Doğu Anadolu Günlükleri 2022
“Hakkâri’de Hayat Var” Bölüm 3
Gizemli Göller Diyarı
Hakkâri, dağları, gölleri, yaylaları, şelaleleri, büyüleyici doğasıyla tam bir cennet. Sat buzul göllerine, Hakkâri’nin en büyük ilçesi Yüksekova, Yeşiltaş Köyünden geçerek ulaşılıyor.
2020 yılında, Sat ve Cilo Dağları Milli Parkilan edilmiş.Çevredeki her bir göl, bir Buzul Gölü. Göller, birçok yerde bulunuyor. Cilo, Sat, Berçelan, Golan, Gare, Semedar Buzul gölleri bunlardan bazıları… En büyüğü Sat dağları ile Şemdinli arasındaki Kırmızı taş gölü. Sadece Sat dağlarındaki göllerin sayısı28.
Sat dağları, bilinenin aksine Cilo dağlarının bir kolu değil. Her ikisi de birbirinden farklı dağ kümeleri.İki küme arasından Avaşin Çayı geçiyor.
Bugün Safiye bize katılamadı. Yüksekova’da bir akrabasının düğününe gidecek. Hakkâri düğünleriyle meşhur. Hemen her gün bir düğüne rastlamak mümkün. Düğünler yöre halkının büyük özen gösterdiği bir ritüel. Ne yazık ki çok arzu etmeme rağmen bir düğüne katılmak için vakit bulamadım. Bu sabah erkenden Hakkâri’den çıkıp, Zap vadisi ve suyunu takip ederek gittiğimiz yol bizi, istediğimiz o güzel yerlere götürecek. Bu kadar dağ olur da mağara olmaz mı? Elbette fazlasıyla var. Bunlardan biri hemen şehrin çıkışında, yolun solunda kalan “Gündoğdu Mağarası”. Hatırı sayılır büyüklükte ve derinlikte. İçeri girilmiyor, kayalar çökmüş. Zap suyunun sesi vadide yankılanıyor. Çok güçlü akıyor. Köylülerin deli akan, Zap suyundan karşı tarafa geçebilmeleri sürekli çözülmesi gereken büyük bir problem olmuş. Sallarla, ya da farklı yollarla geçmeye çalışırken yaşanan üzücü hikâyeler bu sorunu çok iyi anlatıyor. Suyun üzerine bazı asma köprüler yapılmış. Halen hizmet veriyorlar ama son derece yıpranmışlar. Daha 1,5 saatlik bir yolumuz var. Ana yoldan sağa dönerek Yüksekova’ya doğru yol alıyoruz. Yolun, Türkiye ile İran’ı birbirine bağlayan karayolu olması, çokyoğun bir trafiği de beraberinde getiriyor.
İzmir’den gelirken adresini aldığımız, burada görev yapan bir doktor arkadaş ile buluşuyoruz. Yüksekova’da “Nojdari Bistro”da çaylarımızı içip, sohbet ediyoruz. Mehmet Ali burada çalıştığı için memnun. “Soğuğunu bile seviyorum” diyor.
Yüksekova,Türkiye-İran-Irak sınırlarının kesiştiği bölgede. İran sınır kapısı “Esendere” ye 40km uzaklıkta. Hakkâri ve civarını dolaşırken sıklıkla,bir sınıra olan uzaklığı belirten tabela görmeniz mümkün. İlçe başlangıçta dağ yamaçlarına kurulmuş daha sonra bol su kaynakları olan Gevar ovasına doğru yayılmış, verimli ovanın nimetlerinden olabildiğince yararlanmış.
Yüksekova’nın nüfusu Hakkâri’den fazla. Ova, tarihte Urartu uygarlığının en önemli merkezleri arasındaymış. Şimdi modern denilen beton binalarla dolu. Geniş bir ana cadde dikkat çekiyor.
Anlatılanlara göre büyük bir altyapı sorunu yaşanıyormuş. “Selahaddin Eyyûbî Havalimanı” buraya ulaşımı kolaylaştırıyor. Yüksekova’yı bilmem belki de adından dolayı hep tepelerde bir yer diye hayal etmiştim.
Dağlara doğru tırmanmaya başlıyoruz. Yol yine kıvrıla kıvrıla, incecik yükseliyor. Biraz ürkütücü. Tepelerde çektiğim bir fotoğrafta elimdeki telefon şarj kablosu ile arkamda yer alan dağların arasından geçen toprak yolun kalınlığı, aynı incelikte gözüküyor, ip gibi. Sapsarı ulu dağlar arada siyah, gri kayalarla renkleniyor. Kayaların oluklarından şırıl şırıl sular akıyor. Aynı Cilo dağlarındaki yola benziyor. Kesinlikle buraları tanıyan, bilen bir sürücü ile yolculuk etmek gerekiyor. Nitekim 2020 yılında araba ile göle çıkmak isteyen altı genç hayatını kaybetmiş.
Etrafı hayranlıkla seyrettiğimiz bir yolculuğun sonunda muhteşem bir manzara ile karşılaşıyoruz. Sanki başka bir dünya. Doğanın bize güzelliklerini sunduğu anlatılmaz anlardan birini yaşıyoruz. İki yaka Sat göllerinden, ikinci büyük buzul gölü. Büyük bir çanağın içine yerleşmiş masmavi su, etrafında irili ufaklı hafif yeşil, siyah kayalar, sivri tepeler, suda botlarla gezen gençler, yüzmeye hazırlanan, göl kıyısında oturmuş genç bir kız. Sanki bir tablo seyrediyor gibiyim. Buzul gölüne gelinir de yüzmeden olur mu? Hayır tabii. Hemen hazırlanıyorum. Genç kız, Hakkâri hastanesinde acil doktoru olarak çalışıyormuş. Çiçeği burnunda yeni mezun. Bir de İzmirli değil miymiş? Garip tesadüfler. Birlikte hem yüzüp hem de sohbet ediyoruz. Su, adı üstünde “Buz Gölü” buz gibi tabii. Ama inanılmaz keyifli. Yüzmek için hiç zorlanmadık. Bu arada Hacı soğuması için kavunumuzu suya koydu. O sırada, aniden rüzgâr çıktı, yağmur yağmaya başladı. Fakat çok kısa sürdü. Suyun rengi değişti daha bir başka güzel oldu. Burada dört mevsimi aynı anda yaşamak mümkün. Öğrenciler müzik eşliğinde halay çekiyorlar. Bir yanda mangal yakılmış, etler hazırlanmış. İştahımın açık olduğu zamanlar olur ama böylesini hiç yaşamamıştım. Havadan mı sudan mı bilmem inanılmaz bir şekilde karnım acıktı. Hacı’nın taze ekmek arası peynirlerini, kavun eşliğinde büyük bir iştahla yiyoruz. Bir tane, bir tane daha…Buranın hemen arkasındaki diğer gölü görmek için gidiyoruz. Kıyısında yüzmek, piknik yapmak isteyen guruplar gelmiş. Az da olsa dağların eteklerinde buzullar görmek mümkün. Oradan tekrar büyük göle döndüğümüzde, halaya ben de katılıyorum. Etler hazır, hemen ikram edildi tabii.
Dönüşte kaya resimlerinin bulunduğu bölgeye varıyoruz.Burada göçerlerle yapılan sohbetten sonra resimleri görebilmek için yürümeye başladık. Sarp kayalardan oluşan bir yer. Zorlu bir yol. Yerdeki küçük ve sivri kayalar yürümeyi engelliyor. Hacı net görebilmek için bir şişe su ile dolaşıyor. Resimlerin üzerine dökünce şekiller daha bir belirgin hale geliyor. Resimlerin tarih öncesi çağlara, Neolitik ve Kalkolitik dönemlerine ait olduğu düşünülüyor. Kayaların üzerine düz olan zeminlere,geyik, dağ keçisi, kurt, yılan ve o zaman doğada bulunan yabani hayvanların betimlendiğini sembolik figürler çizilmiş. Dünyanın çeşitli yerlerinde rastlanan kaya resimlerinin daha çok avcı toplayıcı döneme ait olduğu biliniyor. Günümüzden 10 bin yıl öncesine kadar sürdürülmüş yaşam hakkında bilgi veriyorlar, tarihe ışık tutuyorlar, bu nedenle arkeolojik değer taşıyorlar. Bu resimler vurgu tekniğiyle,kaya üzerine, mağara duvarlarına, kaya sığınaklarına, açık alanlardaki kaya bloklarına çizilmişler. Hakkâri’de, Sat dağları büyük göl civarında Cilo, Reşko zirvesi yolu ve Trişin yaylasında bulunuyorlar.
Akşam karanlığı yeni çökmeye başlarken şehre dönüyoruz. Dönmeden önce Yüksekova’ya, Safiye’nin katıldığı düğün salonuna uğrayıp, onu geleneksel giysileriyle görüyoruz. Kıyafeti pek güzel. Hakkâri düğünleri üç gün üç gece sürüyor. Herkes davet ediliyor. Hem kadınlar hem de erkekler düğüne giderken en güzel kıyafetlerini giyiyorlar. Kadınların giysileri, süslü, şatafatlı, renkli, parlak kumaşlardan oluşuyor.Kalın bir kemer taşıyorlar ve tüm takılarını takıyorlar. Erkekler de yerel kıyafetler giyiyorlar. Halay ise büyük önem taşıyor. Meydanın hiçbir zaman boş kalmaması, halayın bitmemesi gerekiyor. Yorulan çekiliyor başkası geliyor; kimi zaman da kimse yerini terk etmiyor o zaman halayın ritmi yavaşlıyor.
Otele döndükten sonra sokak arasında bir lokantada yemek yedik. “Sefa Et Lokantası”. Bir bakalım ki bugün gölde rastladığımız gençler de orada. Hemen yanımıza geldiler. Hakkâri küçük. Lokantanın sahibi bizlerle sohbet etti. Hesabı ödemek isteyince: “Hiç olur mu? Siz buralara kadar gelip bizlere misafir olmuşsunuz, asla almam” demesin mi? Hakkâri bizi her dakika şaşırtıyor. Sokaklarda dolaşıp gençler ile sohbet ettik. Hemen hemen hepsi bir ya da iki üniversite bitirmiş, İzmir ya da İstanbul’a gitmiş, orada çalışmış. Bizim şehirlerini böyle gezmemizden çok memnun oluyorlar. Görev için değil de sadece buraları tanımak için gelmemizden. Kaldırıma sıralanmış,küçük taburelere oturup çay içerek, gelip geçenleri seyrettik. Cadde, halkın bir aşağı, bir yukarı yürüyerek gezindiği yer.