Beste Serim Erbak: “Hakkâri’de Hayat Var” Bölüm 4

Doğu Anadolu Günlükleri 2022
“Hakkâri’de Hayat Var” Bölüm 4

Altı da, üstü de “Altın”.
Bugün, iki gündür gittiğimiz istikametin tam tersine, güneye doğru yol alacağız. Hakkâri’nin en büyük ilçesinden sonra, şimdi sıra en küçüğünü görmekte:“Çukurca”.

Ana yola çıkmadan önce şehrin Biçer Mahallesinde, yeşillikler arasında, 322 yıllık tarihi Meydan Medresesi’ni ziyaret ediyoruz. Medrese,Osmanlı döneminde,1700 -1701 yıllarında arasında, Hakkâri Mir’lerinden İbrahim Bey tarafından, yaptırılmış. Şehrin en önemli kültür varlığı. Medresenin turizme kazandırılması için yapılan yenileme çalışmaları tamamlanmış. Bahçesindeki ek bina “Kent Arşiv ve Etnografya Müzesi” olarak düşünülmüş. İki katlı, düz damlı, ortasındaki revaklı avlulunun üstü açık, duvarları düzgün kahverengi kesme taşlar ile örülmüş bir eser.Avluyu çevreleyen her sütunun başlığı farklı bir stilde. Bu özelliği ile yapıt oldukça dikkat çekiyor. İkinci katın tavanları yüksek değil. Zamanında birçok âlim ve bilginin yetiştiği medrese, öyle çok büyük bir yapı değil ama çok sevimli, derli toplu hali ile insana güven veren bir tarzı var.Avluyu çevreleyen sütunların bulunduğu duvarlara tarihi mezar taşları sıralanmış.Medrese, Hakkâri’nin sembolü.

Bahçedeki diğer bina, Hakkâri Etnografya Müzesi olarak düzenlenmiş. Az sayıda ama dikkat çekici eserler ve objeler yer alıyor. Hakkâri’ye ait fotoğrafların bulunduğu bölümde o kadar güzel kareler var ki; fotoğraftaki kişilero kadar canlı ki… Tüm hayatları yüzlerden okunabiliyor.Tabii ki bu usta sanatçı kim diye çok merak ettim. Hacı’ya sorduğumda hikâyesini şöyle anlattı: Sanatçı Enver Özkahraman 1942 Diyarbakır doğumlu.1970’li yıllarda görevli olarak atandığı Hakkâri’de uzun yıllar kalmış. Hakkâri’nin ilk fotoğraf stüdyosunu açmış.Cilo Dağcılık Kulübü Başkanı, fotoğrafçı, dağcı Hacı Tansu, fotoğraf çekmeye başladığı 1987yılında, tüm film rulolarını ondan alırmış, kartlarını orada tabedermiş. Daha sonraki yıllara birlikte birçok fotoğraf sergisi açmışlar.

Hemen yolun aşağısında, dere kenarında, bahçeler arasında ikinci bir medrese bulunuyor. Zeynel Bey Medresesi XVI. yüzyıldaHakkâri Mir’i Zeynel Bey(1560- 1578) tarafından yaptırılmış. Ne yazık ki büyük ölçüde yıkılmış. Eminim o da diğer medrese gibi güzel bir eser. Yenileme çalışmaları devam ediyor.
Çetin geçen kış aylarında, ana yolu çığ etkilerinden korumak amacıyla yapılan Sümbül Çığ tünelini geçiyoruz.Bu tüneller hayat kurtarıyormuş.“Tabela Çukurca 68, Şırnak 182 kilometre” diyor.

Ne yazık ki bu gezimizde Şırnak’a gidemiyoruz.Yol kıyısındaki dağdan inen, kayaların arasından fışkıran su bir boruya yönlendirilmiş. Altına gelen arabalar tazyikli suyun sayesinde yıkanıyor, tertemiz oluyor. Doğal su kaynağıyla yapılan temizlik. Biraz daha ilerleyince yolun sağında, Kaval vadisinde, Zap suyu kıyısında, oldukça değişik Şinedağı karşımıza çıkıveriyor. Devasa,yekpare bir kaya kütlesinin üzerine katman katman harç dökülmesiyle oluşmuş gibi duran muhteşem görüntüsü diğer dağlardan çok farklı. Ankara, Ulus’taki İş Bankası Merkez Binasına benzetildiği için fotoğrafı bu binanın girişine asılmış.

Ana yoldan, sağa doğru girişi işaret eden, “Ayvalık”tabelasını görünce şaşırıyoruz. Bugüne kadarsadece Ege Bölgesinin turistik yerlerinden biri olan “Ayvalık” bilirdik. Şimdi buna bir yenisi daha eklendi:Şırnak iliBeytüşşebap, ilçesine bağlı bir köyün adı. Doğanlı köyünde, yolda, arabadan inip tütün tarlalarının içine dalıyoruz. Tütün yaprakları çok değişik.

Hakkâri şelaleler diyarı. Şurada, burada, her yerde, her an bir şelaleye rastlamak mümkün. Şelalelerin yükseklerden akan suları yazın sıcağında insanın içini ferahlatıyor. Narlı köyündeki Beyaz Su şelalesi, hakikaten gelin duvağı gibi bütün şiddetiyle bembeyaz akıyor.Köy, adından da anlaşılacağı gibi, nar ağaçlarıyla dolu.Bu topraklarda gıda gereksinimi karşılayabilecek her şey yetişiyor, harika bir havası var.Suların türküsü eşliğinde kendine has renkleriyle, dağların arasında, Narlı Köyü pek hoş.
Hakkâri’nin yüce dağlarının üstü de altın, altı da. Üstünde bin bir çeşit bitki, doğal güzellikler, altında paha biçilmez madenler, jeotermaller. Kurşun, çinko, titanyum gibi zengin yeraltı kaynakları. Bu madenler çıkartılıp ham madde halinde Irak’a, İran’a gönderiliyor. Orada işlendikten sonra geri dönüyor. Bu nedenle yol çok işlek. Gidip gelen kamyonlar, tırlar.Artık Çukurca’ya yaklaşıyoruz.

Çok eski bir yerleşim yeri olan Çukurca, tarihte bir zamanlar Urartularında merkeziymiş. İlçe, Türkiye-Irak sınırına çok yakın. Buradan “Üzümlü Sınır Kapısı” sadece 30km uzaklıkta. Dağların bir tarafı Türkiye, öbür tarafı Irak. Çukurca’da nispeten ılıman bir iklim hâkim. Son derece verimli topraklara sahip. Zap suyu burayı da canlandırıyor. Her türlü sebze ve meyve yetişiyor. Bağlar,bolca çeltik tarlaları, seralar hemen göze çarpıyor. Hakkâri’ye yol olmadığı zamanlarda, köylüler temel ihtiyaçlarını karşılamak için Irak’a giderlermiş. İki ülke arasındaki, sınır çizilince köylülerin bazı akrabaları Irak’ta kalmış.

Çukurca’ya vardığımızda öğle vaktinin çoktan geçtiğini fark ediyoruz.Adı “Çukurca” ama kendi yüksekte, aşağıdaki vadiye, yemyeşil bir doğaya tepeden bakıyor. Hemen girişte, “Zap Sofrası” adında güzel bir restoran bulunuyor. Eski bir taş ev restore edilmiş ve hem restoran hem de yanında butik otel yapılmış. Ortada geniş bir avlu ve küçük bir süs havuzundan akan su sesi eşliğinde Hakkâri yerel yemeklerini tadıyoruz. Nasıl bir lezzet. Şundan da yiyelim, bundan da derken kıpırdayamaz hale geliyoruz. Restoranın sahibi Rukiye Duran çok zarif bir Hanım. Ege Bölgesi ve Antalya civarında uzun yıllar çalışmış. En sonunda doğduğu yere gelerek böyle güzel bir mekân açmış. Bizimle sohbet etmek için yanımıza oturuyor. Tam çıkarken yaşlı babasının bize katılmasıyla çok keyifli bir muhabbet sürüp gidiyor. Babanın yöre şivesi ile konuşması ortama ayrı bir güzellik katıyor.

Yemekten sonra Çukurca’yı görmek için, ilçenin tek ana caddesinde dolaşıyoruz. Belediye okumaya teşvik etmek amacıyla caddenin bir tarafına, renkli kitap kapaklarını gösteren büyük tabelaların olduğu bir dekor yapmış. Ünlü romanların renkli kitap kapakları. Pek hoş olmuş. Buna benzer bir dekora Portekiz’de rastlamıştım. İçinde kitabın olduğu her şey güzel.

Biraz ilerleyince karşıki dağın yamacına yaslanmış, Çukurca kalesi ve 700 yıllık tarihi taş evleri görüyoruz. Evlerin bazıları tam olarak restore edilmiş. Tümünün turizme kazandırılması için çalışmalar sürüyormuş. Dağ ile bütünleşen evlerin görüntüsü gerçekten muhteşem. Biraz çarşıda dolaştıktan sonra dönüş yolculuğuna başlıyoruz. Yolda 400 yıllık tarihi su değirmenine uğramayı ihmal etmiyoruz tabii. Burada yerli susam öğütülüp tahin elde ediliyor. Tamamen doğal metotlar kullanıldığı için, çok değerli. Hiçbir katkı maddesi yok. Artık günümüzde bu cümleyi söyleyebilmek oldukça zor. Çok şükür “Hakkâri” bize bunu sıkça hatırlatıyor.

Dönüşte Şenler otelin yanında “Eylül Çorba” da güzel bir çorba içiyoruz. Yine caddede oturup, çayımızı yudumluyoruz. Yarın Hakkâri’den ayrılacağız.Gecenin keyfini çıkarıyoruz.