Beste Serim Erbak: Özbekistan / Tarihi İpek Yolu IV. Bölüm

Özbekistan / Tarihi İpek Yolu IV. Bölüm
Tarixiy Ipak yo’li
O’zbekiston

Çölün Gülü; Buhara

Hiva’ya ilk geldiğimiz gün bizi gezdiren İsmail’e Buhara’ya tren bileti almak istediğimizi söyleyince hep birlikte Vokzal’a, yani gara gitmiştik. Khiva’ya tren istasyonu yeni yapılmış. Eskiden bir yerlere gidebilmek için önce Urgenç’e gelmek gerekirmiş. Bundan sonraki seyahatimizde ulaşımı tren ile yapacağımızdan tüm biletlerimizi aldık. Hiva-Buhara, Buhara- Semerkant ve Semerkant -Taşkent. Ülkede trenle ulaşım gayet kolay ve rahat. Demir yolları memleketi baştanbaşa sarıyor. Rusların yaptığı ağ son zamanlarda bayağı yenilenmiş.

Bugün 16 Temmuz rüya kent Hiva’ya veda etme vakti. Bir daha gelmek ister misin? Diye sorsalar hiç düşünmeden “Evet” derim. Muhteşem bir yer. Konakladığınız her yerden ayrılırken orada kaldığımıza dair bir yazı alıp onu diğer otele gösteriyoruz.
İsmail bizi tren istasyonuna götürüyor. Bu arada midemizin bozulduğunu söylemeyi unutmayayım. Trene binmeden istasyonun sağlık birimine gidiyoruz. Doktorun verdiği ilaç çok iyi geliyor. Burada kutu ile ilaç alamıyorsunuz tane ile veriyorlar.
Trene binerken biz VIP’ te oturmak istiyoruz fark verelim diyoruz. Kabul ediyorlar ama biraz kural dışı işler çeviriyorlar belli ki… Bizden gizlice para alıyorlar. Anlaşılan bundan da epeyce korkuyorlar. Fransız bir çift ile seyahat ediyoruz. Bol bol da sohbet… Onlar da bizim güzergâhı izliyorlar. Hatta daha sonra birçok yerde karşılaşıyoruz.

Tren ıssız çölde yol alıyor. Bu Özbekistan yolculuğumuzun en uzun etabı. Beş saatten fazla sürüyor. Rayların kenarında kumların ilerlemesine engel olsun diye bir takım önlemler alınmış. Alabildiğine kum denizinde yüzer gibiyiz. Bir müddet Dünyanın en büyük çölleri arasında yer alan Kızılkum çölünün ürkütücü manzarası bize eşlik ediyor.
Yolculuğun nasıl geçtiğini anlamıyoruz. Birbirimize seyahat anılarımızı anlatıp önerilerde bulunuyoruz. Bu arada okumamız için konulan gazete başlığı dikkatimi çekiyor. “Hurrıyat” yani bizim “Hürriyet”.
Unesco Dünya Mirasları Listesi’nde yer alan Buhara şehri, Zerefşan Nehri havzasında büyük bir vahaya kurulmuş. Çeşitli dönemlerde Zerdüştler, Budistler, Hristiyanlar, Yahudiler ve Müslümanlara ev sahipliği yapan kadim şehrin tarihi 2 bin 500 yıl öncesine kadar dayansa da, buradaki ilk insan yerleşimlerinin çok daha eskiye gittiği biliniyor. Şehir, ülkede 1599’dan 1920’ye kadar hüküm süren en büyük üç hanlıktan biri olan Buhara Hanlığına başkentlik yapmış. Buhara’nın yetiştirdiği tüm Dünyada ün salmış pek çok âlim, şair, bilim ve devlet adamı bulunuyor.

Geçmişin izlerini taşıyan şehrin sokaklarında yürürken, her köşe başında İslam tarihi ve kültürüne ait kıymetli bir esere rastlamak mümkün. Buhara, modern tıbbın temel taşlarını koyan, tıp, fizik ve felsefe gibi alanlarda çok sayıda kitap yazan İbn-i Sina’nın (980-1037) doğup büyüdüğü yer olması bakımından çok ilgi çekiyor. Sahip olduğu ilmi ve tarihi dokuyu bugüne kadar korumayı başarmış ender şehirlerden tarihi ipek yolunun kalbi Buhara; Büyük İskender, Cengiz Han, Amir Timur’un geçtiği yer.
Buhara’ya saat16.00 civarında vardığımızda hemen etrafımızı sarıp “taksi, taksi! ” diyorlar. Pazarlık yaparak birine atlayıp eski şehirdeki “Kavsar Butik” Otele geliyoruz. Yapı eski ancak restore edilmiş. Son derece güzel ve değişik, ikramlar harika. Özellikle şekerlemeler. Avluya bakan odalar iyi döşenmiş. Restoran kısmındaki süslemeler tamamıyla Özbek kültürünü yansıtıyor. Biraz dinlendikten sonra 1620 yılında yapılmış fıskiyelerinden şırıl şırıl akan suların serinliğinde Leb-i Havuz etrafında yer alan lokantalardan birinde yemek yiyoruz. Havuzun kenarında dekoratif amaçla yapılmış deve heykelleri göze çarpıyor.

Buradaki Nasrettin Hoca heykeli ayrı bir âlem. Zayıf olan hoca figürü bizim alışık olmadığımız türden. Eşeğe de doğru bir şekilde binmiş.
Gece burası cıvıl cıvıl. Herhalde serin olmasından herkes toplanmış. Özbek halk müziği çalıyor. Yemekten sonra erkenden yatıyoruz.
Bugün hava yine aşırı sıcak olduğu için dışarıya çıkmak için biraz oyalanıyoruz. Kahvaltı enfes. Taze meyveler çay muhteşem. Artık Buhara’yı gezip tarihin içinde bir yerlerde yaşayacağız.
Kahvaltıdan sonra dünden anlaştığımız taksi ile gezmeye başlıyoruz. Otelin bulunduğu yere araba girmiyor. Leb-i Havuz ’un civarı ve çarşı yaya trafiğine açık. Eski şehir çok iyi korunmuş. Halk ve turistler bu tarihi şehirde rahat rahat gezebiliyorlar.

Gezimiz İsmail Samani Türbesiyle başlıyor. İçinde eski bir Sovyet dönemi dönme dolabı ve atlıkarıncalar bulunan bir Lunaparka giriyoruz. Biraz ilerleyince küçük bir meydanda beni adeta büyüleyen kare şekliyle Samani Türbesi M.S 905 yılında yapılmış bir sanat harikası. İçi de dışı da inanılmaz motiflerle süslü. Adeta ince ince dantel gibi işlenmiş. Erken dönem İslam mimarisinin bir şaheseri.
Duvarlarından çatısına kadar her yeri tuğladan yapılmış. Her cephesinde farklı tuğla dekorasyonlu on pencere bulunuyor. Tuğlalar hava durumuna göre farklı renk alıyorlarmış. Öyle renkli süslemeler yok ama çok zarif. Bambaşka bir yapıt. Yapı tuğladan, sarımtırak renkte olduğu için kumların arasında saklı kalarak Moğol istilalarından kurtulmuş. Böylece hiç bozulmadan günümüze kadar gelebilmiş. 1993 yılında türbe UNESCO Dünya Mirasları Listesi’ne alınmış.

Parkın içine doğru biraz ilerleyince Hz Eyüp Çeşmesi (Chasma Ayup) karşımıza çıkıyor. Buranın da hikâyesi şöyle: XII. yy da halk son derece kuraklık yaşamış. Su bulamaz olmuşlar. Hz Eyüp asasını buraya vurunca bir su kaynağı fışkırmış. İçerideki kuyudan gelen su kutsal kabul ediliyor. İçip dilek tutuluyor. Ayrıca sudan esinlenilmiş olacaklar ki Aral gölünün kuruyup gitmesinin hikâyesini panolarla anlatmışlar.
Çeşmenin tam karşısında değişik bir mimariyle yapılmış İmam el-Buhari Anıtı yükseliyor. İmam 600.000 hadis üzerinde çalışmış bir âlim. Binadaki kutucuklar kitapları, netleştirdiği hadisleri anlatıyor.

Sıcak kavuruyor ama bu güzellikler karşısında bizi pek etkilenmiyor. Doğal olarak fazla miktarda su tüketiyoruz. Tekrar taksiye binip henüz restore edilmemiş Abdülaziz Han Medresesinin önünde duruyoruz. İçerisi bakımsız ama duvarlar, eski kapı buranın bir zamanlar ne kadar güzel olduğunu anlatıyor. İlim irfan yuvası yapılar. Tam karşısında Modarihan(Modarixon) Medresesi (1566-77)de aynı şekilde yenileme bekliyor. Her iki medrese de iki katlı.
Taksi birbirine yakın yerlerde bizi dolaştırıyor. Sıcaklık o kadar fazla ki ne kadar az yürürsek o kadar iyi. Ve Bolo-Havuz Camii (1713) muhteşem mimarisi ile karşımıza çıkıyor. Bahçesinde 47m.yüksekliğinde bir minaresi bulunuyor. Caminin bahçesinde şu an içinde su bulunmayan bir havuz var. 20 tane birbirinden güzel işlemeli ince ahşap sütun caminin girişini süslüyor. İçide çok güzel. Mavi çinilerle bezenmiş. Özbekistan’da camiye girerken ayakkabılarınızı çıkarıyorsunuz ama bayanlar başlarını örtmek zorunda değil. Dışarıdaçeşitli el sanatları yapılıyor. Özellikle makas işçiliği çok güzel. Almayı ihmal etmedik.

Registan Meydanına doğru gidiyoruz. Buhara Hanlarının yaşadığı kışlık saraylarının bulunduğu Ark Kalesi meydanda beyaz kahverengi duvarlarıyla harika gözüküyor. Üç bin yıllık kalede tüm devlet birimleri varmış. Tarihi M.Ö 4.yy’la kadar uzanıyor. Kapısında 1893 tarihini okuyorum. 1993 yılında UNESCO Dünya miraslarına dâhil olmuş. Kale 4 hektar genişliğinde ve surların yüksekliği 20m. İranlı Siyavuş bin Keykavus tarafından yaptırılmış. Birkaç kez yıkılan kale yeniden yapılmış.20.yy başlarında kalede yaşayanlar 3000 kişiyi buluyormuş. İçeri girmeyi bekleyen ziyaretçiler uzunca bir kuyruk oluşturmuşlar. Heybetli bir kapıya yönelip bilet aldıktan sonra o zamanın askerlerinin maketlerini görüyoruz. Girince tırmandığımız yokuşun sağında ve solunda camekânların içinde tarihi giysiler sergileniyor. Yokuş bittiğinde küçük bir meydana ulaşıyoruz. Meydanda kalenin en önemli yapısı Cuma mescidi yer alıyor. Son cemaat alanı tahta sütunlarla çevrili. Caminin içi ise görülmeye değer. İç süslemeleri ince ve çok zarif.

Buhara’nın bir köyünde doğan ünlü Tıp âlimi İbn-i Sina bu kaleye sık sık gelirmiş. Daha 17 yaşındayken ölmek üzere olan Sultan’ı iyileştirmiş. Sultan ona yüklü miktarda altın vermek istemiş ama o bunun yerine kendisi için sarayın kütüphanesinden faydalanma izni istemiş.
Kalenin içinde büyük bir kasabada dolaşıyor gibiyiz. Her yerde bir müze ve tarihi yapılar. Başımızda boza pişiren güneş her ne kadar geziyi zorlaştırıyorsa da gerçekten görmeye değer bir yapı. Kim bilir kimlerin hayatları buradan gelip geçti. XVII yy da yapılan Taht Salonu dikkat çekiyor. Tahta oturan ziyaretçiler hatıra fotoğrafı çektiriyorlar. Herhalde o zamanlar buranın yıllar sonra bu amaç için kullanabileceği kimsenin aklına gelmezdi.
Kaleden çıktıktan sonra kubbeli çarşıya gidiyoruz. Çatısı hamam kubbelerine benziyor.İçerde el emeği göz nuru eşyalar satılıyor. Çok güzel bir çarşı. Hava sıcaklığı içerde hissedilmiyor ama dışarı çıkınca faciaya dönüşüyor.
Hemen meydanda Buhara’nın simgesi olan Kalon Minaresini görüyoruz. 1127 yılında Karahanlı Hükümdarı Arslan Han tarafından yaptırılan minare 48m yüksekliğinde ve 105 basamaklı. Minarenin üzerinde 13 kuşak var ve bunlardan her biri ayrı bir motifle bezenmiş. Anlatılanlara göre şehri kuşatan Cengiz Han bu minarenin önüne geldiğinde başındaki miğferi yere düşürmüş. Onu almak için eğilmiş. Başını kaldırdığında minareyi görmüş. Hiç kimsenin önünde eğilmediği için bu minarenin korunmasına karar vermiş. Minare ilk yapıldığında kaygan bir zemine oturduğu için yıkılmış ve sonra tekrardan yapılmış.

Meydanda milli giysilerin sergilendiği bir yer var. Ayrıca tarih boyunca kullanılan şapkalar da teşhir ediliyor. Meydanda karşılıklı iki yapı muhteşem gözüküyor. 500 yıldır din âlimleri yetiştiren medrese Mir Arap Medresesi (1530-1536)halen aktif durumda.
Medrese Ubeydullah Han tarafından Şeyh Abdullah Yemeni adına yaptırılmış. Şeyh Abdullah,Yemenli bir şehzadeymiş. Hz. Peygamberin soyundanmış. Buhara’ya gelince Ubeydullah Han ile tanışmış ve arkadaşlıkları ilerlemiş. Her ikisinin de mezarları bu medresede. Medresenin adı Şeyh Abdullah’ın lakabıymış. İki katlı ve Kur’an-ı Kerim’deki 114 sureyi temsil eden 114 odası bulunan medrese Kalon minaresinin tam karşısında. Mir Arap Medresesinin karşısında Cuma mescidi var.
Sırada Buhara’dan biraz uzakta Chor Bakr (Dört Bekir) Nekrapolüne gitmek var. Büyük bir kapıdan giriyoruz. Dut ağaçlarıyla çevrili yolda biraz yürüdükten sonra karşınıza cami çıkıyor. Tüm binalarda restorasyon çalışmaları var. O kadar dingin o kadar huzurlu bir yer ki… Bu Anıt kompleks UNESCO Dünya Mirasları listesine alınmış. Epeyce yorulduk. Artık gidip dinlenme zamanı. Yarın gezmeye devam edeceğiz bu güzel şehri.
Bugün güne biraz hasta başladık. Daha doğrusu midemiz bozuldu. Otelde çalışanlardan patates haşlamalarını istedik ve sadece onu yedik. Aşırı sıcak ve değişik yemekler neden oldu sanırım. Öğleden sonra biraz sıcak hafifleyince taksi ile Buhara altın pazarına gittik. Hiç böyle bir Pazar gezmemiştim.
Burada her çeşit altın satılıyor. En çok bütün satıcıların kadın olması ilgimi çekti. Çok zarif takılar var. Mutlaka görülmesi gereken bir yer. Buraya gelmeden önce pazara gittik. Her çeşit giysi ve şapka satılıyor. Yelpaze aldığım Özbek bayan benimle poz verdi. Özbeklere has şapkalardan takmak çok hoşuma gitti. Her tarafından bir boncuk sarkıyor.

Özbekistan’ın çarşı pazarları gerçekten görülmeye değer. Ticaret buralarda dönüyor. Halk tüm ihtiyaçlarını buradan karşılıyor. Pazar kültürü gelişmiş. Çok düzenli yerler. Tekrar otele dönüp biraz dışarda dolaşıp havuz civarında vakit geçiriyoruz. Midemize iyi gelir düşüncesiyle bir İtalyan Özbek restoranına gidiyoruz. Bildiğimiz tatlar. Yarın Semerkant’a doğru yola çıkacağız.
Bugün günlerden 19 Temmuz. Üç gün geçirdiğimiz bu tarih kokulu şehirden artık ayrılıyoruz. Buhara’dan Semerkant’a trenimiz saat 18.00’ de kalkacağı için günümüzü yine gezerek değerlendirmek istiyoruz. Tarihi şehir insanı cezbediyor. Otelimizde tam tarihi şehrin içinde olduğu için rahat rahat yürüyeceğiz. Görünür bir şekilde binaların ön cephelerinden geçen doğalgaz boruları ilginç geliyor.
Medreselerin içleri dükkânlarla dolu. Biraz oturup dinlenmekte fayda var diye düşünüyoruz.
Yolun hemen sağında küçük bir tabelada “Bukhara State Puppets Theatre” yazıyor. İçerde kukla tiyatrosunun incelikleri İngilizce olarak anlatılıyor. Ayrıca bir kukla atölyesi var.Kuklanın nasıl yapıldığını izleyebiliyorsunuz. Kuklalar tanesi 30 dolara satılıyor. Kukla yapımı tarih öncesi dönemlere dayanıyor ve Özbekler bu konuda oldukça ustalar. Bu sanatta usta, çırak ilişkisi önemliymiş. Keyifli bir yer.
Arnavut kaldırımlı caddede tarihin içinde bir yerlerde yürümeye devam ediyoruz. Hoş detaylar gözümüzden kaçmıyor.
Leb-i Havuza gelince şöyle bir duruyoruz. Buhara’da insanların nefes alması adına bol miktarda havuz inşa edilmiş. Sıcaklığa bakılırsa bu havuzların değeri daha çok anlaşılıyor.

Halk havuzun etrafına kurulmuş, bir iki basamakla çıkılan yerden yüksek geniş tahta localarda oturuyor. Bu localar tüllerle çevrili. Pek hoş. Bizim plajlarda gördüğümüz türden her ailenin kendine özel bir dinlenme yeme içme yeri. Akşamları da canlı müzik var. Güzel sesli bir Özbek, Rusça, Özbekçe şarkılar söylüyor. Hafta sonları burası dolup taşıyor. Havuzun etrafına kurulmuş masalarda yemek servisi çok hızlı. İnsanlar boş masa bulmakta zorlanıyorlar.
Dolaşmaya devam edince el işi eşyalar satan satıcıların sergilerini görüyoruz. 937 yılında Buhara’da çok büyük bir yangın çıkmış. Buraları harap olmuş ve daha sonra Karahanlılar döneminde yeniden yapılmış. Maghak-i Attari Mescidi (Megaki Attari Camii) buranın en tarihi yapılarından biri. Caminin çevresinde arkeolojik kazılar devam ediyor. İslam ve İslam öncesi yapılar ortaya çıkartılıyor. Bu mescide merdivenlerden iniliyor. İçeride eski halılar sergileniyor. Bana çok ilginç gelen bir yapı. En son 1546 yılında onarılmış. Tarihi M.Ö 500’lü yıllara dayanıyor. Sarı, bisikletten bozma bir araç ile son bir tur atıyoruz.
Tekrar otelimize dönüyoruz. Yazımın başında da belirttiğim gibi Özbek Hanımları güzelliklerine pek düşkün. Her yerde Güzellik Salonuna rastlayabiliyorsunuz. Buraya gelmeden önce kalıcı manikür yapıldığını duymuştum. Ben de denemek istedim. Oteli işleten bayan hemen ilgilendi ve manikürcüleri otele çağırdı. Bir anne ile kızı geldi. Zaten bu hizmeti otele gelip isteyen tüm turistlere veriyorlarmış. Yaklaşık üç saat sürdü. Ve gerçekten iki ay hiç bozulmadan kaldı. Resmen sanat yapıyorlar. Sağlık için çok iyi olmadığını duymuştum ama bir kez denemek istedim. Manikür bittikten sonra da birlikte poz vermeyi ihmal etmedik. Onlar da daha önce Türkiye’de çalışmışlar.
Evet, vakit geldi trenimize gidiyoruz. Özel kompartıman bulamadık ama hızlı tren çok lüks. Koltuklar uçak koltuğu gibi. Japon turistler ile Semerkant’a doğru yola çıktık. Zaman zaman bir şeyler satan servis görevlileri geliyor. Her şey mükemmel.