Beste Serim Erbak:Kula nasip olmaz her kula! “Katakekaumene”

Germiyanoğulları Beyliğinin başkenti olmuş, Osmanlı’nın izlerini son derece iyi bir biçimde koruyarak bugünlere ulaştırmayı başarmış olan Kula, Manisa’nın bir ilçesi. Cumhuriyetten önce Türk ve Rumlarının birlikte sürdürdükleri yaşamın da aynası.

2025’in Şubat ayında bir grup arkadaş ile Kula ve çevresini gezmek üzere sabah 8.00’de İzmir’den yola çıkıyoruz. Menderes ilçesine bağlı Oğlananası köyüne yakın Trabzon Fırınında yaptığımız güzel bir kahvaltının ardından ilk durağımız Manisa'nın Salihli ilçesi Sart köyü civarında,  Sardes Antik Kenti oluyor.Sardes M.Ö 1000’li yıllara dayanan bir geçmişi barındırıyor. Kent Lidya Krallığına başkentlik yapmış ve tarihte ilk madeni paranın basıldığı yer olarak geçiyor. Kentin etrafı 2700 yıllık anıtsal ölçülerde yapılmış,kalınlığı 20 m. yüksekliği ise bazı yerlerde 14 metreyi bulan bir sur ile çevriliymiş. Ancak ne yazık ki şimdi çok az bir bölümü görülebiliyor.Arkeolojik kazılar yaklaşık 100 yıl öncesinden başlamış. İncil’in Vahiy bölümünde belirtilen Hristiyanlığın batıya yayılmasında önemli rol oynayan Batı Anadolu’daki yedi kiliseden biri olarak anılan Sardes, dini açıdan da çok önemli bir yer. Antik çağın en büyük sinagogu, Roma döneminden kalma anıtsal bir hamam ve Gymnasium Kompleksi, evler,agora, Mahkeme Binası, antik kent yakınlarında yer alan Bin Tepe Kralmezarları ile şimdi yolun karşı tarafında kalan Artemis Tapınağının bulunduğu muhteşem bir ören yeri. Sardes Antik Kenti ve Bin Tepe Lidya Tümülüsleri 2025 yılında UNESCO Dünya mirasları listesinde yerini almış.Buradaki gezimizi tamamlar tamamlamaz Tanrıça Artemis’e adanmış tapınağı görmek için yolun diğer tarafına geçiyoruz. Devasa sütunların yer aldığı mabet muhteşem. Sütunların arkasında daha sonradan yapılmış küçük bir de kilise bulunuyor. 12.00’ye doğru ören yerinden çıktıktan bir saat sonra Kula merkezine 16 kilometre uzaklıkta, Burgaz Köyü yakınlarında Peri bacalarının bulunduğu, Manisa’nın Kapadokya'sı diye adlandırılan Kuladokya’ya varıyoruz. Doğanın şekillendirdiği, ince ince işlediği muazzam kulelerle dolu bir coğrafyanın ortasındayız. Doğal sit alanı olarak tescillenen bu yerde Peri Bacaları henüz oluşum süreçlerini tamamlamamış. Oluşum halen devam ediyor. Kula’ya yaklaşırken yoldan yerel rehber Mahmut Beyi alıp yemeğe gidiyoruz.

Ekmekçioğlu Kula’nın merkezinde tam bir esnaf lokantası. Yerel yemeklerin yapıldığı, otantik bir yer.Yemeğin ardından Kula Beyler Evine doğru yürüyoruz. Tarihin tanığı muhteşem konak, özenle yapılan bir restorasyonun ardından 2016 yılında ziyarete açılmış. Bu konağın bende ayrı bir değeri var. Üniversite
arkadaşım yazar Münevver Sarıgözoğlu Ongun’un doğduğu, büyüdüğü yaşadığı yer. Kendisi çocukluğu ile ilgili anılarını “İşte Bu Bizim Hikâyemiz” adlı öykü kitabında toplamış. “Ben Kula’ya senin Ata evine geliyorum” der demez, hemen “O zaman ben de oradayım!” diyerek eşi ile birlikte Muğla’dan yola çıktı. Bir avludan girilen iki katlı ahşap konak Kula’nın en karakteristik tarihi evlerinden biri.1984 yılında başrollerde Hülya Avşar, Meral Orhonsay ve Kenan Kalav’ın oynadığı Tutku filmi burada çekilmiş. Konak 18. yüzyılda Beyler ailesi tarafından yaptırılmış.Tahta merdiven, ahşap süslemeler, antika eşyalar, eserler, halılar özellikle şömineler ve ince tahta işlemeli ihtişamlı tavanlar mükemmel bir görüntü çiziyor. Evde çekilmiş fotoğrafların bulunduğu anı odasını gezdirirken Münevver adeta yeniden çocukluğuna dönüyor. Halk şairi babası Rahmi Sarıgözoğlu’nun şiirleri duvarlarda asılı. Yaşanmışlıkları
bizzat yaşayanın ağzından dinlemek mutluluğunu tadan bizler, hep birlikte Kula’nın tarihi dar Arnavut kaldırımlı sokaklarında, çarşısında dolaşıyoruz. Yaklaşık 3000 ‘e yakın tarihi evin 1000 tanesi koruma altında. Lav taşlarının kullanıldığı Rum evleri, Osmanlıdan kalan Türk evleri Kula’nın zengin tarihi dokusunu yansıtıyor. Lav taşları kış aylarında sıcak yaz aylarında serin tuttuğu için yapılarda tercih ediliyormuş. Türk evlerinin pencerelerinde ahşap, Rum evlerinde ise demir kullanılmış.Evlerin çatıları birbirine o kadar çok yakın ki adeta üst üste binmiş gibi gözüküyor. Halk bunlara “Öpüşen çatılar.” diyor. Özellikle yağmur yağdığında çatıların altından rahatlıkla geçiliyormuş. 1800’lü yıllarda yapılmış tarihi Zafer Okulu restore ediliyor ama önündeki kilise hala yıkık durumda. 1831’de inşa edilen restorasyon geçirmiş Ortodoks cemaatinin Meryem Ana Kilisesi sanki bugün yapılmış gibi. Daha önceki gelişimizde bize Kula’yı gezdirip anlatan Emekli Öğretmen Hüseyin Zabun Hocanın 200 yıllık dededen miras ahşap evini bir kahve molası vererek görme fırsatı yakalamıştık. Dışardan baktığınızda tek ev zannediyorsunuz ama içeriye girdiğinizde kocaman bir avlunun etrafında çeşitli yapıların toplandığını görüyorsunuz. Muhteşem bir yer. Her köşede anlamlı yazılar, çiçekler… Zabun Hoca 50 yıldır güvercin yetiştiriyor. Özellikle Manisa’ya özgü, Osmanlı döneminde saraylarda beslenen Hünkari diye adlandırılan güvercinler pek zarif.

1860’lardan kalma Rum Beyazoğlu Konağının kök boya rengârenk dış cephe duvar resimleri büyüleyici. Hacı Muhsin Konağı sütunlar üzerinde yükselen girişi ile dikkat çekiyor. 1973’te çevrilen Hale Soygazi ve Tugay Toksöz’ün başrolleri paylaştığı “Vurun Kahpeye” filmi bu evde çekilmiş.Hangi eve baksanız farklı bir güzellik göze çarpıyor. Evlerden birinin tahta kapılarının her iki kanadında da demir parmaklıklarla süslü minik pencereleri var. Tabii bir de hikâyesi. Burada zamanında üç kızı olan bir aile yaşıyormuş. En küçükleri kim geldi diye bakmadan kapıyı açınca kızı kaçırmışlar. Bu olaydan sonra baba önlem olarak kapıya bu küçük kafesleri yaptırmış. Diğer kızlarının kaçırılmasını engellemek için. Bir Türk evinin cumbasının altına çizilmiş 7 kapının hikâyesi ise şöyle:Rumlar ile Türklerin birlikte yaşadığı, komşuluk ettiği zamanlarda 7 kapı sonra kiliseyi varılacağını anlatmak üzere çizilmiş. Diğer tarafta da 3 kapılı bir resim bulunuyor. Daha da yaklaşıldığının habercisi. Sokak levhaları görevini resimler üstlenmiş. Kula’nın Arnavut kaldırımlı,sokakları adeta bir Açıkhava müzesi.Ana meydana geldiğimizde XV. yüzyıl sonlarında Saruhanoğulları’ndan Hoca Seyfettin Bey tarafından yaptırılan, inşasında kesme taş ve tuğla
kullanılan Kurşunlu camiini görüyoruz.Beş Ulalı Çukurçeşme, yine meydanda.  Roma dönemine ait olduğu tahmin edilen çeşme, beş oluklu ve dört kaynaktan su alıyor.Basamaklarla iniliyor. Adından da anlaşılacağı gibi çukurda.Çarşıyı gezip Demirci, Bakırcı, Keçeci Saraç gibi el sanatlarının yapıldığı minik dükkânları ziyaretin ardından ekşi maya ekmeği ve buranın coğrafi işareti leblebisinden satın alıp tahinli pidesinin tadına baktıktan sonra
UNESCO Küresel Jeopark Ağı içinde bulunan önemli bir doğal oluşum Çakırca Bazalt Sütunlarını görmek üzere yeniden yola koyuluyoruz. Antik dönemin büyük Coğrafyacısı, Amasya doğumlu Strabon (MÖ 64 – MS 24) "Coğrafya" kitabında Kula'ya kömür karası bazalt taşlarından ötürü "Katakekaumene" yani Yanık Ülke adını vermiş. Büyük bir kısmı Kula’da az bir bölümü ise Salihli’de kalan jeolojik alan bir zamanlar yanardağ patlamalarının sıkça görüldüğü bir yermiş. Yapılan araştırmalar sonucunda ilk volkan patlamasının 12 milyon yıl önce gerçekleşmiş olduğunu düşünülüyor. Ortalama 100’e yakın volkan konisinin bulunduğu Türkiye'nin en genç volkanik sahalarından birisi olarak kabul edilen ve 2320 kilometrekarelik alanı kapsayan Kula-Salihli Jeoparkı 2013’te UNESCO Küresel Jeopark ağına dâhil edilmiş. Etrafında 3km’lik bir yürüyüş parkuru bulunuyor.

Yemyeşil doğada ilerleyip, çok dik olmayan bir toprak yolu yürüdükten sonra doğa harikası sütunlarla karşılaşıyoruz. Milyon yıl önce Toytepe volkanının patlaması sonucunda çıkan lavların soğumasıyla oluşmuş aynı kalınlıkta farklı yüksekliklerde altıgen prizma biçiminde beyaza yakın tonlardaki sütunlar tam bir sanat şaheseri gibi muhteşem bir görüntü oluşturmuş. Yavaş yavaş volkanik arazinin içinde ilerliyoruz. Roma döneminden kalan hamam kalıntılarının bulunduğu Emir (Hamamlı) kaplıcalarına yakın dağ eteğinde bir kaya fasadına oyulmuş nişlerin içinde yer alan 3 kabartma görüyoruz. Kibele – Attis Kabartmaları.Mitolojik kahramanların öyküsü anlatılıyor. Doğurganlık, bereket ve doğa tanrıçası Kibele ile sevgilisi Attis’i işaret eden kabartmaların birinde Attis bir Çam ağacının altında diğerinde ise divana uzanmış bir halde betimlenmiş. Başka bir kabartma iki Arslan arasında tahtında oturan
Kibele’yi gösteriyor. Yolda XV. yy sonlarında Hoca Seyfettin İbni El-Hac Saruhan tarafından yaptırılmış Hoca Seyfettin Köprüsünü görüyoruz.
Gediz nehri üzerinde Selendi ile Emir kaplıcalarına yüzyıllarca ulaşımı sağlayan tek geçit yeri. Hoca Seyfeddin köprüsü, halk arasında Boğaz Köprüsü veya Bahas köprüsü olarak da bilinmekte. Köprünün iki büyük gözü olmakla birlikte, güney tarafında iki de boşaltma gözü bulunmakta.
İnşasında çoğunlukla kalker ve volkanik kayaçlar kullanılmış. Şimdi Gökçeören yoluna sapıp Emre köyünde Tabduk Emre’nin türbesini göreceğiz. Türbe önünde Yunus Emre'nin mezarlarından  biri var. Biri var diyorum çünkü değişik yerlerde başkalarına da rastlamıştım. Tabduk Emre Yunus Emre’nin hocası. Kim bilir belki de, 13. Yüzyıl sonlarında ve 14. yüzyılın başlarında yaşamış  Türk şair ve mutasavvıf  Anadolu'da Türkçe şiirin öncüsü Yunus Emre’nin gerçek kabri buradadır. Duvarlar Yunus Emre ve Tabduk Emre’nin muhteşem sözleri süslü. “Bir bahçeye giremezsen, durup seyran eyleme.
Bir gönül yapamazsan, yıkıp viran eyleme.”(Y.E)“İlim kendin bilmektir Sen kendin bilmezsin Ya nice okumaktır.”(Y.E) Gezimizin son durağı Emre Köyünde eşsiz yapı Carullah Bin Süleyman Camii. XVI. yüzyıldan günümüze kadar ulaşan camii. Yalnızca Osmanlı mimarisinin zarafetini değil, aynı zamanda Anadolu’nun en erken tarihli duvar resimlerini de barındırıyor. 1547-1548 yıllarında inşa edilen Carullah Bin Süleyman Camii, adını banisinden almış halen ibadete açık. Görevli bizi gezdirirken aynı zamanda açıklamalar da yapıyor. İçeridekitüm duvarlar ve kubbeyi kaplayan 1808-1809 yıllarında Şehzade Abdurrahman Efendi tarafından yapılan resimler, o kadar güzel ki hangisini inceleyeceğimizi şaşırıyoruz. Ayrıca hat eserleri, ünlü hattat Banazlı Mehmet Demni tarafından yapılmış. Natürmort kompozisyonlarda karanfil, lale, gül gibi çiçekler ve nar, üzüm, armut gibi meyveler dikkat çekiyor. Bu kompozisyonların hiçbiri bir diğerinin aynısı değil.Zarif ahşap minberi bu güzel resimlere eşlik ediyor. Akşam karanlığında bir mücevher gibi parlayan camii içimizi huzur ve hayranlıkla dolduruyor.
İzmir’e dönerken bu güzel Kula’dan ayrılmanın hüznü çöküyor.