Diyarbakır’dan çıktıktan sonra hemen yol üstünde, küçük, şirin bir lokantada kebap yiyoruz. Sahipleri cana yakın insanlar. Eşsiz manzaralarla dolu yollardan geçerek Hasankeyf’e varıyoruz.Burası görmeği çok arzu ettiğim yerlerden biri. Batman’a bağlı, Dicle nehrinin geçtiği tarihi ilçe.
Hem Hıristiyanlık hem de İslamiyet açısından büyük önem taşıyor. Mezopotamya’da yer alan bu toprakların tarihi 10.000 yıl öncesine kadar uzanıyor. İlçenin bulunduğu yerde kayalara oyulmuş mağaralar uzun yıllar yerleşenler tarafından mesken olarak kullanılmış.. Tarih boyunca birçok medeniyete ev sahipliği yapan şehir Bizans İmparatoru Konstantinos tarafından IV. yüzyıl ortalarına doğru ele geçirilince değerine değer katmış. İmparator şehri korumak için iki kale yaptırmış. İki kaleden birisi Hasankeyf.
Ne yazık ki bu tarihi yerin sular altında kalmasına çok az bir zaman kalmış. Dicle nehrinin üzerine yapılan Ilısu barajı burayı sulara gömecek, yerli halk yeni yapılan bir yerleşkeye taşınacakmış. Kiminle konuşursanız artık her şeyin yok olmasına az kaldı diyerek hüznünü belirtiyor. Hasankeyf altın çağını Artuklu Beyliğinin başkentiyken yaşamış. Dicle Nehri sayesinde, Şam’a Bağdat’a ulaşılan bir yerde yer alması değerini arttırmış.. Dev bir kale, kale üzerinde Eyyubilere ait Ulu Camii, Büyük Saray ve Küçük Saray bulunuyor. Artuklular tarafından yapılan ve günümüze kadar gelen büyük bir kısmı yıkılmış taş köprü buranın simgesi olmuş. Baraj nedeniyle bazı tarihi eserleri kurtarma çalışması yapılıyormuş.
Girişteki köprüden geçip arabayı yukarıya doğru çıkan ana caddeye park ettik. Çok kalabalık. Aşağıya doğru yürüyüp çarşıya girdik. Ufak dükkânlarda turistik eşyalar satılıyor. Üzerinde çeşitli yazıların bulunduğu sopalar oldukça ilginç.
Çarşıda gezerken bir genç yanımıza yanaşıyor. Rehber olduğunu istersek bizi gezdirebileceğini söylüyor.Buraya gelmeden önce yerel rehberlerin gezginlere yardımcı olduğunu duymuştuk. Hemen kabul ettik. Hep birlikte arabaya biniyor, şehrin yukarı kısmına çıkıyoruz.
Mehmet Salih büyük bir ciddiyetle Hasankeyf’in tarihi hakkında bilgi veriyor.Burada oturan Mehmet lise 3.sınıf öğrencisiymiş, tatillerde rehberlik yapıyormuş. Aşağıdaki yıkık köprünün ayaklarını işaret ederek “Bu yapı tarihte ilk ücret alınan köprüdür ”diyor. O zamanlar şehirde hatırı sayılır bir refah düzeyin oluşmasında etkisi büyükmüş. Köprünün diğer bir özelliği açılır kapanır olması. İlginç minarenin öyküsü ise şöyleymiş.1409 yılında yapılan, 609 yıllık minarede inen ve çıkan birbirini görmezmiş. İki merdivenli çıkış varmış.1328’de yapılan Küçük Saray’ın tavanı küplerle doluymuş. Böylece ses yalıtımı sağlanmış. Hasankeyf’teki mağaralar 1960 yılına kadar Süryaniler tarafından kullanılıyormuş. Mehmet Salih büyük bir kayadaki delikten mağarada otururken fotoğrafımızı çekiyor. Güzel bir turistik atraksiyon.
Konuşması bittikten sonra kahve içiyoruz.Kahve çok değişik. İçinde ceviz tanecikleri var. Bütün bu güzelliklerin sular altında kalacak olması gerçekten üzücü. Sohbet sırasında Hasankeyf adının nereden geldiğini sorunca şöyle bir açıklama yapıyor. Arapça adının “Hısnı Keyfa” olduğunu bunun da “Mağaralar Şehri” ya da “Kayalar Kenti”anlamına geldiğini söylüyor.
Dicle nehri kenarındaki plaj dikkatimi çekiyor. Hep deniz kenarında alıştığımız görüntü bu kez nehir kıyısında. Akşam çökmek üzere. Mehmet’e “Hoşçakal” derken ona üniversiteye hazırlık kitapları göndereceğimize söz verip, Midyat’ta doğru yola koyuluyoruz.