İtalya Bölüm II. 2016
Bir Masal Şehri Venedik
Otelde yapılan alelacele bir kahvaltının ardından taksiyle tren istasyonuna gidiyoruz. Venedik trenimiz”Trenitalia” 8.30’da kalkıyor. Geç kalmaya gelmez, trenler dakik. Peronu bulmak için biraz vakit harcıyoruz. Bazen son anda peron numaraları değişebiliyor, dikkat etmek gerek. Şehrin ulaşım noktası burası. Gelen, giden, oraya buraya koşuşturan insanlar bir yerlere yetişmeye çalışıyorlar. İtalya´da trenle yolculuk etmek büyük kolaylık. Ana tren garları ya merkezde, ya da merkeze çıkan birkaç yüz metrelik yolun başında. İtalya’da kaldığınız bir şehirden rahatlıkla başka bir şehre trenle gidip tekrar geri dönülebilirsiniz. Trenler genelde iki çeşit: Hızlı trenler ve Regionale denilen çok yavaş değil ama daha çok istasyonda duran trenler. Regionale trenler, hızlı trenin 20-30 dakikada gittiği yere bir saatte varıyorlar. Ama hızlı trenlerin fiyatı, en az iki misli daha pahalı ve tren saati yaklaştıkça bu fiyat farkı yükseliyor.
Yanlış yapmamak adına birkaç tren memuruna sorarak doğru trene binmeyi başarıyoruz. Tüm gün Venedik’i gezdikten sonra akşam geri döneceğiz. Tren fazla konforlu olmasa da pek fena değil. Yerler numaralı. Tabii bu bir avantaj. İki saatlik bir yol bizi bekliyor. Venedik son durak olduğu için telaş etmiyoruz. İtalya’nın tipik yeşil topraklarında ilerleyen tren oldukça keyifli. Venedik Santa Lucia tren istasyonuna vardığımızda bizimle seyahat eden turistlerle birlikte kendimizi şehre atıyoruz.
Şehir eskiden Venedik Cumhuriyeti olarak geçiyormuş. Başlı başına devletmiş anlaşılan. İstilacılardan kurtulmak için anakaradan (Mestre Bölgesi) Laguna’ya kaçan halk tarafından M.S 811 yılında kurulmuş. Halk kendini burada daha güvenli hissetmiş. Şehir yüzden fazla adacığın üzerine yerleşmiş. Adriyatik denizi kıyısında. Yerleşimin tarihi kısmında adacıkları birbirinden ayıran 170 kanal ve bunları birbirine bağlayan 400 köprü bulunuyor.
Yarım ay şeklinde Lagunave sayıları 119’u bulan adacıklar üzerine yerleşen halkın, temelinde birbirine dayanan ahşap kazıklar üzerine inşa ettikleri yapılardaki, ahşabın su altında kalması ve zamanla beton kadar sağlam hale dönüşmesi ile bugünkü masalsı Venedik şehri ortaya çıkmış.
Adriyatik denizinin girdiği kanallar arasındaki bu yapılaşma gerçekten muhteşem olmuş. Yani evinden çıkınca sokak yerine suya inmek. Büyülü sokaklarda dolaşmak. Venedik şehri Ortaçağ sonrasında Avrupa’nın en önemli ticaret merkezlerinden biri haline gelmiş.Tarihin ünlü gezgini Marco Polo’nun diyarı. İpek yolunun ulaştığı şehir.
Zamanımızda motorlu taşıtlara izin verilmeyen kent olarak tanınıyor. Her türlü taşıma deniz yoluyla, kanallar aracılığıyla yapılıyor. Ama sular yükselir de Adriyatik bu harika şehri kaplarsa ne olur? Nitekim kışın suların yükselmesi ile bu tür felaketler sık sık yaşanıyor. Şöyle ya da böyle dünyada görülebilecek en orijinal, bir o kadar da sihirli bir şehir olduğu gerçeği inkâr edilemez. Her ülke bir Venedik şehrine sahip olmak istiyor.Fransa’da Annecy, Belçika’da Brugge.
Kanallarda dolaşan el yapımı gondollar taşıma amacıyla kullanılıyor ve şehre ayrı bir güzellik katıyor. Söylenenlere göre uzun ihtişamlı gondolların siyah rengi fazla dikkat çekmesin diye seçilmiş. Şehrin sembolü haline gelmiş. Eskiden soyluları taşımak için, şimdilerde turistleri gezdirmek için kullanılıyor. Gondolcuların siyah beyaz ya da beyaz kırmızı kalın çizgili tişörtleri, siyah pantolonları, üzerinde geniş, siyah ya da kırmızı kurdeleli yuvarlak hasır şapkaları ile geleneksel kıyafetleri bu büyülü ortama ayak uydurmuş. Gondolculuk babadan oğula geçen değerli bir meslek. Kanallarda kuğu misali süzülürken tabii isterlerse “Barkarol”, diye adlandırılan melankolik şarkılar söyleyen gondolcular insanı masal dünyasına götürüyorlar. Bunların yanında küçük teknelerde kullanılıyor. Evlerin kapıları doğrudan kanallara açılıyor. Anlatılanlara göre burada kanalizasyon sistemi yokmuş. Atıklar doğrudan denize dökülüyormuş. Gelgit olayından dolayı evleri su basıyormuş. İnsanlar evlerini satıp başka yerlere göç ediyorlarmış. Evler ateş pahasıymış. Nüfus gitgide azalıyormuş. Şehir yavaş yavaş müzeye dönüşüyormuş. Çöpler, çöp motorlarıyla toplanıyormuş. Ama nereye döküyorlar bu konuda pek bilgi alamadık. Ayrıca eski şehir, çok büyük olmamasına rağmen, 200 saray barındırıyor. Hava fena değil. Nem kokusu, doğal olarak, hemen hissediliyor.
Önce “Panoramic Tour” dan “CitySighseeingVenezia ” tekne turu biletleri satın alarak şehri görmeyi planlıyoruz.
Bu tekneler “Hop On-Hop Off ” sistemiyle çalışıyorlar. Sizi belli bir yere götürüyorlar orada bir süre veriyorlar, geziyorsunuz, güzergâh sırasında istediğiniz yerde inebiliyorsunuz. Karada otobüsler ile işleyen sistem burada denizde. Sonra da rıhtım kenarında oturup “Manuel Caffe” de bir şeyler içiyor, vakit geçiriyoruz.11.45’te tekne yanaşıyor. Venedik şehrini sularda ilerleyerek seyretmek gerçekten pek güzel.
Zattere( Kayıkhane) kıyı şeridini takip ediyoruz. Kıyıya yakın yerlerde suda direkler göze çarpıyor. Bu direkler yanaşan gemilere su derinliği hakkında bilgi veriyorlar. Ayrıca direkler gondol ve tekneleri bağlamak için de kullanılıyor. Questura (Polis Merkezi)önünden geçiyoruz.
Tronchettoistasyonu ve Santa Lucia’yı birbirine bağlayan modern köprü balık kılçığı şeklinde.
Giderken bir transatlantiğin yanından geçiyoruz. Güzel bir görüntü yakalıyoruz. Geminin ismi CostaDelizioza” .Adeta bir otel. Demek ki burası suyun derin olan kısmı. Teknede sürekli olarak önünden geçtiğimiz yapılar hakkında bilgi veriliyor.
Santa Maria del Rosario (Gesuati) Kilisesi ( 17.yüzyılda buraya yerleşen Dominikenler tarafından yapılmış).PuntadellaDogana (Sanat Müzesi)harika bir bina.
Tekne önce San Marco’ya uğruyor. Burası Venedik şehrinin ve dünyanın en güzel meydanlarından biri. İniyoruz. Teknenin kalkış saatine baktıktan sonra yürümeye başlıyoruz. Bu arada gondollar ve küçük bir adacığın(Saint Marc) üzerine yerleşmiş San Giorgio Maggiore Bazilikası ve Çanı(1566) ile bir fotoğraf çekmeyi ihmal etmiyorum. SanMarco Meydanına giderken Venedik maskelerinin satıldığı seyyar satıcılar her tarafı kaplamış. Kâğıt, kürk, kumaş, mücevher, tüylerle süslenerek yapılmış maskeler, altın ve gümüş gibi parlak renkleriyle oldukça gösterişli.
Maskelerin bir hikâyesi var elbette. Bir zamanlar Venedik halkı yüksek yaşam koşullarına sahipmiş. Şehir zenginlerin yaşadığı bir yermiş. Küçük bir şehir olduğu için, maskeler genellikle kullanıcının kimliğini ve sosyal durumunu saklamak için kullanılıyormuş. Maske ile kimliğin gizlenmesi, kişiye toplumun diğer fertleriyle iletişimde bulunmak ve daha özgür davranabilmek fırsatını tanıyormuş. Örneğin maskeli bir hizmetçi, bir soylu ile karıştırılabilir, bir vergi denetimcisi sayılabilirmiş. O devirde yüzler yokmuş, sadece sesler varmış. Zamanla maskeler doğurdukları sonuçlar düşünülerek yasaklanmış. 1100’den sonra yapılan maskeli balolar Katolik Kilisesi tarafından yasadışı ilan edilmiş. Böylece Venedik maske sanatı, günümüzde Venedik Karnavalı kutlamalarında ve turistlere Venedik şehrini hatırlatan sembol olarak kullanılıyor.
Rıhtımdan biraz ilerlediğimizde taşın dantel gibi işlendiği “Dükler Sarayı” karşımıza çıkıyor. SanMarco Bazilikasının yanında.On dördüncü yüzyılın ortalarında yapılmış. Rönesans’ın önemli yapıtlarından biri. Saray eskiden Venedik Cumhuriyetinde seçimle başa gelen Dük ve Hâkimlerin konutu olarak yapılmış. Çok güzel bir yapı.828 yılında yapılmış. Kaleye benziyor.
Biraz daha yürüyünce San MarcoBazilikası’nın önüne geliyoruz. Aziz Marc’a adanan ilk kilise. İsa’nın 12 havarisinden biri ve İncil’i yazdığı kabul edilen Aziz San Marc Venedik şehrinin koruyucusu olarak biliniyor.
Bir rivayete göre San Marc rüyasında huzur bulacağı yerin Venedik olacağını görmüş. Ancak San Marc Mısır’da ölünce İskenderiye’ye gömülmüş. Onun bu isteğini bilen bazı Venedikli tüccarlar ona ait olduklarını düşündükleri bazı eşyaları kaçırarak Venedik’e getirmişler. Onun adına bir bazilika yapımına başlanmış. Daha sonraları Aziz Marc’ın kemiklerinin de buraya getirildiği söyleniyor. Altın varaklarla süslü resimlerin olduğu bir yapı. Beş tane kubbesi var. Bazilikanın giriş kapısındaki figürler Bizans mozaikleri. Oldukça gösterişli bir yapı.
“Torredell’Orologio” Bazilikanın saat kulesi. Kulenin yapımı üç yıl sürmüş. Kadrandaki semboller Venedikliler için ayrı bir önem taşıyormuş. Saat Roma rakamları, Arap rakamları ve Astroloji işaretleri taşıyor. Kulenin üstünde bulunan bronz insan heykelleri 500 yıldır saati çalıyormuş. Biri yaşlı biri genç insanı temsil eden iki bronz figür bulunuyor. Onların altında ise Venedik şehrinin sembolü kanatlı aslan heykeli var.
San Marco Meydanı şehrin kalbinin attığı yer. Aziz Marc’ın Çan Kulesi ortada yer almış.98 metre yüksekliğindeki kulede beş ayrı çan var ve her biri ayrı bir şeyi işaret ediyor. Venedik’in en yüksek noktası. Kırmızı tuğladan yapılmış. Kuleye çıkıp Venedik şehrini seyredebiliyorsunuz. Meydanda özellikle Venedik gondolcu şapkası satan satıcılardan şapka almadan geçmiyoruz. Güzel meydanda lüks kafeler, çalan klasik müzik. Keyifle oturup bir fincan kahve içmenin keyfi hiçbir yerde olmasa gerek. Fiyatlar yüksek ama değer.Café Florian ( 1720 ).
Artık tekrar tekneye binip Murano Adası’na gideceğiz. Venedik şehrine birkaç kez gelmeme rağmen bu adaya gitmek bir türlü kısmet olamamıştı.
1921 yılında Venedik’in tüm cam ustalarını bu adaya yerleşmiş. Burası uzun yıllar cam üretiminde çalışılan bir yer olmuş. Murano kristali ve camları dünyaca meşhur. Teknenin geliş saatini öğrendikten sonra başlıyoruz gezmeye. Sempatik, çok şirin bir ada.
“LavorazioneArtigianaVetriArtistici” Hemen bir cam atölyesine giriyoruz. Fiyatlar ateş pahası. Ufak bir hatıra yeter diyorum. Aldığım cam yüzük yolda kırılıyor. Neyse ada gezisi boyunca taktım deyip avunuyorum. Murano iskelesi küçücük.
İçeriye doğru ilerliyoruz. Suyun kenarında ilerlediğimizde bizi ufak bir meydan ve bu meydanda mavi renkte yapılmış bir cam heykel karşılıyor. Çok hoşuma gidiyor. Cam bir başka güzel.”Cosecosi “adlı Murano hatıralık eşyaların satıldığı güzel ve sevimli bir dükkân .”Busa Alla Torre da Lele” Restoran.
Burada öğle yemeğini yemeğe karar veriyoruz. Yaşlı bir garson bize yer ayarlamak için epeyce koşturuyor. Restoranın dış boyaları falan dökük ama yemekler enfes. Özellikle de balık ve deniz ürünleri. Tadı damağımızda kalıyor. Güneş bayağı ısıtıyor. Sağda solda güvercinler uçuşuyor. Masalara konup kırıntıları yiyorlar. Sarı masa örtüleri kırmızı boyalı restoranla uyuşmuş. Artık dönüş vakti. Tekrar San Marco’ya geri dönme vakti. Biraz daha gezelim diyoruz. Birgondola binmeden olmaz.
Zattere’de inip ara sokaklardan San Marco’ya ulaşmaya çalışacağız. Dar sokaklar tipik Venedik evlerini barındırıyor. Yıpranmış boyaları yer yer çıkan tuğlaları, değişik pencereleriyle, rengârenk Venedik evleri.
Dar sokaklar, köprüler dolaşırken işte aradığımız gondollar diyor ve pazarlık yapıyoruz. Sonra da binip keyfini çıkarıyoruz. Ünlü şair Lord Byron’un evi ve daha birçok tarihi ev…”Accademiadi Belle Arti” 1750’de kurulmuş bir sanat galerisi. Birçok resim ve heykel barındırıyormuş. Gezemedim. Başka bir sefer diye düşündüm. Hakkında epeyce bir yazı okumuştum. CàLoredan Sarayı, 15.yüzyılda Loredan ailesinin sarayı olarak yapılmış. Bugün otel olarak kullanılıyor. Kırmızı boyalı ve değişik mimarisi var. Tipik Venedik pencereleri. Guiustinia Sarayı muhteşem…
Cavalli-Franchetti Sarayı (1565 yılında yapılmış), çok hoş bir mimarisi var. Günümüzde bilim edebiyat ve sanat galerisi olarak kullanılıyormuş. Accademia köprüsüne çok yakın)Accademia Köprüsü ( Büyük Kanal’da tahta bir köprü),Balbi Sarayı (1582’te yapılmış. Venedikli bir aristokratın eviymiş)”TrocchiaStefano”‘da iniyoruz.
Bu güzel yapıların içlerini görmek gerek. Dış görünüşlerinden çok daha güzellerdir eminim. Kocaman şatafatlı bir tarih gözlerimizin önüne. SanMarco’ya çıkabilmek için epey bir savaş veriyoruz. Ama artık tren saati yaklaşıyor. Bir an önce istasyona gitmeliyiz. Hemen bir taksi tekneye biniyor ve oldukça stresli bir zaman geçirerek tren kalkış saatinden 10 dakika önce varıyoruz. Floransa’ya vardığımızda artık gece. Hemen bir pizzacı “La Dantesca” ya giriyoruz. Nefis pizzadan sonra yorgun bir halde otelimize dönüyoruz. Venedik rüyasından her ne kadar uyanmak istemesem de her rüyanın sonu yeni bir günün başlangıcı.