Uçsuz bucaksız Anadolu – 3.Bölüm
Gölge Kapılar, Sivas
Sabah açık büfe kahvaltı pek hoşumuza gitti. Otelin alttaki giriş katından, caddeye bakan zemin kata çıkınca, otelden bağımsız olan restoranda otel müşterileri indirimli olarak yemek yiyebiliyor. Biraz karmaşık bir yapı. Temiz bir otel. Ayrıca güler yüzlü çalışanlar etrafınızda sizi rahat ettirebilmek için koşuşturuyorlar. Otel merkeze çok yakın olduğu için tarihi eserleri yürüyerek gezebileceğiz. Yozgat’ta kalırken, yemek sırasında biriyle sohbet etmiştik. Sivaslıymış. Biz de oraya gidiyoruz deyince şehir hakkında bilgi verdi. Bu seyahatimizde en çok görmek istediğimiz eser; Sivas’ın Divriği ilçesindeki Ulu Camii. UNESCO Dünya mirasları listesinde yerini almış. Konuştuğumuz Bey kendisinin de oraya gittiğini ama ne yazık ki yenileme çalışmaları nedeniyle kimsenin içeriye alınmadığını söyledi. Büyük bir hayal kırıklığı. Ama ben seyahat şansıma çok inandığım için ne yapar eder bu yapıtı görürüm diye düşündüm.
Kahvaltıdan hemen sonra şehri dolaşmak üzere yürüyüşümüze başladık. Ana caddeye bakan Hükümet Konağı 1884 yılında yapılmış. Önceleri iki katlı olan binaya daha sonra üçüncü bir kat daha eklenmiş. Kapıda duran yetkililere derdimizi anlatıyoruz. Onlar da bizi Turizm Müdürlüğüne yönlendiriyorlar. Yolda gördüğümüz, Vali Reşit Akif Paşa tarafından 1908 yılında yaptırılan Jandarma Binası halen aynı amaçla kullanılıyormuş.
1930’lu yılların jandarma giysisini binanın ön cephesinde bir camekânın içinde sergileniyor. Yapı iki caddenin arasında.Biraz ilerleyince Atatürk ve Kongre Müzesi karşımıza çıkıyor.
Sivas valisi Memduh Bey tarafından yaptırılan bina 1892 yılında tamamlanmış. Tarihimizin önemli sayfalarından Sivas Kongresi, 4-11 Eylül 1919’da bu binada gerçekleşmiş. Yapı Milli mücadelenin yönetildiği bir karargâha dönüşmüş.1981 yılına kadar lise olarak hizmet veren bina 1990 tarihinde Atatürk Kongre ve Etnografya Müzesi olmuş. Daha önce de söz ettiğim gibi anneannem ve dedem ilk öğretmenlik görevlerine o zamanlar lise olan bu okulda başlamışlar.Benim için tarifi imkânsız duygularla içinde geziyorum. Çok güzel bir yapı. Özellikle tavanlar ahşap ince işlemeli, inanılmaz zarif.
Kongre yemekhanesi, koridorlar, binanın orta kısmında küçük mermer havuzlu avlu, duvarda Atatürk’ün Sivas Halkı için söylediği sözler: “Sivas şehrine girerken,caddenin iki tarafı büyük bir kalabalıkla dolmuş,askeri birlikler tören düzenini almış bulunuyordu… Bu manzara Sivas’ın askerlerimizin bana ne kadar bağlı ve sevgi dolu olduğunu gösteren canlı bir tanık idi” yazısı, kısacası tarihimizi soluyoruz.
Mondros Mütarekesi ve Anadolu’muzun çeşitli devletler tarafından paylaşılmasını gösteren harita, Kuvayı Milliye Hareketinin planı, Büyük Komutan Ata’nın kaldığı, demir bir karyolası, pirinçten lambaları ve bazı toplantılar için birkaç sandalyesi, yatak üzerinde Sivaslı bir genç kızın çeyiz sandığından çıkardığı örtüsü ile şatafattan uzak bir oda. Büyük önder, Sivas’ta toplam 108 gün kalmış. Hindistan gezim sırasında Mahatma Gandhi’nin kaldığı odayı görmüştüm. Orada da aynı sadeliğe şahit oldum. Büyük Devlet liderleri için tek önemli şey halkın mutluluğu. Bu nedenle oda beni fazlasıyla etkiledi.
Bizim filmlerde izlediğimiz Kongrenin yapıldığı salon. Bu salon, aslına uygun bir restorasyon görmemiş. Yeni yapmak adına günümüzün toplantı salonlarına benzetilmiş. Gözlerim o günün sıralarını aradı.Hoşuma giden ise çok sayıda ziyaretçinin gezmesi. Özellikle aileler çocuklarını getirmişler. Anlaşılan vatanın nasıl kurulduğu hakkında bilgi sahibi olmalarını istiyorlar.
Müzeyi gezdikten sonra ana cadde boyunca yürüyoruz. Çok yakında bir Turizm Bürosu görünce Sivas Şehri hakkında bilgi almak için içeriye giriyoruz. Bir delikanlı güler yüzle bizi karşılıyor. Üniversite öğrencisiymiş ek olarak burada çalışıyormuş. Çeşitli broşürler alıyoruz. Biraz ileride Turizm Müdürlüğü olduğunu söylüyor. Divriği hakkında konuşuyoruz. O da ancak oradan izin alabileceğimizi söyleyince, caddenin karşı tarafına geçip ara bir sokakta bulunan Müdürlüğe gidiyoruz. Görevliler bizimle fazlasıyla ilgileniyor.Ama ne yazık ki bu izin mümkün olmuyormuş.Hatta yakın bir zamanda Japon bir ekip Ulu Camii fotoğraflamak istemiş ama izin alamamış. Ben bütün olumsuz yanıtlara rağmen umudumu yitirmedim.Zira dediğim gibi inanılmaz bir seyahat şansım var. Tekrar meydana doğru yöneldik.
Çifte Minareli Medrese 1271 yılında yapılmış. İlk yapıldığında iki katlıymış. Medrese epeyce yıkılmış. Yapının günümüze kadar gelen Taç kapısı ve kapının yanlarında yükselen iki minaresi Sivas’ın sembollerinden biri.Ayrıca bu Taç Kapının Anadolu’nun en yüksek taç kapısı olduğu söyleniyor. Minareler tuğla ve çini süslemeli. Ayrıca taş dantel gibi geometrik şekillerle işlenmiş. Ulu bir kapı.
Tam karşısında İzzettin Keykavus Şifahanesi bulunuyor. Selçuklu Sultanı I.İzzettin Keykâvus tarafından 1217’de yaptırılmış. Girişte hediyelik eşyalar, özellikle ünlü Sivas bıçaklarının satıldığı dükkânlar bulunuyor. El yapımı bu bıçaklar gerçekten güzel. Almadan edemiyor insan.
Ama bıçağı aldığınızda satıcı bir uyarısını yapıyor . “Aman bulaşık makinesine atmayın!” Bıçağın bu durumda tüm özelliğini kaybedeceğini söylüyorlar.
Biraz ilerleyince büyük bir avlu, ortada bir havuz, etrafında masalar bulunan güzel bir kafe görüyoruz. Çok hoş. Halk, çoluk çocuk genç yaşlı burada oturup sohbet ediyor. Avluya bakan yerlerden birinde, 1220’de ölen,Malatya Meliki Hükümdar I.İzzeddin Keykavus’un türbesi bulunuyor. Türbedeki çini ve tuğla süslemelerle muhteşem bir görüntü oluşturan giriş kapısının üzerindeki Arapça bir kitabenin anlamı şöyle: “Biz köşklerin genişliğinden kabirlerin darlığına çıkarıldık. Ah! Malım beni kurtaramadı, saltanatım yok oldu. Mülk ve şevketin sona ermesiyle göç H.617 / M.1220 yılı şevvalinin dördünde gerçekleşti.”
Şifaiye Medresesi Anadolu Selçuklu Şifahanelerinin en büyüğü olarak inşa edilmiş. Revaklarla çevrili 30 odaya sahip. Şimdilerde bu odalar hediyelik eşya satan dükkânlara dönüşmüş. Yapının ilk yapım amacı hastane olsa da daha sonra 1768’de Osmanlılar tarafından verilen bir ferman ile medreseye dönüşmüş. I.Dünya Savaşında askeri ambar olarak kullanılmış. En son olarak Vakıflar Müdürlüğünün restorasyon çalışmalarıyla bina halen halkın hizmetinde. Şekli değişse de…
Biz de buranın keyfini sürüyor ve kahvemizi içiyoruz. Ufak bir ayrıntı ilgimi çekiyor.Kahvenin yanında verilen çikolata kâğıdının üzerinde çift başlı kartal simgesi. Anadolu Selçuklularının yaşadığı yerlerde bu simgeye sıklıkla rastlanıyor. Ama bu simge Dünyada birçok yerde kullanılmakta. Sırrı bilinmiyor. Herhalde gücü temsil ediyor diyorum.
Şehrin Kent Meydanına doğru yeniden yürüdüğümüzde “Buruciye Medresesi” karşımıza çıkıyor. Medrese 1271 yılında Anadolu Selçuklu sultanlarından III. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında yaptırılmış.Medresede fizik,kimya,astronomi öğrenimi yapılıyormuş. Şimdi Sivas Müftülüğü tarafından kullanılıyor. Çok güzel bir taç kapısı var. Ama taşlar artık kararmış. İyi bir yenilemeye ihtiyaç var besbelli.
Hatırı sayılır tarihi eserlerin bulunduğu meydan trafiğe kapalı olduğu için halkın nefes aldığı bir alan haline gelmiş. Koşuşturan çocuklar, merdivenlere ya da banklara oturan insanlar, farkında olmadan geçmişe tanıklık ediyorlar. Merkezdeki Çimen Kebap’a girip meşhur Sivas döneri yiyoruz.Pek leziz.Başka yerlerin kebabına benzemiyor.
Sırada Anadolu’nun en eski camilerinden biri olan Ulu Camii var.1196-1197 yılları arasında II. Kılıç Arslan’ın oğlu Kutbeddin Melik Şah’ın emriyle mimar Kul Ahi tarafından yapılmış. Kesme taştan inşa edilen caminin ilk yapımında çatı düz olarak planlanmış. 1995 yılında yeni bir onarım görerek saçla kaplı bir çatıya çevrilmiş. Minaresi ise değişik bir özellik gösteriyor.Eğik minarenin yüzyıllardır hareket ettiği söylentileri dolaşıyor. Pisa Kulesi misali bir eğiklik oluşmuş.Bu konuyu çözebilmek için incelemeler yapılıyormuş.
Biz camii gezerken biri yanımıza yaklaşıp, kendini tanıtıyor. Camiinin imamıymış. Bize yapı hakkında bilgi veriyor. Sivas’ın Hanlarından söz ediyor. Özellikle bunları gezmemizi öneriyor. Birlikte yürüyoruz. Tarif ettiği Taşhan’a varıyoruz. 19.Yüzyılın başında azınlık tüccarları tarafından yaptırılmış kesme taştan güzel bir yapı. İki katlı ve ortadaki açık avluda bir havuz var. İki aslan başından su akıyor. Hele girişteki Taşmahal Kafe o kadar güzel ki; Hemen oturuyoruz. Sahipleri çok güler yüzlü. Bizimle sohbet ediyorlar. Sivas ve Taşhan hakkında bilgi veriyorlar.
Keyifli bir molanın ardından Gök Medrese ’ye doğru yöneliyoruz. Anadolu Selçuklu Sultanı III. Gıyaseddin Keyhüsrev döneminde yaptırılmış. (1271) Evliya Çelebi Seyahatnamesinde bu medreseyi överek “Eşi benzeri yoktur” diye olağanüstü mimarisinden bahsetmekteymiş.İki katlı ve 80 odalı. Çok uzun yıllardır restorasyon çalışması devam eden yapıyı tam görebilmek için yeniden gelmeli Sivas’a diye düşünüyorum.
Taksi ile otele döndük ve hemen karşı sokaktaki Madımak Otelini görmeye gittik. 2 Temmuz1993 yılında Sivas’ta Pir Sultan Abdal Kültür Derneği tarafından organize edilen Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında bu otelde kalan 33 yazar, ozan, düşünür çıkartılan kundaklama sonucu hayatlarını kaybettiler. Olayları televizyondan izlemiştik. Çoküzücüydü. Şimdi otel Bilim ve Kültür Merkezine dönüştürülmüş. Müdür bizi karşıladı ve çeşitli açıklamalar yaptı.Okullardan gelen öğrencilere burada eğitim veriliyormuş.
Henüz karanlık çökmemişken şehre 26 km uzaklıkta Zara’yı görmek üzere yola çıkıyoruz. Zara gelişmiş bir yer değil. Yol üzerinde Tödürge Gölü muhteşem manzarasıyla insanı büyülüyor. Vahşi ve çok renkli bir doğa. Göl bünyesinde ondan fazla balık türü barındırıyor. Ayrıcaçevrede birçok kuş türü yaşıyor. Suyu kireçli ve tuzluymuş.Etrafında dinlenme yerleri ve restoranlar bulunuyor. Biz de buradaki restoranlardan birine oturduk.Hafif tepede ve çok rüzgârlı.Eskiden üniversiteye ait olan tesis şimdi bir aile tarafından işletiliyor.Mola Restoran. Sahibinin tuttuğu taze balıklar enfes.
Karanlık bastırdı. Şifaiye Medresesinde bir çay içip otele dönüyor, erkenden uyuyoruz zira yarın Divriği’ye gideceğiz. 12 Temmuzda orada olmayı planlamıştık ve öyle de oldu. Şimdilik rotada bir değişiklik gözükmüyor.
Sabah yeni yerler görmek heyecanıyla yollara düştük yeniden. Tüm Dünyada ünlü bir cins olan Kangal köpeklerinin bulunduğu Kangal ilçesi ilk durağımız. Meydandaki Kangal köpeği heykeline şaşırmadık doğal olarak.Ayrıca merkezde bulunan Atatürk heykeli ilgimi çekti. Küçük sevimli bir yer.Esas hedefimiz buraya 13km uzaklıktaki Kangal Kaplıcalarına gitmek.
Halkın “Doktor balıklar “dediği balıkların bulunduğu kaplıcalar. Kaynağın başta sedef hastalığı olmak üzere birçok hastalığa iyi geldiği söyleniyor. 37 derece sıcaklıkta yaşayan ve akan suda bulunan balıklar ölü derileri yiyerek cildin su ile temasını sağlıyorlar.1917 yılına kadar buraları sazlıkmış ve mesire yeri olarak kullanılıyormuş.Seksenli yıllardan beri Ünsallar A.Ş tarafından işletilmeye başlanmış ve halen devam ediyor. Suya ayaklarımızı sokuyoruz. Kendimizi hiç bu kadar rahat hissetmemiştik. Sanki ayaklarımız yok oldu. Kuşlar gibi hafifledik. Güzel bir otel ve yeşillikler içinde bir kafe.
Otelin girişinde birçok güzellik ürünü satılıyor. Vaktimiz bol olabilseydi çok daha fazla kalabilirdik. Tesis modern değil ama beklediğimizden çok daha iyi. Havuzlara girmedik. Oldukça kalabalık. Suyun içine sandalyeler koymuşlar. Oturup ayağınızı soktuğunuzda balıklar hemen etrafını sarıyor. Asya ülkelerinde cam havuzların içinde bulunanlar kadar küçük değiller. Tuhaf bir his. İnsan bir süre sonra alışıyor.
Artık Divriği bizi bekler. Geçtiğimiz yollarda doğa o kadar güzel hava o kadar temiz ki… Özlemişiz bu temizliği. Sarının tonları mavinin tonlarıyla birleşmiş. Rakım 1950. Yükseklerdeyiz.“ Karasar” Geçidi’nden geçiyoruz. Görmeye alışık olmadığımız yeryüzü şekilleri. Sivas Divriği arası çok yakın değil.174km.’yi göze almak gerek.
Divriği’nin tarihi Roma devrine kadar dayanıyor. Yöre Hititlerden beri yerleşim yeri olmuş. IX. yüzyılda Bizans hâkimiyetine geçen bu topraklara Türklerin yerleşmesi ise Malazgirt Zaferinden sonra gerçekleşmiş.1516 yılında tamamen Osmanlı hâkimiyeti başlamış. Kalesi erken zamanlara dayanıyor. Halk önceleri bu kalenin içine yerleşmiş. 1228 yılında Divriği Ulu Camiinin yapımı ile halk kale dışında oturmaya başlamış. Ulu Camii Anadolu Selçuklu Döneminde Süleyman Şah’ın oğlu Ahmet Şah, Darüşşifa ise eşi Melike Turan Melek tarafından yaptırılmış. Eser 1985 yılında UNESCO Dünya Mirasları listesindeki yerini almış.
Divriği’ye girdikten sonra eski şehre doğru tırmanıyoruz. Vakit öğle oldu. Karnımızı doyurmak için Divriği Konak adlı restorana giriyoruz. Sahibi güler yüzlü bizimle hemen sohbete başlıyor. Kızı İzmir’de okumuş. Öğretmen olmuş. Otel sorunca bizi bir tanıdığının oteline yönlendiriyor. Ulu Camii ziyaretinden sonra gideceğiz. Nefis bir ayran eşliğinde kebap yiyoruz. Anadolu’nun etleri bir başka leziz. Son yıllarda buralara eskisi gibi çok sayıda turistin gelmediğinden söz ediyor. Sonra da “Belki Ulu Caminin restorasyonu biterse gelirler” diyor. Ne kadar üzücü. Hâlbuki burası o kadar güzel bir yer ki…
Artık beklediğimiz an geldi Divriği Ulu Cami’yi görebilme çabası başlıyor. Camii tepede. Atina’nın Akropolü misali. Etrafı metal levhalarla çevrili. Kapı da kapalı. Bizim gibi bu eseri görmeye gelen bir İngiliz çift ve yöreden bir aile ümitsizce bekleşiyoruz. Belki kapı açılır diye. Daha önce de söz ettiğim gibi ben umudumu hiç yitirmedim. Ve beklenen an geliyor. Kapıyı aralayan bir mimar, çok kısa bir süre de olsa onun eşliğinde gezmemize izin veriyor. İnanamıyorum. Bu kadar mı güzel bu kadar mı görkemli olur. Eserin kapılarının zarafetini anlatmak için kelimeler yetersiz.
Cennet Kapısı içlerinde en şatafatlı olanı. Üzerindeki tüm motifler cenneti temsil ediyor.Temmuz, Ağustos aylarında sabah 7’de kapının üzerinde namaz kılan bir kadın gölgesi beliriyor Kapıların tek bir adı yok. Zamanla takılan birçok adları var. Tekstil Kapı ’da ince taş işlemeciliği mükemmel. Bir kilim ya da seccadeyi anımsatıyor ve dantel örnekleriyle yapılmış. Anadolu’da yaygın olan çift başlı kartal figürü kullanılmış. Kapıların diğer bir özelliği de üzerlerindeki figürlerin çoğunun tekrarının olmaması. Her bir figür bir başka şeyi temsil ediyor.
Şah Kapısı en sade olanı ve klasik Selçuklu motifleriyle süslenmiş. Darüşşifanın Taç Kapısı yıldız ve hilaller ile işlenmiş. Dini ne olursa olsun burası bir hastane olduğu için herkes tedavi edilir denmek istenmiş. Ne yazık ki içeriyi gezemedik. Restorasyon yapıldığı için tehlikeliymiş. Aslında bu çalışma gerçekten gerekiyormuş. Eser zaman içinde çok yıpranmış. Anlatılanlara göre yapıtın çevresine bir yürüme bandı konacakmış. Böylece onu korumayı planlıyorlarmış. Eserin en orijinal yanı güneş ışınlarının kapıların üzerine gelerek gölge oluşturması ve bu gölgelerin insan siluetlerine benzemesi. Yenilenme çalışmaları bittikten sonra burayı bir kez daha ziyaret etmeyi planlayarak ayrıldık. Güzelliği karşısında büyülendiğimiz yapının bizde bıraktığı huzur ile tekrar eski evlerin bulunduğu merkeze döndük. Bir kafe dikkatimizi çekti. İçeri de buyur edince pek hoşumuza gitti. Kaman’ın Yeri. Yöresel eşyalar, duvarlarda fotoğraflar, kilimler, çok keyifli bir yer. Sahibi Divriğili Kaman Bey içten ve aydın bir kişi. Demli bir çay eşliğinde sohbet başlıyor. O sırada Divriği’nin yaşlılarından biri kahveye geliyor. Divriğili Araştırmacı-Yazar Ruhan Özaygün. Cami konusunda tanıtıcı bir kitap yazmış. Ama çok az bastırabildiği için elinde kalmamış. Buna üzüldüm. Ondan dinlediklerimize bakılırsa hemen alabilirdik. Bizim meraklı sorularımız karşısında başlıyor anlatmaya.
XVII. yüzyılda yaşamış olan Türk ve Dünya tarihinin büyük gezgini Evliya Çelebi, Osmanlı toprakları dolaşarak yazdığı gezi yazılarını topladığı Seyahatname adlı eserinin 3.cildinde bu bölgeyi anlatıyormuş. Eser için “Bu camiyi anlatmaya diller kısır, kalemler kırık kalır”diyormuş. Orta Asya ve Dünyanın her yerinden gelen bilim adamları Divriği kalesine yerleşerek 300 hanede yerleşmişler. Yani karı koca olarak düşünürsek nüfus 600’müş.. Hepsi sanat ve bilimle uğraşıyormuş. O zamanlar sanat babadan oğula geçermiş ve babanın oğluna “Usta “diyebilmesi için kendinden daha ileri bir düzeye gelmesi gerekirmiş. Böylece sanat nesilden nesile aktarılıyormuş. Bilim insanları Kuran’da adı geçen 27 ilim ile uğraşırlarmış. Bu camii yapan Ahmed Şah ve hanımı da bilim insanlarıymış. Burayı yapabilmek için 2 yıl hazırlık yapmışlar. Bu süre içinde her gün güneşin doğuşundan batışına kadar olan zamanı incelemişler. Güneşin batışında kapılarda oluşan insan siluetleri tam bir hesap işiymiş.
1226 yılında başlayan çalışmalar meyvesini vermiş ve 1228 yılında temel atılmış. Eserin hazırlıkla birlikte tamamlanması tam 15 yıl sürmüş. Melek Hanım ruh ve sinir hastanesini eşi ise cami kısmını yapmış. Böylece eser aynı zamanda bir karı-kocanın birlikte yaptığı yapıt olma özelliğini de taşıyor.Bize bunları anlatan Ruhan Hoca güneşin doğuşuyla hesaplanan deneyi bir yıl boyunca kendi bahçesinde yaparak gölgeleri takip etmiş. Onların ne kadar iyi bir gözlemci olduklarına bizzat şahit olmuş. Konuşmasına şöyle devam ediyor; “Kâinatı yaratan Allah’tır ve o bütün mahlûkatı insanların hizmetine sunmuştur. Tüm canlıların içinde en zalim olan insandır. Bu nedenle doğru yolu gösterebilmek için Allah kitapları yollamıştır. Onun için bir insanın diğerinden farkı yoktur. İnancı ne olursa olsun. İşte bu eser yapılırken buradan hareketle üç temel öge işlenmiştir ;”İnsan, kâinat ve Kuran”. “Yapımda tamamen matematiksel hesaplar kullanılmış. Örneğin Kuran’daki ayet sayısı Pi sayısına bölündüğünde Cami ve Darüşşifanın alanı çıkıyormuş. Çok beğendiğim noktalardan biri de caminin mimarının adının içerdeki ana kemerin altında küçücük yazılması. Mimar eserin yıkılması durumunda bu kemerin de yıkılacağı o zaman isminin bir anlamı olmadığını anlatmak istemiş.
Divriği’nin bu güzel eserini gezdikten sonra ilçeyi tepeden görebilmek, muhteşem manzarayı izleyebilmek için araba ile oldukça kötü bir yoldan yukarıya tırmanıyoruz. Güneş artık elini ayağını çekmekte. Yol dikkat gerektiriyor. Neyse ki fazla uzun değil. Aynı Ulu Camii gibi burada bulunan kale restorasyon çalışmaları olduğu için kapalı. Ama dışarıdan gördüğüm kadarıyla bu eserde de yenileme çalışmaları pek düzgün yapılamamış. Kale sanki bugün inşa edilmiş gibi. Umarım Ulu Cami de bu şekilde restore edilmez. Sıra camiden gözüken kaleleri görmekte.
Kayalar üzerine inşa edilmiş, derin bir vadinin iki yamacında yükselen iki kale.Aşağıda Çaltı suyu akmakta. Ne yazık ki çevre atılmış boş şişeler ve çöpler ile dolu.Bu kalelerle ilgili güzel bir efsane anlatılıyor. Türk Beyliği Mengücekoğulları döneminde, 1230 yılında kalenin Egemeni Gazi Ahmet Şah’ın oğlu Ertuğrul bir gün geyik avlanırken karşı yakaya geçmiş ve oradaki Ermeni kalesinin Kralının kızı Belkıs ile karşılaşmış. Ona âşık olmuş. Evlenmek istemiş. Hemen Krala elçiler göndermiş. Kral bu birliktelikten ancak gurur duyabileceğini söylemiş. Ama bir şartının olduğunu bildirmiş. Şah’ın oğlu iki kale arasına gerilen bir halattan geçmeliymiş. Ertuğrul bu isteği hemen kabul etmiş ama ne yazık ki tam halattan karşı tarafa geçmek üzereyken Kral emir vermiş.”Kes Doğan!”.Hemen halat kesilmiş ve Kralın oğlu aşağıdaki vadiye düşmüş.Onun düştüğünü gören Belkıs da arkasından aşağıya atlamış.O gün bugündür kalenin adı “Kesdoğan ” olarak kalmış.Nedense tüm efsanelerde sevenler bir türlü kavuşamıyor.
Artık otele dönme vakti ama önce yemek yemeli diye düşünüyoruz. Burada geç saatte yemek bulmak zor. Sorup soruşturunca tek bir yerin açık olduğunu öğreniyoruz. SofraKafeRestoran. Burayı genç bir bayan işletiyor. Yemekler leziz. Servis mükemmel. Her gittiğimiz yerden ufak tefek hatıralık eşyalar almayı sevdiğimizden bayana bu konuda bize yardımcı olup olamayacağını sorunca hemen dükkân sahibi bir arkadaşına telefon ediyor. İşte tam o sırada elektrikler kesiliyor. Halk buna alışmış. Çok sık olur diyorlar. Hemen lambalar yakılıyor. Sohbet devam ediyor. Bizim iş yarına kalıyor. Sabah erkenden gideceğimiz dükkânın adını alıyoruz.
Ertesi sabah dükkânın önüne geliyoruz ama açık değil. Sahibine telefon ediyoruz. “Şimdi geliyorum” dedikten bir yarım saat sonra geliyor. Ufak bir dükkân ama çok fazla hediyelik eşya var. Divriği’den çıkıp Erzincan’a doğru yol almaya başlıyoruz