Beste Serim Erbak-Hindistan-Delhi-Taj Mahal

HİNDİSTAN – DELHİ-TAJ MAHAL (22 Ocak- 03 Şubat-2012)

22 Ocak öğle saatlerinde, İzmir’den İstanbul’a uçtuk. Türk Hava Yolları bir hayli rötar
yaptı. İstanbul’dan Delhi’ye yolculuğu ise Emirates Havayolları ile gerçekleştirdik.

19.10’da kalkan uçağımızın ilk durağı Dubai, Doha havalimanı oldu.
Geçen yıl Hindistan seyahatimizde Emirates Havayollarından oldukça memnun kalmıştık. Bu yıl koltuk aralarını iyice sıkıştırmışlar. Tüm rahatlığı gitmiş.
Tek iyi olan tarafı hosteslerinin güler yüzlü olmaları. Dört saatlik uçuştan
sonra Doha’daydık. Yerel saat ile 01.15. Dubai’den 04.40 ta kalkan uçağımız, sabah yerel saat ile 09.15’te İndira Gandhi Havalimanına indi.

Yerler Halı ile kaplı. Polis pasaportumuzu epeyce inceledi. Sanırım pasaportumuz hala
elektronik olmadığı için işlem uzun sürdü. Ayrıca vizemize baktılar. Uçakta size doldurmanız için bir form veriyorlar.
Nereye gideceksiniz, nerede kalacaksınız vizenizin süresi gibi birçok bilgileri içeriyor.
En ufak bir eksiklik istemiyorlar. Pasaport kontrolünde polis departmanlarının üzerinde Budizm’de çeşitli duyguların ifade edildiği el heykelleri var. İlginç geldi.
Bavullarımızı İstanbul’dan vermiştik, buradan aldık. Daha önceden yer ayırttığımız Yeni Delhi’de Hotel Aura’dan bir yetkili bizi çıkışta karşıladı. Havaalanı ile şehir merkezi epey uzak. Buna bir de Delhi trafiği eklenince ancak öğleye doğru otelevarabildik. Her taraftan bir motosikletli, bir bisiklet taksi, ya da bir rikşa
(mobiletten bozma üç tekerlekli, taşıma aracı) fırlıyor.
Türkiye’de artık çok fazla duymadığımız korna sesleri burada doğal. Zira arabalar yan aynalarını kullanmıyorlar. Aslında korna olmasa kaza oranı yükselir diye düşünüyorum. Ayrıca trafik de bizimkinin tersi olduğundan bir
anda büyük bir karmaşanın içine düşüveriyorsunuz. Güney Hindistan’a nazaran Delhi’de daha iyi bir İngilizce konuşuluyor. Otel iyi gözüküyor. Yetkililer samimi, güler yüzlü. Hemen her otelde bir turizm acente yetkilisi var. Bize hemen nereleri görmek istediğimizi soruyorlar. Biz önce biraz dinlenmek istiyoruz. Zira uzun zamandır yollardayız. Delhi’nin ağır bir havası var. İzmir’de kıştı. Burası sadece biraz serin. Ben daha sıcak olacağını düşünüyordum. İki saat dinlendikten sonra aşağıya indik. Otel beş katlı. Temiz sayılır. Yatak rahat. Otelin en büyük avantajı gezilecek yerlere yakın olması Delhi büyük bir şehir. Yaklaşık on yedi milyon insan barındırıyor. Ertesi gün oteldeki acenteci bize bir araba ve şoför ayarladı. Delhi’yi gezmeye çıktık. Şehir iki bölümden oluşuyor. Eski ve Yeni Delhi. Önce Jama Mescid’i (Jama Masjid ) görmeye gittik. Babür imparatoru Şah Cihan tarafından yaptırılmış. Oldukça güzel bir camii. Bizim görmeye alışmadığımız bir yapı. Merdivenli kapısına varabilmek için önce Chandni Chowk pazarından geçiyorsunuz. Her çeşit ürün satılıyor. Müthiş bir kalabalık var. Burası oldukça tanınmış. Meena Pazar da burada. Çok ilginç. Jama Mescide girerken poşet içinde terlik veriyorlar. Her şey için para ödüyorsunuz tabii. Çıkışta da alıp tekrar poşete koyuyorlar.
Camiinin avlusunda bir havuz var. Orada aptes alıyorlarmış. Tabi hijyen konusunda pek bir şey söylemek istemiyorum. Bir köşede cüzler içinde yığılı Kuranları gördüm. Herhalde burada Kuran Kursu veriliyor. Caminin minareleri ulu.
Her şey simetrik. Fakirliği her yerde görebiliyorsunuz. İnsan üzüntü duyuyor.

Jama Camiinden Delhi’yi seyrediyorsunuz. Yüksekte olduğu için manzara güzel.
Turistler ve burayı ziyaret eden Hintliler merdivenlere oturmuşlar. Hemen karşıda Red Fort (Kızıl Kale)tüm kızıllığıyla gözler önünde.2007 yılında UNESCO tarafından Dünya Mirası olarak kabul edilmiş. Babür Hükümdarı Şah Cihan tarafından yaptırılmış. Kapalı olduğu için giremedik. Daha sonraki günlerde de maalesef açık değildi. Dışından fotoğraf çekmekle yetindik. Kalenin giriş kapısı karşısında Jain Tapınağını gezdik. Jain dinine ait bir tapınak. M.Ö 500’ lü yıllarda Hindistan’da doğan bir inanç. Ayakkabılarımızı çıkarıp girdik. İbadet şekilleri de bize değişik geldi.
İçerde ağır bir hava var. Burayı gezdikten sonra hemen yanındaki Kuş Hastanesi ilgimizi çekti. İçerdeki yetkili bu hastanenin dünyada tek olduğunu söyledi. Hiç böyle bir şey görmemiştik. Yaralı ya da hasta olan kuşlar buraya getiriliyormuş. Tedavisi tamamlananlar tüneğe çıkıyorlarmış. Buradan da tekrar serbest bırakılıyorlarmış. Üç katlı bir bina. İçerde her cins kuş var. Çoğunluğu güvercin. Burada da ayakkabılarınızı çıkarıyorsunuz. Duvarlarda da ilginç resimler var. Yetkili bizi gezdirirken bir yandan da hastanenin hikâyesini anlattı.
Daha sonra da kuşlar için bir bağış yaptık.

Kendimiz dolaşmak istediğimiz için tapınağa girerken taksiyi göndermiştik. Hava kararıyor. Kalabalık caddede yürüyoruz. Bir restoran gözümüze hoş geliyor daha ziyade küçük bir lokanta. Kanwarjı Raj Kumar isminde. Dar bir merdivenden yukarıya çıkıp oturuyoruz. Biz aramızda konuşurken yandaki çift İngilizce “Türk
müsünüz?” diye soruyor. Onlarda İranlıymış. Türkiye’yi övüyorlar. Sohbet ediyoruz.
Yemekten sonra geze geze metro istasyonuna ulaşıyoruz. Girişte x-ray var. Ayrıca çantaları arıyorlar.
Bu arada her yerde eli silahlı askerler ile dolu. Hatta ilginç tatbikat yapar gibi kum torbalarıyla donatılmış siperlerin arkasında duruyorlar. Her an savaş çıkacakmış gibi hazırlar. Metro oldukça modern Delhi’yi bir baştan bir başa dolaşıyor. Bir jeton alıp geçişte okutuyorsunuz. Çıkışta yeniden bir jeton atarak dışarı çıkabiliyorsunuz. Modern Delhi’de indik. Çok güzel mağazalar var.

Eski ile Yeni Delhi arasında dağlar kadar fark var. Ertesi gün sabahtan akşama kadar tüm Delhi’yi gezeceğimiz için otele dönüyoruz. Tabi bu arada bindiğimiz rikşa ile pazarlık yapmayı da ihmal etmiyoruz. Hindistan’da pazarlık esas ama o kadar düşük ücretler isteniliyor ki; yapılmasa daha iyi olur.
Ertesi sabah otelimizde kahvaltıdan sonra Jantar Mantar’a gittik. Burası 18.Yüzyıldan kalma bir bahçe. Açık hava gözlemevi. Gök cisimlerinin hareketleri izleniyormuş. Astroloji ile ilgili yapılar. Dünyadaki çeşitli merkezlerdeki yerel saatleri gösteren devasa yapılar. 1724’te Jaipur ‘lu Maharaja Jai Singh II tarafından yaptırılmış. Çok ilgimizi çekti. Daha o zamanlarda bunları yapabilmek oldukça düşündürücü. Tam bir laboratuvar. Buna benzer bir rasathane de Jaipur şehrinde bulunuyor ve Dünya Mirasları listesine girmiş. Girişte bir yerel rehber yakalayınca onunla birlikte gezmek zorunda kaldık. Hintliler için astrolojinin önemi büyük. Doğum saatleri çok önemli. Tanıştığımız genç bir Hintli bize şöyle bir bilgi verdi. Bir evlilik yapılacağı zaman oğlanın annesi gelini seçiyormuş ve bunu yaparken de mutlaka onun burcuna bakıyormuş eğer oğlununkiyle uyuşmuyorsa vazgeçiyormuş.

İkinci durağımız Sör Edwin Lutyens tarafından tasarlanmış Hindistan Kapısı “İndian Gate” oldu.26 Ocak Hindistan’ınCumhuriyet Bayramı olduğu için kapının yanına kadar gidemedik. Daha sonra izlediğimiz kadarıyla bizim çocukluğumuzdaki gibi resmi geçit törenlerinin yapıldığı alan. Bayram hazırlıkları vardı. Bu arada aklıma gelmişken belirteyim Hindistan’da Cumhuriyet Bayramında hiçbir yer açık değil ve kimse çalışmıyor. Bu kapının tam karşı caddesinde Rashtrapati Bhavan denilen bölgede Bakanlıklar ve Cumhurbaşkanı Sarayı bulunuyor. Çok uzun duramadık ama fotoğraf çekmemize izin verdiler.

Üçüncü durağımız İndra Gandhi’nin evi. Kendisi aynı zamanda evini ofis olarak da kullanmış. Şimdi müze. Çok uzun bir kuyruğa girdik. Girişte arama yapılıyor. O kadar çok Hintlinin ziyareti ilgimi çekti. Hintliler kendi tarihlerine oldukça meraklılar. Beyaz sade bir ev. Kendisi bu evin bahçesinde suikasta uğramış. Öldürüldüğü yere kristal bir yol yapılmış ve bir nöbetçi asker bekliyor. Suikast sırasında üzerinde bulunan giysilerini de burada sergiliyorlar. Ayrıca oğlu Rajiv Gandhi de kendisi ile aynı kaderi paylaşmış. Onun da çok fazla fotoğrafı var. Kütüphanesi oldukça zengin. Bahçede kendisine hediye edilmiş bir panter heykeli sergileniyor. Karnı şeffaf ve içinde yavruları gözüküyor. İlginç geldi. Yol üzerinde Lodhi bahçelerine uğradık. Çok büyük bir park. Sabah koşularını yapan Hintlilere rastladık. Burada yürüyen, dolaşan insanların Eski Delhi’dekilerle hiç bir alakası yok. Parkın içinde Muhammed Şah ve İskender Lodi’nin türbeleri Bara ve Sheesh Kümbetleri çok güzel. Bahçe adını Agra’nın kurucusu Sikander Lodhi’den almış. Yeşillikler içinde. Sonraki durağımız Mahatma Gandi Ulusal Müzesi. Bugün Gandi ailesinin fertlerini ziyaret ediyoruz. Tabi baba Gandi tüm dünyanın kabul ettiği bir lider.

Yaşamının çeşitli evrelerini gösteren resimler, fotoğraflar, kitaplar özel eşyaları burada sergileniyor. Dokuma tezgâhı, yazdığı mektuplar ve külleri. Hayran olmamak elde değil. Çok büyük bir lider. Ayrıca o dönemlerden kalma tüm dokuma tezgâhları da burada sergileniyor. Hintliler akın akın ziyaret edip liderlerine saygılarını sunuyorlar. Halkı ile bütünleşmiş. Onlar gibi yaşamış. Budizm felsefesinin tüm gereklerini yerine getirmiş.


Buradan çıkınca Red Onion isimli bir restorana gidiyoruz. Yemekler fena değil ama fiyatlar diğer yerlere göre biraz yüksek. Karnımızı doyurduktan sonra, çok merak ettiğim 13.yüzyılda inşa edilmiş minare, Qutup Minar’ı görmeye gittik. Girişte x-ray ve arama var. UNESCO Dünya Mirası olarak kabul edilmiş ve koruma altına alınmış. 73 Metre yüksekliğinde. Pisa Kulesi’nin 56 metre, Eiffel Kulesinin de 300 metre yüksekliğinde olduğu düşünülürse ikisinin arasında bir yüksekliğe sahip. Kırmızı taş ve mermer kullanılmış. Hint –İslam mimarisinin en eski örneklerinden biri. Burada ilgi çeken demir bir sütun var. Denilene göre bu kadar yıl geçmiş, ama bu sütunda en ufak bir paslanma olmamış. Bin yıldan daha fazla bir zamandır burada olduğu düşünülüyor. İnanışa göre kollarınla bu sütunu sarmalarsan tüm dileklerin kabul olurmuş. Minarenin tepesine çıkmak zor.350 den fazla basamak var. Ama biz gittiğimizde kapalıydı. Açık olsa çıkar mıydık, bilmem.

Delhi’yi bir de buradan seyrederdik. Minarenin işlemeleri değişik ve çok güzel. Ulu bir minare. Cumhuriyet bayramı yakın olduğu için avluda bir resim sergisi vardı. Aslında bu bir karmaşık yapılar topluluğu. İçerde ibadet yerleri var. Sütunlarda özenle işlenmiş Kamasutra Sanatı örneklerini görünce çok şaşırdım. Her şey birbirine karışmış. Yerlerde ise küçük bir sincap türü dolaşıyor. Çok sevimliler. Hava kararmak üzere Lotus Tapınağı’nı görmeliyiz. Acele ediyoruz. Aslında şoför de acele ediyor. Zira bizi alışverişe götürecek. Burası Bahai Tapınağı. Nilüfer
çiçeğinden esinlenerek yapılmış.. Mabedi dokuz büyük havuz çevrelemekte. Bahaî dini Hindistan’a 1800 lü yıllarda gelmiş. Dağıtılan broşürler içinde Türkçe de olması dikkatimizi çekti. İstanbul’da da adresleri var. İnanışa göre hangi dinden olursan ol, mabet sizi burayı ziyaret etmeye çağırıyor.1986 yılında bitirilen bina, hizmete açılmış. Pazartesi günleri kapalıymış.

Panama, Samoa, Amerika, Uganda, Avustralya, Almanya’da da bu inanış için yapılmış mabetler varmış. İnanışın lideri Hz Bahaullah’ mış.
Dönüşte yeni Delhi’de Zen Restorana gittik. Çok hoş bir yer. Ama ben biraz rahatsızlanınca otele dönmek zorunda kaldık. Meşhur migrenim ağır havaya dayanamadı. Biraz dinleneyim dedim.
Dışarıdan bando sesleri gelince fırladık. Fener alayı zannettik ama değilmiş. Önde falan bandosu yazılı bir pankart taşıyan çocuklar, arkada kırmızı giyinmiş bando takımı. Bir düğün alayıymış. Arkadaki atların üstünde çocuklar. Şık giyinmiş sürekli dans eden bir grup. Onların arkasında kırmızı tonların hâkim olduğu sâriler içinde kadınlar. En ilginç olanı ise alayın her iki tarafında kocaman ışıklı fenerleri taşıyan bir grup. En arkada ise bu fenerlere ışık sağlayan, bir at arabasında taşınan jeneratör. Başım çok ağrıdığı için fotoğraf çekemedim. Turistler alayın
içine dalıp bol bol fotoğraf çektiler. Ertesi gün sabah yolculuk Agra’ya Erken yattık.
Sabah erkenden yola koyulduk. Trenle giderseniz Delhi Agra arası dört saat sürüyor. Aslında 200 kilometre ama bu yolculukta trafik düşünülmesi gereken en önemli nokta. Cumhuriyet Bayramı olması dolayısıyla tren bileti kalmamıştı. Yollar fena değil. Aslında daha önceden bir gün Agra’da kalırız diye düşünmüştük ama sonradan aynı gün Delhi’ye dönmeye karar verdik.
Yollardaki kalabalık, curcuna, bir facia. Her taraftan birileri fırlıyor. Güya iki şehir arasındaki bir yol var ama Delhi trafiği aynen devam ediyor. Çok fazla polis ya da görevli her yolun başını tutmuş. Sen dur sen geç diye kalabalığı idare ediyor. Nereye bakacağınızı şaşırıyorsunuz. Tabii en ilginç olanı da bu trafikte neden bu kadar az kaza var. Sağ salim varabilmeyi diliyoruz. Yolda mola veriyoruz. Kahvaltı gibi bir şey yapıyoruz.

Durduğumuz yer Gangaur Motel. Bir adam maymunu ile geliyor. Maymun çok hoş. Çeşitli atraksiyonlar yapıyor. Aslında kara yolu ile gitmenin çok da avantajları var. Çevreyi inceleme fırsatınız oluyor. Şoför bir yöne doğru akın akın giden insanlar hakkında bize açıklama yapıyor. Bir Guru gelmiş büyük bir meydanda toplantı yapıyormuş. Hintliler pikniğe gider gibi elleri kolları dolu yol alıyorlar. Guru sağlık hakkında konuşacakmış. Yolda çocuklarını yıkayan annelerden tutun da müşterisini önüne oturtmuş traş yapan berberler kadar her türlü manzara ile karşılaşıyorsunuz. Hintliler yaşamlarını dışarıda sürdürüyorlar. Yolda Jaigurudey Tapınağı’nı görüyoruz. Dört saat diye düşündüğümüz yol tam altı saat sürdü.

Agra’ya gitmek için karayolunu tercih edenlere bu bilginin yararlı olur düşüncesindeyim.
Yamuna Nehri kıyısında yer alan Agra’ya varmadan, Babür İmparatoru Ekber’in
Anıt Mezarı, SİKANDERA–FORT’a geliyoruz. Muhteşem bir yapı. Böyle bir yere gelince hemen bir rehber yanınıza yanaşıyor. Biz artık teslim olduk. Hemen olur diyoruz. Aslında fena da olmuyor.
Bayağı bilgi alıyoruz. Bahçesinde ceylanlar dolaşıyor. Rehber kulağımızı duvara dayamamızı istiyor. Akustik muhteşem. Yapının bir girişinde Kuran-ı Kerim’den bir alıntı var;
“Burası cennet bahçeleridir. İçeri girin ve ebediyen yaşayın”

Yamuna nehri oldukça büyük. Agra’ya giriş, yolunda nehrin öbür yakasında TAJ MAHAL tüm heybetiyle gözüktü. Biz trafiğin içinde sanki düğüm olduk. Yollarda gördüğümüz polislerden eser yok. Bayağı işe yarıyorlarmış. Taj Mahal’in en az üç saatte gezileceği düşüncesiyle önce karnımızı doyurmak gerekir diye düşündük. Şoför bizi bir rehberle tanıştırdı. Bundan sonra onunla gezeceğiz.” Namaste İNDİA” Restoran. Yemekte iki bayana rastladık. Aralarında Türkçe konuşuyorlardı. “Merhaba” deyince şaşırdılar. Avustralya’da yaşıyorlarmış. Taj Mahal’i görmeye gelmişler. Sohbet ettik. Daha sonra,
rehberimizle yola koyulduk.
Taj Mahal bir anıt mezar ve UNESCO Dünya Miras Listesinde yer alıyor. Egzoz gazlarından yapıyı korumak adına iki kilometre kala arabadan iniyorsunuz. Elektrik ile çalışan arabalara ya da atların çektiği arabalara biniyorsunuz. Girişte arama var. Hiçbir kesici alet almıyorlar. Hatta benim keçeli kalemimi bile sonra vermek üzere aldılar. Fotoğrafçılar klasik pozları çekebilmek için peşinizden koşturuyor. Tabii ki olur diyoruz. Yapı Babür imparatoru Şah Cihan tarafından yaptırılmış. O zamanlar Agra Hindistan’ın başkentiymiş.

Şah Cihan’ın eşi Ercüment Banu Begüm, 14.çocuklarını doğururken vefat etmiş. Şah Cihan eşinin ölümünden sonra iki yıl yas tutmuş ve 1632 de, büyük bir aşkla sevdiği eşinin anısına Taj Mahal’in temellerini attırmış. Yapımı yirmi yıl sürmüş. Eşi ve Şah Cihan burada yatıyor. Duvarlarında çeşitli değerli taşlar gömülmüş. Benim hoşuma giden önündeki havuza düşen gölgesi. Beyaz mermerden yapılmış. Ayrıca üzerindeki işlemeler de renkli mermerlerden. Adeta bir nakış gibi işlenmiş. Hayran olmamak elde değil. Yapı olarak diğer yapılara benziyor. Ama burası bir başka güzel. Bahçe içindeki yapılar simetrik olarak yapılmış. Aslında gün batımı ya da gün doğumunda görmek gerekir diyorlardı ama bizim için mümkün olamadı. Bahçeler içinde huzurlu bir yapı. Mimar Sinan’ın öğrencilerinden biri tarafından çizilmiş. Bu mezarların içinde hazineler de varmış ama yağmalanmış. Mozolenin iki tarafında birbirinin aynı iki cami var. Bir tanesi ibadete açık. Öbürü ise sadece yapıyı simetrik hale getirebilmek için yapılmış. Cuma günleri Müslümanlar burada namaz kılabiliyorlarmış. Orada saatlerce kalabilirdim. Muhteşem sözcüğü hafif kalır. TAJ MAHAL görülmeye değer bir yapıt. Delhi’ye dönme vakti. Çıkışta rehber bizi bir mermer atölyesine götürüyor. İlginç işlemeler var. Dönüş yolculuğumuz başladı.

Akşam ancak 11.00 doğru otelimize vardık. Otel lobisinde bir grup Türk’le karşılaştık. NEPAL’den geliyorlarmış. Biz de ertesi sabah Nepal’e gidiyoruz. Sohbet edip, bilgi aldık. İki kişi yolculuğa çıktık deyince şaşırdılar. Ertesi gün Cumhuriyet Bayramı 26 Ocak. Sabah kahvaltıdan sonra, televizyondan Cumhuriyet Bayramı şenliklerini izledik. Aynı Çocukluğumuzdaki gibi. Ne hoş. Hayat durmuş herkes bayramı kutluyor. Otelin dışında bir gürültüler duyuyoruz. Bir anne baba teneke kapakları birbirine vurarak dikkat çekiyor. Sonra da toplanan halka çocukları ip üzerinde cambazlık yapıyor. Hindistan’da böyle gösterilere birçok kez rastladım.

KATMANDU’ya kalkacak uçağımız öğleden sonra olduğu için sabah da ünlü Moğol Hükümdarı HÜMAYUN’un Türbesi’ni görmek istedik. Otele bayağı uzakmış. Önce ünlü Hanuman (Maymun Tanrı) tapınağına gittik. Çok ilginçti. Her yerde maymunlar dolaşıyordu. Hanuman yaşamın sürdürülebilmesinde birçok katkılarda bulunan bir
tanrı olarak tanınıyor. Aynı zamanda insanlara bereket sağladığına inanılan bir
tanrı. Buradan yemeğe gittik. Güzel bir restoran. Sonra da HÜMAYUN’UN TÜRBESİ’ni gezdik. En sakin yerlerden biri. Mantar şeklinde kubbeleri var. Bahçesi çok güzel. Bahçede AFKAN krallarından İSA KHAN’ın türbesi yer alıyor. Büyük bir kemerli kapı bahçeye açılıyor.
Aynı Taj Mahal gibi burada da türbeye gelmeden bir havuz var. Yukarıdaki
terasta manzara muhteşem. Sorduğumuz her Hintli buranın Taj Mahal’e benzediğini
söyledi. Doğru. Dönüşte şoför yolları şaşırınca biraz telaşlanıyoruz. Uçağımız
kaçmasın diye. Neyse yetiştik. Havaalanına giderken MAHATMA GANDİ’nin tuz aramaya gitmesini temsil eden heykelleri görüyoruz.