Beste Serim Erbak:Safranbolu’nun Büyülü Evleri Tarihi Tabakhane

Amasra’dan, Safranbolu’ya, doruklarında bulutlar dolaşan dağlar, yeşil ile beyazın dans ettiği, inanılmaz manzaralar eşliğinde ilerliyoruz.

Sanki bir masalın sihirli diyarındayız. Yolun iki yanına sıralanmış, yukarıda birbirleriyle kavuşan ulu ağaçların gizeminde gidiyoruz. Hani hiç bitmesin istersiniz ya işte öyle anları yaşıyoruz. Bu ne kadar güzel bir yol… Safranbolu Hanedan Konak Otele vardığımızda saat 16.00’yıgösteriyor.Karabük şehrinin ilçesi olan Safranbolu, Antik Çağda ”Demir Atlar Ülkesi” olarak da bilinen Paflagonya Bölgesinde yer alıyor ve MÖ 3000 yıllarına dayanan bir geçmişi barındırıyor. Hititler, Frigler, Lidyalılar, Persler, Romalılar ve Selçukluların egemenliği altında kaldıktan sonra XIV. yüzyılda, Osmanlı Devleti zamanında, en parlak dönemini yaşıyor.Özellikle 1994 yılında UNESCO Dünya Miras Listesi’nde Dünyada “En iyi korunan 20 kent “ arasına girmesine neden olan, günümüze kadar hiç bozulmadan gelen tipik Osmanlı mimarisi evleriyle tanınıyor.XVIII ve XIX. yy. ile XX yy. başlarında inşa edilen yaklaşık 2000 geleneksel Türk evi, bu tarihi dokuyu simgeliyor. Evler Safranbolu’nun iki ayrı bölgesine yerleşmiş. Birincisi kışlık olarak kullanılan ‘Şehir’ diye adlandırılan, ikincisi ise yazlık olarak oturulan ‘Bağlar’ diye bilinen bölge.Şehrin sokakları, rutubeti en aza indiren, sel sularına karşı dayanıklı ve ağaç köklerinin yeterli su almasına uygun olan taşlarla kaplı. Hiçbir ev bir diğerinin manzarasını engellemiyor.Şehir mimarisine özen gösterilmiş.Evler kalabalık aile yapısına uygun, genelde iki ya da üç katlı, taş, kerpiç ahşap ve kiremit kullanılarak yapılmış.Bahçeler sokaktan taş duvarlarla ayrılmış.Kaldığımız Hanedan Konak bu güzel evlerden bir tanesi. Girişte geniş bir oturma alanı ve mutfak bulunuyor. Tahta bir merdivenle çıkılan üst kata ise odalar yerleşmiş. Sahip ve işletmecileri Müzeyyen Hanım ve eşi Kamil Bey evin 300 yıllık bir tarihi olduğunu söylüyor. Kim bilir kimler burada ne hayatlar yaşadı diye düşünüyorum Odalarda kanaviçe işlemeli çarşaf takımları eskiyi hatırlatıyor. Pencereden yavaş yavaş ışıkları yanan Safranbolu’nun büyülü manzarasını seyrediyoruz. Akşam yemeği için nereye gidebiliriz diye sorunca “Tarihi Değirmen Restoran” diyorlar.Safranbolu’nun dışında, Yazıköy’de tarihi bir değirmenin bulunduğu,sular içinde bir yer. Gidiş yolu biraz zorlu ama buna değiyor doğrusu.Çok hoşumuza gitti.

Sabah, Müzeyyen Hanımın hazırladığı organik ürünler, reçeller ve tabii mis gibi kokan taze Safranbolu ekmeği ile yapılan mükemmel bir kahvaltının ardından gezme vakti geldi.. Evden çıkınca çok az bir yürüyüş ile çarşıya varılıyor. Evler o kadar güzel ki; durup fotoğraf çekmekten yürümekte zorlanıyoruz. Tam çarşının girişinde, köşede tarihi Kileciler Konağı ve karşısında 1903 yılında yapılan süslemeli Kileciler çeşmesi harika gözüküyor. Kahverengi boyalı Konağın ön duvarlarında Arapça yazılar dikkat çekiyor. Tarihi çarşıda Safranbolu Simidinin 162 yıldır yapıldığı,4 kuşak aile bireyleri tarafından işletilen fırın buraların
simgesi. Odun ateşinde pişirilen simitlerde susam kullanılmaması en önemli özellik. Safranbolu simidi önce haşlanıp sonra pişiriliyor. Tadı değişik. Ana caddenin iki yanına sıralanmış küçük dükkânlarda el işi ürünler, safran lokumu, tahta Safranbolu ev maketleri, magnetleri, gibi birçok hatıralık eşya satılıyor.1796’da inşa edilen İzzet Mehmet Paşa Camiinin önüne geliyoruz.Tamamı kesme taştan olan cami ve avlusu, alttan geçen Akçasu deresi üzerine yapılan kemerlerle ihtişamlı bir görüntü çiziyor. Diğer bir tarihi cami, Sadrazam Köprülü Mehmet Paşa tarafından yaptırılarak 1662’de açılmış. Köprülü Mehmet Paşa Camiinin hemen bitişiğinde içine 48 dükkânın yerleştiği tarihte “Yemeni” diye adlandırılan ayakkabıların yapıldığı eski Lonca çarşısı, “Yemeniciler Arastası” bulunuyor. Kahve Müzesi, 1640-1648 tarihleri arasında inşa edildiği tahmin edilen Cinci Han Kervansarayı, Cinci Hamamı çok güzel bir yapı. Girişinde peştamalların kurutulduğu alan dikkat çekiyor. Safranbolu Belediyesinin değişik binasını görüyoruz. “Aç durulur; susuz durulmaz!” deyişi Safranbolu’ya çok uymuş. Sayıları 100’ün üzerinde,
hemen hemen her sokakta bulunan çeşmeler bunun en doğru göstergesi. Zarif taş işlemeli aynasıyla Sarıaltın çeşmesi, bir konutun bahçe duvarına yaslanmış, farklı motiflerle bezeli, yapım tarihi 1927’yi gösteren Şükrü Efendi Çeşmesi… Taş bahçe adında küçük bir kafede kahve molası veriyoruz. Duvarda asılı halı beni çok duygulandırdı. Kahve içen kadınlar. Küçüklüğümde İran’dan gelen ve evimizde bulunan şimdi ise nerde olduğunu bilmediğim, maziyi hatırlatan halı. Eşya deyip
geçmemeli. Onlarla süren yaşamlar, geçmişler insanı olmadık anlarda olmadık yerlere götürüyor.Dolaşa dolaşa Tabakhane deresine doğru iniyoruz. Şimdiye kadar hiç
görmediğimiz türden bir müze gezeceğiz. Derenin civarı, 1800 ve 1900’lü yıllara kadar sayıları 100’ü geçen tabakhanelerin bulunduğu alan.

Safranbolu tarihinde dericilik üretimi son derece önemli bir yer tutuyor.Selçukludan Osmanlı’ya, Kurtuluş Savaşı yıllarına kadar orduların tüm deri ihtiyaçları buradan karşılanmış. İşte bu nedenledir ki; Askeri bir öneme sahip olan bu bölgede Debbağlık her zaman gizli tutulmak istenmiş.Özellikle Osmanlı tarafından buna büyük bir özen gösterilmiş. Dikkati başka alana çekmek için Dünyanın en pahalı bitkisi”, “Mucize bitki” olarak adlandırılan ve ilçeye adını veren Safran tarlaları ekilmiş. Böylece bu pahalı ve değerli bitkinin üretimi başlamış. Boya, yemek, kozmetik,ilaç ve gıda sektörü gibi birçok alanda kullanılan değerli Safran bitkisi ne yazık ki günümüzde yeteri kadar üretilemiyor.1937’de Karabük Demir ve Çelik Fabrikasının kurulması tabakhanelerde çalışan işçi sayısının azalmasına neden olmuş.Sonuçta1960 yılında hepsi birer birer kapanmak zorunda kalmış. Son kalan deri üretim atölyesi Ahmet Sarıtunç’a ait. 1999’da o da çalışmalarına son vermiş ama burası bir Gezi Müzesi haline getirilmiş. Böylece 800 yıllık tabakhane artık gezilebiliyor. Ahmet Beyin oğlu ve torunu müzeyi gezdiriyor. Kullanılan makine ve diğer aletler, malzemeler derilerin yapım aşamaları tek tek anlatılıyor. Tamamen bitkisel yöntemlerin kullanıldığı tabaklama süreci oldukça ilginç. Vaktiyle işlem sonunda arta kalan kireçli ve kıllı atıklar evlerin imarında kullanılmış. Tabakhaneler su gereksinimlerinin çok fazla olması nedeniyle hep dere kenarlarına yapılırmış. Ağır bir koku etrafa yayıldığı için tahammülü oldukça zor bir meslek.İzmir’den biliyorum.Eskiden Tabakhanelerin yerleştiği Yeşildere’de ne kadar arındırılmaya çalışılsa da, keskin koku bugün bile hissediliyor.Müzenin tam karşısında, derenin öbür tarafına Mostar Köprüsünün
küçültülmüş bir örneğiyle bağlanan taş köprü sizi Tarihi Tabakhane Kahve Evine götürüyor. O kadar hoş bir mekân ki; orada bir şeyler yiyip bu güzel yerin keyfini çıkaralım istiyoruz. Sahipleri Hasan Özkaynak ve eşi Feride Hanım yanımıza oturdular. Böylece güzel bir sohbet başladı.300-350 yıllık bu yer bir tabakhane Loncası. Eskiden esnafların toplandığı mekan. Feride Hanım doğma büyüme buralı. İlkokula giderken babası bu yeri satın almış. Zor geçinen bir aileymiş.O zamanlar tabakhane sayısı çok fazlaymış. Hayvan derileri tabaklanırken onları yumuşatmak için taze köpek pisliği gerekirmiş. Fakat bunu acil,soğumadan yetiştirmek şartmış. Bu yüzden buralarda çok fazla köpek beslenirmiş. Feride Hanım çocukluğunda okula giderken bunları toplayıp acele tabakhaneye götürür, para kazanır, defter ve kalemlerini alırmış.

Halk arasında şöyle bir deyim vardır. Biraz da argo ama acele edip, tüm engelleri çiğneyerek bir yerlere ulaşmaya çalışanlar için kullanılır. “Tabakhaneye bok mu yetiştiriyorsun?” denir. Hayatımda ilk kez bir deyişin kaynağını, bir bilenin, yaşayanın ağzından canlı dinlemek kısmet oldu. Her deyişin bir nedeni var elbette. Bahçede yeşilliklerin arasında içi yenmiş yumurta kabukları ile süslenmiş bitkiler dikkatimi çekti. Feride Hanım, özellikle damat ve gelinlerin buraya gelip yumurta ağaçları ile fotoğraf çektirdiğini söylüyor Evrenin yaradılışında yumurtanın yerinin çok önemli olduğu biliniyor. Çoğalmanın, dünyaya kök salmanın, üretkenliğin, verimliliğin, şifanın, başlangıç ve yaratılışın sembolü. Tabakhanenin arkasından yeşillikler içinden yürüyüp yine küçük bir taş köprüyü geçerek Safranbolu’nun eski tabakhane camisine ulaşıyoruz. Şırıl şırıl akan suların, mis gibi kokan çiçeklerin ,ulu ağaçların içinde çok güzel bir yapı. Yeniden Tarihi Eski Çarşıya doğru tırmanıyoruz. Gümüş mahallesine geldiğimizde bir ucu Tokatlı köyüne dayanan Tokatlı Kanyonunun diğer girişinin bulunduğu yere varıyoruz. Unesco Dünya Mirasları listesinde bulunan Kanyona bugün gideceğiz. Kanyonun uzunluğu yaklaşık 9 km’yi buluyor. Bir yerleşimin içinde kanyon olması çok ilginç. Şaşırtıcı. Safranbolu’nun dışına çıkıp, Hızar Çayı yatağındaki kireç taşı tabakalarının binlerce yıl aşınması sonucunda oluşmuş Tokatlı Kanyonunu Kristal Terastan seyretmek için sabırsızlanıyoruz. Eğer aşağıya inmek isterseniz,160 basamağı hesaba katmak gerekiyor.İnmesi kolay da çıkması düşündürüyor.Tahta platformlar merdivenlere bağlanmış. Ayrıca kanyonun eşsiz manzarası üzerinde, bir Zipline Parkuru kurulmuş. Türkiye’nin en yüksek hattı olması Adrenalin tutkunları için büyük fırsat. Buraya yürüyüş mesafesinde tarihi 5 kemerli İnce kaya Su Kemeri 2m uzunluğunda.1600-1700’lü yıllardan kalma kentin su ihtiyacını karşılıyormuş. Buradan da merdivenlerle aşağıya inebiliyorsunuz. Yolda son zamanlarda her yerde yapılması pek moda olan Tepetaklak diye bir ters evi de görüyoruz. Yeniden Safranbolu’ya dönüp Hıdırlık Tepesine uğruyoruz. Burada çok güzel bir park bulunuyor.Safranbolu’yu kuşbakışı seyrediyoruz. İnanılmaz güzel manzaralar. Safranbolu’ya varmadan önce, ilçeye çok yakın XVII. yy’dan beri varlığını sürdüren Yörük Köyünü gezelim istedik. Bu bölgeye yerleşen Yörük Türkmenleri yıllardır varlıklarını burada sürdürmüşler. 2 ya da 3 katlı bitişik nizamda inşa edilmiş ahşap taş evleri, konakları Osmanlı dönemi mimari özelliklerini taşıyan yapılarıyla köy Safranbolu’nun minik bir örneği. Bahçelerinde rengârenk petunyalar, sardunyalar ile tarihi evler,pek şirin. 1997 senesinde sit alanı olarak ilan edilmiş. 90’nın üzerinde tarihi konak bulunuyor. Ama restorasyon tam tamamlanmamış.

Çoğu yapı yıpranmış durumda, bakımsız. Oturanlar ile konuştuğumuzda halkın çoğunun başka yerlere özellikle İstanbul’a göç ettiğini söylüyorlar. Buranın bir başka özelliği de tanınmış kişilerin ailelerinin atalarının yerleştiği bir köy olması. Girer girmez Çökön meydanında yıpranmış tarihi bir evin önünde dünyada “La Diva Turca ”diye tanınan XX. yy’ın en önemli sopranolarından biri olan opera sanatçımız Leyla Gencer’in yüksek kaide üzerine yerleştirilmiş büstü sizi karşılıyor. Onun akrabası tanınmış Türk moda tasarımcısı Cemil İpekçi, ünlü televizyon haber sunucusu ve oyuncu Gülgün Feyman’ın kökleri de burada. Yeşilçam’ın ünlü yapımcısı ve yönetmeni Türker İnanoğlu da bu köyden.Yavaş yavaş evleri seyrede seyrede taş sokaklarda yürüyoruz. Köyün şirin camiini geçtikten sonra bir köşe başında halk arasında Kurşun Dökme diye bilinen ritüelin yapıldığı taşa geliyoruz. Vücuttaki kötü enerjiyi yok etmek için yapılan bu törenin şaman törelerine dayandığı düşünülüyor. Hala devam eden bir gelenek.350 yıllık tarihi bir çamaşırhaneye doğru ilerliyoruz. İlk kez böyle bir yer göreceğiz. Kapıda bizi Ender Gümüş Bey karşılıyor. Gezdirme ve bilgi verme görevini çok içten, gönüllü olarak yapıyor. Bektaşi Dergâhının yapıp köye bağışladığı bu çamaşırhane 1985 yılına kadar aktifmiş.İçeriye girdiğimizde ortada 12 köşeli büyük bir yıkama taşı aynı anda 12 kişinin çamaşır yıkayabilmesini sağlıyor. Bu taşın yüksekliği bazı yerde daha alçak bazı yerde daha yüksek. Nedeni ise çamaşırı yıkayan kişinin boyunun düşünülmesi. Köylülerin sosyalleştiği sohbet ettikleri bu yerde odun ateşi ile kazanlarda suların ısıtıldığı 4 minik odacık bulunuyor.Çamaşırlar açılarak üst üste taşa konulup tokaç ile dövülürmüş. Deterjan olarak ta odunun külü kullanılırmış. Taşın ortaya doğru bir eğim göstermesi kirli suların ortadaki delikten akması içinmiş. Yıkama tamamlandıktan sonra üç köşede oluk ya da kurna denilen temiz suyun aktığı çeşmelerde durulama yapılıyormuş. Kurnaların hacimlerinin hepsinin birbirinden farklı olması, çamaşır miktarları düşünülerek yapılmış. Köşedeki diğer bir oyuk ise başka görev üstlenmiş Bir ertesi gün çamaşır yıkamaya gelecek olanlar buraya bir odun bırakırlarmış.Güzel bir rezervasyon yöntemi. Havalandırma ise kapının üstünde kafesli bir bölüm olarak tek bir tarafa yapılmış. Cereyan yapıp insanlar hasta olmasın diye. Duvarda Yörük Ağalarının fotoğrafları asılı. Köyde yılda bir kez Ağustos sonu Eylül başında 3,4 gün süren “Köy Günü denilen” etkinlikler yapılıyormuş.Onun tüm masraflarını karşılayanlara da Yörük ağası denilip fotoğrafları duvara asılıyormuş. En ince ayrıntının bile düşünüldüğü bir mimari. Muhteşem. 300 yıllık başka bir konak Kasım Sipahioğlu Konağına gidiyoruz. Aslında konağın sahibi hala aynı ailenin akrabalarından hoş esprileriyle Filiz Teyze buranın ünlenmesine neden olmuş. Ama orada olmadığı için bize oğlu Aydın konağı gezdirdi.3 katlı konağın 2.katında Filiz Teyze ve oğlu yaşıyor. En alt katta hatıralık eşyalar satılıyor.Yörük sofrasına oturup el açması baklava ve gözleme yedik. Son derece lezzetli. Çok güzel bir mekân. Sahipleri de bir o kadar güler yüzlü, hoş sohbet.Dönüşte kaleye çıkıp bu sefer ışıklar içindeki Safranbolu’yu seyrediyoruz.