Beste Serim Erbak: Özbekistan / Tarihi İpek Yolu III.Bölüm

Özbekistan / Tarihi İpek Yolu III.Bölüm
Rüya Şehir, Khiva
Tarixiy Ipak yo’li
O’zbekiston

Taşkent -Urgenç arası uçakla bir buçuk saat sürüyor. Yerel havayolları ile uçuyoruz. Uçağımız öğlen Urgenç’te olacak. İç hatlara gelerek beklemeye başlıyoruz. Hiç Türk yolcu yok.

Rahat bir uçuştan sonra Urgenç’e iniyoruz. Küçük bir alan ama temiz ve düzgün. Çıkışta taksiler yolcu alabilmek için birbiriyle yarış ediyorlar.Özbekistan’ın Harezm vilayetinde bir şehir olan Hive’e varabilmek için daha yarım saatten fazla yolumuz var. Özbekistan’ın en güzel şehri. Ben “Rüya Şehir” diyorum.

UNESCO Dünya Mirasları listesinde yer alıyor. Tarihi şehre girilen kapıda bilet almak zorundasınız. Ama biz içerideki otelde kalacağımız için ücret ödemiyoruz. Eski şehrin planı mozaiklerle işlenmiş bir duvarda yer alıyor. Orient Star Khiva Otel çok güzel gözüküyor. Ana kapıdan girişte hemen sağda.

Aslında yapı, eski bir medrese. Muhammed Emin Han Medresesi (1851-1855) Yani bir medresede kalacağız. İnanılmaz bir deneyim. Bina, Hive ve Orta Asya’nın en büyük iki katlı medresesi. Otel devlet tarafından işletiliyor. İşletmenin iyi olduğunu söyleyemeyeceğim. Beş yıldızlı olsa da kredi kartı geçmiyor, internete her yerde ulaşım yok.Bize refakat eden yaşlı görevli otelde çalışan üç elamandan biri. Odamız ikinci katta. Dar merdivenlerden tırmanıp koridorda yürüyoruz. Tüm medreselerde olduğu gibi katlar ortak bir avluya bakıyor. Oda kapıları eski. Odanın içi modern düzenlenmeye çalışılmış. Arka tarafa bakan küçük bir balkon var. Taş duvarlar kim bilir nelere şahitlik etmişler. Burada uyumak tuhaf duygular hissettiriyor.

Muhammed Emin HanMedresesinin, önce 85 metre olarak tasarlanıp sonra 29 metrede yarım kalmış turkuaz kubbesi göz kamaştırıyor. Kalta-Minör ya da Kısa Minare şehrin sembolü. 1855 yılında Muhammed Âmin Han öldürülünce minarenin inşaatı yarım kalmış. Eğer tamamlanabilseydi Dünyanın en yüksek yapıları arasında yer alacakmış.
İnanışlara göre Zerdüştlük dininin kurucusu Zerdüşt Peygamberin doğum yeri bu şehirmiş. Ayrıca şehirde eski usullere uygun olarak ekmek yapılmakta. Özbekistan’da ekmeğe “Nan” deniliyor. Bizim kare bulmacalarda sürekli sorulan “Ekmeğin diğer adı nedir? Sorusunun yanıtı. Derin kuyu şeklinde tandırlarda pişiriliyor. Ekmeğin üzerine şekil yapmak için tahta ve çivilerden oluşan kalıp ile yapılan şekiller güneşi simgeliyormuş.Genelde mavi olan tahtakısımlar beyaz motiflerle süslü.

Kentin geçmişi VI. yüzyıla kadar dayanıyor. XVII. yüzyılda Hive Hanlığının başkenti olmuş. Şehir 2500 yıllık bir geçmişe sahip. İç han (İç kale) denilen yaklaşık 10 km uzunluğunda kilden surlarla çevrili eski kentte saraylar, camiler, medreseler, anıt mezarlar ve evler bulunuyor. Burası koruma altına alınmış ve bir müze-şehre dönüşmüş. 1991’de Dünya Miraslarına dâhil edilmiş. Topraktan yapılmış şehir Karakum Çölünün ortasında yer alıyor.
Otelimize yerleştikten sonra resepsiyonda rastladığımız delikanlıya, yemek yeri sorunca“Ben sizi bir yere götürebilirim” diyor hemen kabul ediyoruz. İç kaleden çıkarak,su kenarında, tahtalardan yapılmış, bizim Alanya’daki çardaklara benzer bir yerde balık yiyoruz. Bu sıcakta çok da iyi oldu doğrusu. Buradaki lavabo ise ayrı bir güzellik. İyi bir icat. Portatif lavabo. Yemekten sonra bize kendi otelini göstermek istiyor. Küçük sevimli bir otel. Orada tanıştığımız turistlere daha sonra başka yerlerde de rastladık.

Otele dönüp İç Kale’de şöyle bir dolaştıktan sonrameydanda tüller içinde teras kafede akşam yemeğimizi yedik. Muhteşem bir manzara. Restoran sahibi ve ailesiyle sohbet keyifliydi.Sanki bir masalın içinde yaşıyoruz. Gecesi ayrı, gündüzü ayrı güzel.

Karakalpakstan , Moynaq
Ertesi gün yolumuz Nukus’a doğru.Özbekistan’ın Özerk Cumhuriyeti, Karakalpakstan bizi bekler.
İç kalenin girişinde bir turizm acentesi bulunuyor. Gece görüştük ve bizi bugün Nukus’a götürmesi için bir taksi ile anlaştık. Sabah kahvaltıdan sonra şoför Adil ile buluşuyoruz. İri yarı, efendi bir adam. Doğrusu çok iyi bir şoför. Zira aynı gün400km gitti, 400km döndü. Nukus buradan uzak ama gittiğimize değdi.
Sabah erken yola çıkmak iyi oldu. Ancak gidip dönebileceğiz. Ve tam öğle vakti Moynak’ta (Moynaq) olmak istemiyoruz. Yol son derece kötü. Araba küçük ve eski, dökülüyor denilebilir. Bir çukurdan öbürüne atlayarak hızla ilerliyoruz. Beş saatlik uzun bir yolculuk. Arada üzerinde kocaman harflerle “Metan” yazan, yakıt ikmal istasyonunda duruyoruz. Bizde araba için böyle bir yakıt kullanılmadığından, değişik geliyor. Araç doluyken güvenlik nedeniyle tüm yolcuların araçtan inmesi gerekiyor. Sadece şoförün girmesine izin veriliyor. Diğer kişiler dışarıda bekliyorlar.

Türkmenistan’a komşu Karakalpakstan’ın başkenti“Nukus”. Burada Karakalpak Türkleri yaşıyor. Eskiden çok zengin topraklara sahip olan bölge şimdilerde kurak. Aral Gölünün kuruması ile mahvolmuş.
Yol bitmek bilmiyor. Hava o kadar sıcak ki bir küçük dükkân bulursak hemen su alıyoruz. Çöldeki barakadan bozma bakkal dükkânlarının her yeri kapalı ve içerde soğutma var. Yiyecek, içecek, ufak tefek şeyler satılıyor. Hem karnınızı doyuruyor hem de alışveriş yapıyoruz.

Issız topraklarda ilerliyoruz. Tek tük araba geçiyor. Birkaç tane de Türk tırı görüyoruz. Türkmenistan sınırına doğru gidiyorlardı. Sovyet Rusya zamanında herhalde bu topraklardarahat rahat gezebilmek ancak bir hayal olarak kalırdı. İlerledikçe yolun iki tarafında görülen birbirinden uzak tek katlı, rengârenk çatıları mavi yeşil beton evler gitgide azalıyorlar.

Çölün içinde taka benzer bir kapı görünce hemen burası neresi diye merak edip, oraya gitmek istiyoruz. Henüz vaktimiz olduğu için Adil hemen sapıyor. Yarı toprak yoldan kıvrıla kıvrıla ilerliyor biraz da tırmanıyoruz. Bu dağlar Uvays Dağlarıymış. Beruni ilçesine yakın. Yolun sonunda Hazreti Uvays el-Karani’nin sembolik mezar Kompleksi ve türbesi bulunuyor. Dini yapı mezarlıklar ile çevrili. Uvays özellikle Sufi’ler için çok kutsal bir kişiymiş. Oldukça fazla ziyaretçi var. Dağda ayak izinin olduğu söyleniyor ama biz görmedik.

Aslında çöl muhteşem tarihi kaleleri de barındırıyor. Bir zamanlar Karakalpakstan halkı,“Harezm” denilen bu bölgede göçebe olarak yaşarmış. Saldırılardan korunmak için kerpiçten kaleler inşa etmişler. 50’den fazla kale bulunduğu söyleniyor. Ama onları gezebilmek için Nukus’ta kalmak gerekir. Maalesef zamanımız yok. Başka bir sefere deyip yine yola koyuluyoruz.

XX. yüzyılın başlarına kadar pek çok Karakalpak ailesi “Yurt”denilen hayvan derisi ve yünle kaplı, hafif ahşap bir çerçeveden oluşan taşınabilir büyük çadırlarda yaşarmış.

Nukus güzel ve yeni bir şehir. Ama asıl ününü burada bulunan ve Dünya’nın en büyük müzelerinden biri olan Karakalpakstan Devlet Sanat müzesinden alıyor. Savitsky Müzesi için bozkırın Louvre’u diyorlar.90 bine yakın eseribarındıran müzenin iki büyük binası,yemyeşil güzel bir bahçenin içinde. Gezmek için iki saat zaman harcadık ama yetmedi. Girişte sıkı bir kontrol var. Çantamızıaşağıdaki dolaplara bıraktık. Giriş ücreti ucuz değil.Sovyetler zamanında Devlet arkeoloğu olan Igor Savitsky birçok eğitim görmemiş, naif sanatçıların tablolarını, tarihi heykelcikleri, eşyaları,halıları seramikleri toplamış. 1966’damüze açılmış. Sanatçılar isimleri duyulmuş kişiler değiller ama eserler harika. Hayran olmamak mümkün değil. Müzeden çıktıktan sonra Adil bizi bir restorana götürüyor. Sıcaklık 50 derecenin üstünde. Arabadan indiğimizde adeta bir fırına girmiş gibi oluyoruz. Restoran diğerleri gibi tül perdeler ile süslü ve yemekler leziz. Artık büyük bir heyecanla hedefimize yaklaşıyoruz. Buraya gelme amacımız Moynaq’a az kaldı.

Daha önceleri 68.000 km² yüz ölçümüyle Asya’nın ikinci, dünyanın dördüncü büyük gölü olan Aral Gölü zamanla 60km çekilip iyice küçülmüş ve bu olay çevresinde yaşayan her canlınınyaşamını etkilemiş.1950 Sovyet Rusya’sı tarlaları sulamak için Aral’ın sularını kullanmış ve onu besleyen nehirlerin yollarını değiştirmiş. Kollarından yoksun bırakılan Aral Gölü yavaş yavaş yok olmaya mahkûm olmuş. Böylece yaşanan Ekolojik felaket, çok sayıda bitki ve hayvan türününde tükenmesine yol açmış. Balıkçılar artık avlanamaz olmuş ve dünyanın en yeni çölü “Aralkum” meydana gelmiş. Bir zamanlar zengin bir balıkçı limanı olan Moynaq, artık denizi olmayan bir yer.Moynak sanki Dünyanın bir ucu. Su kıyısında teknelerle balık avlayarak geçinen halk şimdi çölde oturmak zorunda kalmış.
Göl kıyısında duran balıkçı gemileripaslı birer demir yığınıhalinde, hayalet gemi olarak kumun üzerine oturmuş.Gizemli gemi mezarlığınıgörebilmek için Dünyanın her yerinden bizim gibi gezginler geliyor.
Ürkütücü ve insanoğlunun Dünya’yı nasıl mahvedebileceğini gösteren canlı bir kanıt karşımızda. Çok etkilendik. Gemileri yakından görmek isteyip merdivenler ile aşağıya iniyorum. Bu sıcakta çok zor oluyor. Yukarıda bir deniz feneri ve “Yurt” var.

Oradan ayrıldıktan sonra Orta Asya’nın en büyük Nekropolü’nü geziyoruz. Mezarlar son derece ilginç. Mizdakhan NekropolüM.Ö. 4. yüzyılda kurulan, Karakalpakstan’ın en eski ve en kutsal yerlerinden. Efsaneye göre burası Hz Âdem’in mezarının olduğu yermiş. Koca bir dağ antik mezarlarla dolu. Khiva’ya çok geç dönebildik.
Bugün İç kaleyi gezeceğiz. Eski şehir, çoğunluğu XVIII. ve XIX. yüzyıllarda yapılan 50 tarihi anıt ve 250 eski eve ev sahipliği yapıyor. Nüfusun belli bir sayıda kalmasına özen gösteriliyormuş. Tarihte, Hiva İpek yolunun kalbi olduğu gibi köle ticaretinin de merkeziymiş. Bizim köle denildiğinde aklımıza gelen kavram başkaama burada söz konusu olan Tatarlar tarafından civar köyleri talan ederek toplanan Rus köleler. 300-400 altına Hiva’nın meydanında satılıyorlarmış. Kadın köle olarak,İranlı köleler makbulmüş. Kısacası Hiva köle ticaretinden zengin olmuş. Daha sonra Rusların Hiva’ya savaş açması da bundanmış.Eğer bir köle kaçmak isterse Kalto Minor’dan aşağıya atılırmış. Bazen de şehir kapılarına kulaklarından asılırmış. Ya da sarayın zindanında işkence görürmüş. Şehir meydanı da kölelerin infazı için kullanılan bir diğer alanmış.

Geçmişte kale içinde sadece soylular, ticaret yapanlar, dini eğitim görenler ya da ilim irfan ile uğraşanlar yaşarlarmış. Halk kale dışında otururmuş. Sadece bir iş yapmaları gerektiğinde kaleye girerlermiş.
Şehirde hala babadan oğula geçen el sanatları devam ediyor. Burada ortaçağı anlatan birçok film çevriliyormuş. Hiva bir açık hava müzesi. İçeri girdiğiniz an bu Dünya ile ilişiğiniz kesiliyor. Geçmiş zamanda bir yerlerde yaşıyorsunuz. UNESCO Kültür Mirasında olan şehir çok sayıda turistin buraya akın etmesini sağlıyor.
Kışları çok soğuk olduğu için Kalpaklar satılıyor. Bu sıcakta giymesi zor ama kışın güzel olur. Ayrıca el işi çantalar, takılar, örtüler gömlekler, elbiseler ve birçok hediyelik eşyayı hemen girişte ya da aralardaki dükkânlardan alabiliyorsunuz. Şehri gezmeye gelen Özbek kadınlardan oluşan bir gurup benimle fotoğraf çektirmek istiyor. Özbekler fotoğrafı çok seviyor.

Meydana gelmeden turizm bürosuna uğrayıp bilgi alıyoruz. Bize bir harita veriyorlar. Yine Nasreddin Hoca kitaplarına rastlıyoruz.
Şehrin meydanına gelince hemen solda gördüğünüz “Taş Avlu Saray” sekiz yılda, 1000 kölenin çalıştırılmasıylayapılmış. İnce mavi işlemeleri harika. Buradan yukarı tırmanıp surlara çıkıyor ve bu güzel şehri tepeden seyretme fırsatı yakalıyoruz. Bunun için ayrı bir ücret ödüyorsunuz. İç Kalede her yerin giriş ücreti var.
Surlar saman toprak tuğla kullanarak yapılmış. Şehir sanki çölün bir devamı. Küçük pencerelerden meydandaki eserleri seyrediyoruz.
Burası bir Harzem ülkesi şehri. Çok sayıda bilim adamının yetiştiği yer. Cebirin babası sayılan El-Harezmî burada yaşamış.
Muhammad Rakhimkhan Medresesi tüm heybetiyle yükseliyor. Buradan Horezm müzesine geçiyoruz. Ne kadar zarif işlemeler. Hiva’nıntarihi İslam-Khoja Kompeksi XVII. yüzyıldan kalma sütun, el oyması tahtadançeşitli eşyalar, Kalpaklı tarihi kişiler, Özlü sözler. Buralardan kimler gelmiş kimler geçmiş. Hiva Hanlığına(1511-1920) ait eserler göz kamaştırıyor.

Kabirlerin bulunduğu kısmı, Sayyid AlauddinMozolesi, Yaqubboy khoja Medresesi, Pehlivan MamudKülliyesi,Horezm Tıp Tarihi Müzesi,Muhammed Bahadırkhan Türbesi’ni geziyoruz.
İçerde epeyce dolaştıktan sonra dışarıda turistleri gezdiren mini bir tur arabasına binerek surların etrafını turluyoruz. Şoför bir yandan anlatıyor.
Surların genişliği fazla ve eğikyapılmış. Bildiğimiz dik surlardan değil. Aynı zamanda ilginç olan başka bir şey de surların üzerinde mezarların olması. Bu mezarlar düşmanı yanıltmak için yapılmış. Düşman mezara dokunmayacağı için surlara tırmanamıyormuş. Surların etrafındaki evler bakımsız ve yollarkötü. Etraf çamur içinde. Şoförümüz İçKalede su ihtiyacını karşılamanın zor olduğundan bahsediyor.

Tekrar iç kaleye girdiğimizde Müzik müzesine ziyaret ediyoruz. O kadar hoş ezgiler çalıyor ki; Arap müzikleriyle bir ilgisi yok. 1905 yılında yapılan Kazı Kolon Medresesinde, bir yetkili çeşitli geleneksel müzik aletlerinin her birini özenle anlatıp çıkardıkları seslerini dinletiyor. Sonunda bir CD alıyoruz.
Yavaş yavaş gece çöküyor. Tarihi aydınlatan güneş artıkbatıyor. Buradaki son gecemizde manzarayı seyrederek rüya gibi bir yemek için Terasse restorana gidiyoruz. Kelimeler güzellikleri anlatmakta yetersiz.
Hiva’ya ilk geldiğimiz gün bizi gezdiren otel sahibi genç İsmail ile Buhara için tren bileti almak için Vokzal’a, yani gara gitmiştik. Khiva’ya tren istasyonu yeni yapılmış Eskiden diğer yerlere ulaşabilmek için Urgenç’e giderlermiş. Bundan sonraki seyahatlerimiz hep tren ile yapacağımızdan tüm biletlerimizi aldık. Hiva-Buhara, Buhara- Semerkant ve Semerkant -Taşkent. Trenle ulaşım gayet rahat. Demir yolları memleketi baştanbaşadolaşıyor. Ruslar zamanında yapılan ağ son zamanlarda bayağı yenilenmiş.

Bugün 16 Temmuz ve biz bu rüya kent Hiva’ya veda ediyoruz. “Bir daha gelmek ister misin? Diye sorsalar hiç düşünmeden “ Evet” derim.
İsmail bizi trenistasyonuna götürüyor. Bu arada midemizin bozulduğunu söylemeyi unutmayayım. Trene binmeden istasyonun sağlık birimine gidiyoruz. Doktorun verdiği ilaç çok iyi geliyor. Burada kutu ile ilaç alamıyorsunuz tane ile veriyorlar.
Trene binerken biletlerimizi alıyorlar. Biz VIP’ te oturmak istiyoruz fark verelim diyoruz. Öyle yapıyorlar ama biraz kural dışı bir işler çeviriyorlar. Anlaşılan bundan da epeyce korkuyorlar. Biz Fransız bir çift ile seyahat ediyoruz. Koyu bir sohbet başlıyor. Onlar da bizim güzergâhı takip ediyorlar. Hatta daha sonra birçok yerde onlara rastlıyoruz.

Tren ıssız çölde yol alıyor. Yolculuğumuzun en uzun etabı. Beş saatten fazla sürüyor. Çölde kumların ilerlememesi için bir takım önlemler alınmış. Alabildiğine kum. Manzara ürkütücü.
Yolculuğun nasıl geçtiğini anlamıyoruz. Birbirimize seyahat anılarımızı anlatıp önerilerde bulunuyoruz. Gazetenin adı dikkatimi çekiyor.“ Hürriyet” Buhara’ya vardığımızda hemen etrafımızı sarıp “taksi” diyorlar. Biz pazarlık ile birine binip “Kavsar Butik” Otele geliyoruz. Otelimiz eski şehirde ve her yere yürüyüş mesafesinde. Tarihi bir ev restore edilmiş. Son derece memnunuz. Hem işletenler güler yüzlü hem bina çok değişik. Biraz dinlendikten sonra Buhara’nın meşhur havuzunun bulunduğu yerde yemek yiyoruz.
Buradaki Nasrettin Hoca heykeli ayrı bir âlem. Zayıf olan hoca figürü bizim alışık olmadığımız türden. Otelin ikramları harika. Özellikle şekerlemeler. Gece yemekten sonra erkenden yatıyoruz. Yarın Buhara’yı gezeceğiz.