Macaristan VII. Bölüm
Viségrad
Keleti Tren İstasyonundan bir yerlere gitmek bizim için artık çok kolay. Viségrad Budapeşte’den 40 km uzakta küçük bir kasaba. Aslında edindiğimiz bilgilere göre Budapeşte’den otobüsle de Visegrad’a ulaşabilmek mümkün ama tren daha cazip geldi. Bu bir bakıma iyi bir bakıma kötü oldu. Biletimizi aldıktan sonra trenimizi aramaya başladık. Saat yaklaşıyor ama biz treni bir türlü bulamıyoruz. Kimse dil bilmiyor. Bize yardımcı olamıyorlar. Koşuşturmaktan yorulduk. Kendimizi Berlin’e giden bir trene attık. Zira herkes ısrarla bu tren diyor. Meğerse Visegrad, arada bir durak olduğundan oradan geçen her trene biniliyormuş. Bir kompartımana yerleştik. Hala huzursuzluk var ama bilet kontrolü için gelen memur da doğru tren olduğunu onaylayınca rahat bir nefes aldık.
Trende yanımıza Suudi bir genç oturdu. Yarım yamalak İngilizcesiyle ülkesinden çıktığını ve sığınmacı olarak bir yere yerleşmek istediğini Berlin’de oturan teyze oğluna gittiğini anlattı. “Her tarafta savaş var, uçaklar ülkemin üzerinden vızır vızır geçiyor.” dedi. Bu insanların durumu ne olacak? İnsanlar, varlıklı ya da fakir yollara düşmüş güvenli bir ülke arıyor.
Bize kolonya ikram etti. Ne fena insan artık her şeyden tedirgin oluyor. Çok uzun sürmeyen bir yolculuktan sonra Visegrad tren istasyonunda indik.
Visegrad tarih boyunca konumu nedeniyle önemli bir yerleşim yeri olmuş. Tarihi Roma İmparatorluğu’na kadar uzanan Ortaçağ kalesinin kalıntıları ile ünlü. Macar Kralı MatthiasCorvinus’un yazlık sarayı da burada. Kale, 1242’de Moğol istilası sırasında yıkılmış ancak daha sonra Macar kralı IV. Béla tarafından tekrar inşa edilmiş. 1320 yılından sonra,1544’te Osmanlı fethine kadar Macar krallarının ikametgâhı olmuş. Yemyeşil dağlar arasından kıvrılarak akan Tuna’yı, bu güzel manzarayı seyretmek için gelen herkes büyüleniyor.
Visegrad, küçücük bir yer. Kimsecikler yok. Sonradan anladık ki kimse buraya tren ile gelmiyor. Zaten bu da banliyö treni değil. Oldukça fazla ücret ödemişiz. Otobüs çok daha ucuz. Nehir kıyısına nasıl gideriz diye sorduk. Bize tarif ettiler. Anlaşılan burası bir sayfiye yeri. Bahçe içindeki evlerin hepsi birbirinden güzel. Tuna kıyısı plaj olmuş. Nehre girenler, kayıklarını gezi için hazırlayanlar. Küçük kafeler, restoranlar… Buraya Nagymaros deniliyor. Eğer trenle gelmeseymişiz buradan karşı tarafa gemi ile geçme fırsatını yakalayamayacakmışız. Şansımız varmış diyorum çünkü bu gemi gerçekten orijinal.
Genelde Macarlar ve buraya dağ sporları yapmak için gelen çocuklu İtalyan, Alman ve Fransız turistleri görüyorsunuz. Etraf son derece yeşil. Tuna bir deniz havasında. Karşıki dağın tepesinde kaleyi fark ediyoruz. Buraya nasıl gideriz deyince gemi bileti alın diyorlar. Gemi yolcudan başka araba, bisiklet taşıyor. Buna gemi demek çok doğru olmaz daha ziyade sal diyebiliriz. Zira bu sal ona yanaşan başka bir kılavuz geminin yönlendirmesiyle hareket ediyor.
Tuna’nın şahane manzarası eşliğinde ilerliyoruz. İlginç bir yolculuk. Karşı tarafa geçtiğimizde bir restoranda bilet satan bayana taksi istediğimizi söylüyoruz. Keşke dağa tırmanabilsek ama bu oldukça zor. Bayan 20 dakika beklememizi söylüyor ama biz bir buçuk saat bekliyoruz. Bu arada bir şeyler içiyoruz. Herkes karşı tarafa geçmek için bekliyor. Çevreyi dolaşmak için ilginç arabalar yapmışlar. Biz binmedik ama herhalde zevkli olurdu.
Sal yanaşınca kalabalık oraya doğru yürüyor. Bize de dolmuş tipli bir araba geliyor. Şoför geç kaldığı için defalarca özür diliyor. Çok güler yüzlü bir adam.10-15 dakikada dağa tırmanıyoruz. Orman manzaraları o kadar güzel ki… Yolda sohbet ediyoruz. Dönüşte bizi alacağı saati kararlaştırıp ayrılıyoruz. Kalenin girişi aşağıda. Merdivenle yukarı tırmanılıyor. Girişte Ortaçağ giysileriyle ok attıran animatörler var. Bu gösteri hemen hemen tüm Ortaçağ kaleleri ve şatolarında oluyor. Devamlı tırmanıyorsunuz. Tuna’nın en yüksekten görüldüğü yer. Visegrad, Tuna Nehrinin delta yaptığı bir alana kurulmuş.
Manzarayı görebilmek için adımlarımızı hızlandırıyoruz. Ve işte! İnanılmaz muhteşem an. O zaman kalenin (Fellegvar) yerinin ne kadar doğru seçildiğini anlıyorsunuz. İnsanı hayran bırakıyor. İyiki gelmişiz de bu güzel manzarayı görmüşüz. Macar arkadaşımın burayı gezmemiz konusunda ısrarı ne kadar doğruymuş.
Uzun bir süre doğayı, hoş kıvrımlarla akan Tuna’yı seyrettik. Daha da yukarıya çıkıp av köşkünü de göreceğiz. İçerde av hayvanlarına ait boynuzlar, doldurulmuş av hayvanları, zaman giysileri, bayrakları, kısacası Ortaçağ dönemine ait bir çok eşya ve o çağın yaşamını anlatan resim var.
Kale oldukça iyi bir yenileme görmüş. Bir izci grubu da gezenler arasında. Liderleri her resmin önünde açıklamalar yapıyor. Mesleğim nedeniyle bir hayli ilgimi çekti. Bahçede içine eller ve başın geçtiği düzeneğe gezginler başlarını ve kollarını sıkıştırarak poz veriyorlar. Ne tuhaf insanların öldürüldüğü, işkence gördüğü bu aletler şimdi anı için kullanılıyor. Çağlar boyunca uygulanan şiddetin sonuçta gülüp geçilen bir şey olması. Düşündürücü…
Her gezgin buradan Tuna’yı seyretmeli. Budapeşte’de şehrin ortasından ve daha birçok yerden geçen Tuna’ya bir de buradan bakmalı. İstemeye istemeye aşağıya iniyoruz. Aşağıda turistik eşya satan dükkânlar insan kaynıyor. Biz de geziyoruz. Macarcada birçok sözcük Türkçeden geçmiş. “Bebek” “Babak” gibi. Bu ülkede dikkatimi çeken bir başka şey de fazla şapka satılmaması. İlk defa burada rastladım desem yalan olmaz.
Macar ressam DemjenAttilla (1926-1973) adına bir anma plaketine rastladık. Ressamın soyadı ilgimi çekti. Bizi almaya gelen Macar şoför ile aşağıya indik. Bizi köy meydanına otobüs duraklarına yakın bir yere bıraktı. Yemek yemeği planladığımız restorana yakın bir kilise binası oldukça değişik. “Restoran Kovacs-Kert “. Yemekler leziz ve çok uygun fiyatta. Ayrıca servis mükemmel. Budapeşte’ye otobüs ile döneceğiz.
Otobüs saatleri duraklardaki levhalarda belirtilmiş. Zamanında geliyor. Otobüsün pencerelerinde Hindistan’daki gibi raylar üzerinde hareket eden perdeler var. Hava o kadar sıcak ki insan nefes almakta zorlanıyor. Yolculuk iki saatten fazla sürüyor. Perişan olduk. Otobüs Szentendre’den de geçiyor. Budapeşte’ye yaklaştıkça trafik sıkışıyor.
Bir an önce, hava kararmadan gitmek istiyoruz. Parlamento Binasını gündüz gözüyle görmeği hedefliyoruz. Otobüsten iner inmez koşuşturuyoruz. İlk önce meşhur Merkez Kapalı Çarşıyı(KözpontiVasarcsarnok) ziyaret ediyoruz. Ovam Meydanında. Binanın çatısı ve üzeri Zsolnay seramikleri ile kaplı. İçerde Macaristan’ın yöresel ürünleri satılıyor. Özellikle örtüler pek güzel. Birçok satılık eşyanın üzerinde “Bu Çin malı değildir” ibaresini okuyorsunuz. Hoş. Fiyatlar pek ucuz değil. Turistik bir yer. Ama az da olsa pazarlık yapabiliyorsunuz. Böyle tarihi bir binanın içinde demir konstrüksiyon beklenilir bir tarz değil. Güzel bir düşünce.
Parlamento binasına gitmek için Tuna kıyısı boyunca çalışan, sarı tramvaya biniyoruz. Bina şehrin Pest tarafında bulunuyor. Budapeşte’nin sembolü. Gece ışıl ışıl görmüştük. Şimdi gündüz göreceğiz. Macar Mimar İmreSteindi tarafından 1885-1904 yılları arasında tamamlanmış. Anlatılanlara göre yapının bitirilmesinin ardından geçen bir iki hafta içinde mimar vefat etmiş. Steindi’nin isteği üzerine, binanın inşaatında sadece Macaristan’ın her yerinden gelen Macarlar çalışmış. Prens II. FerencRakoczi’nin atlı heykeli burada bulunuyor.
Yapı Londra’daki Parlamento binasına benziyor. Birçok kulesi, 691 salonu,13 asansörü var. İç süslemeleri için 40 ton altın kullanılmış. Bizim girdiğimiz bahçe tarafında II. Dünya savaşına ait bir yeraltı sergisi vardı. İnsanların acıları. Artık bu konuda çok fazla bir şey görmek istemiyorum, beni fazlasıyla üzüyor.
Hava o kadar sıcak ki Budapeşte Belediyesi, Parlamento’nun önünde, bunalan insanları ferahlatmak amacıyla akıllıca bir çözüm bulmuş. Zaman zaman yerdeki düzeneklerden su fışkırtılıyor. Bir güzel serinliyorsunuz.
1848 Macar Devriminin Kahramanı Lagos Kossuth’un heykeli güzel gözüküyor. Macaristan’ın ilk Başbakanı TiszaIstvan’ı anmak üzere yapılmış anıt.
Parlamento Binası dev heykellerle çevrili. Bu da yapıyı daha da güzelleştirmiş. Tuna kıyısına indik. Akşam oluyor ve Tuna yine o güzel renklerine kavuşuyor. Buraya yakın görülmesi gereken bir yer daha var. Savaş anılarını ne kadar görmek istemesem de Avrupa’da bundan kurtulmak imkânsız.
16 Nisan 2005’te Heykeltıraş GyulaPauer ve bir Türk anne babanın çocuğu olan Can Togay tarafından tasarlanmış “Cipök un Dunaparton” “Tuna Kıyısı Ayakkabıları” adlı bir anma eseri. Zincirli köprü (SzéchenyiLánchíd) ile parlamento arasında. 1944’te Hitler’in Gestapoları tarafından çoluk çocuk buraya getirilen Yahudi ailelerden ayakkabılarını çıkararak Tuna’ya atlamaları istenmiş ve hayatlarına son verilmiş. Bu acı olayın anısına metalden, bronzdan yapılan kadın çocuk erkek ayakkabıları tam kıyıda duruyor. İnsan çok duygulanıyor. Bir an için ne hissettiklerini düşünüyorsunuz…
Artık akşam oldu ve bizim güzel Macaristan gezimizin sonu. Yarın, Türkiye’yedönüyoruz. Çok güzel bir ülke, çok güzel insanlar..