar. Bu arada saati beş yaptık. Buralarda hava erken kararıyor. Gün bitiveriyor. Artık dönme vakti. Hafızamıza muhteşem bir anı daha kaydoldu. Böyle harika yerleri çok daha önce görmeliydik. Memleketimin her köşesi ayrı bir güzel.Sarı tozlu yollardan aşağıya Avaspi Vadisine doğru inerken Hacı, yolun solundaki dağın zirvesini göstererek anlatmaya başlıyor. Burada, bir mağaranın önünü prizmatik şekillerle örmek suretiyle yapılmış olan üç katlı ve teraslı bir kilise varmış. Yapının Trabzon’daki Sümela Manastırına benzediğini söylüyor. İçerisinde su kaynağı ve mağara odaları bulunuyormuş. Mar Şalita Kilisesi. Aslında burası Nasturiler’ in bir inziva manastırıymış. İki ayrı yoldan ulaşmak mümkünmüş.Kısa olan tırmanması çok zor, sarp kayalıkların bulunduğu Uleder vadisinden çıkılanıymış. Mate köyünden gitmek ise uzun ama kolay bir yolmuş. Bu yol üzerinde bir de Kaniya Ekid (Asma Çeşme)adında tarihi bir çeşme varmış. Çeşmenin etrafı ve üzeri güneşten korunmak için kubbe şeklinde kapatılmış. Vaktimiz yeterli olsa biz de görmek isterdik.Bizim durağımız Gêlezu Köyünün, tepesinde, Mergan yaylası ve Çılkani( Kırk Çeşme) yol ayrımında eski bir kilise. Gêlezu, eskiden bir Nasturi köyüymüş. Yemyeşil teraslar hala onların izini taşıyor.Tarım yapabilmek için yokuş falan denilmemiş en ufak toprak parçası bile değerlendirilmiş.

Nasturiler, aslında Süryanilerin bir kolu gibi gözükseler de onlardan tamamen bağımsız bir mezhebinin Hıristiyan üyeleri. “Nasturilik” adını kurucusu Nastoryus’tan alıyor.428 yılında Bizans kilisesi Patriği olarak atanan Nasturyos, İsa’nın tanrı olduğu fikrine karşı çıkıyor. Onun Meryem’in oğlu ve Tanrının kulu olduğunu, ancak onun 30 yaşındayken Allah’ın Kelamı indikten sonra, ilahi bir nitelik taşımaya başladığını söyleyerek, Meryem’e “Tanrı’nın annesi” denmesini kabul etmiyor. Tanrı’nın doğurulamayacağını söylüyor. Nasturyos’a göre İsa’nın insanî kimliği ile ilahî kimliği birbirinden ayrı.Hıristiyan dünyasında bu görüşün hızla yayılabileceğinden tedirgin olan Batı Kiliseleri, 431 yılında 250 Piskopostan oluşan Konsil’i,bu görüşlerini tartışmak için Efes’te topluyor. Uzun süren tartışmalardan sonra kiliseler birliği Nasturyos’u sapkın ilan edip aforoz ediyor. O zamandan bu zamana önderlerinin yolundan giden Nasturiler, tarihte Kuzey Irak, İran kentlerine yerleşmişler. Osmanlı topraklarında ise en çok Van ve Hakkâri yörelerini tercih etmişler. Günümüzde bu mezhebin en büyük cemaati Güney Hindistan’ın Kerala eyaletinde yaşıyor.

Hakkâri’de Kürtler, Ermeniler, Nasturiler, Yezidiler ve Yahudiler uzun yıllar birlikte yaşamıştır. Nasturiler 1920 yılında yaşanan olaylardan sonra bölgeyi terk etmek zorunda kalmışlar. Ne yazık ki bu ibadethane tamamen kaderine terkedilmiş, harabeye dönüşmüş. İçeriye küçük bir delikten eğilerek giriyorsunuz. Hiçbir şey kalmamış. Define avcıları tarafından talan edilmiş. Düzgün kesme taştan, kare bir planla yapılmış kilise arkasındaki dağ ile bütünleşmiş kendisine değer verileceği zamanı sessizce bekliyor. Dönüşte tekrar aileye uğruyoruz. Üç yaşındaki torun kendisine ağaç kütüğünden araba yapmış keyifle sürüyor. İnsanın yaratıcılığına ne güzel bir örnek. Binlerce oyuncak arasında mutsuz çocukları düşününce…

Akşam, Hakkâri’ye çok yakın, Depin vadisinde “Yağmur Restoran” suların üstünde serin bir havada nefis bir yemek yiyoruz..