Beste Serim Erbak: GÜZEL ANADOLU KARS

Günlerden Pazar. Kahvaltının ardından, otelin bahçesinde keyifle çayımızı yudumlayıp, güneşli havanın tadını çıkardık. Bugün Erzurum’dan ayrılıyoruz. Önce Sarıkamış sonra Kars. Çocukken geldiğim Kars’ı şimdi nasıl bulacağım bakalım. Yolda meyve, sebze satıcıları sıralanmış. Devasa lahanalar, organik elma ve çeşitli meyveler. Pasinler ilçesinden geçiyoruz. Kayaların üzerinde İlhanlı Emiri Hacı Togay’ın oğlu tarafından 1339 yılında yaptırılan Hasankale yükseliyor.

Kaleye bakan tarihi bir minare aralık bir yerden fark ediliyor. Stresi azalttığına inanılan Dünyanın en değerli taşları arasında yer alan volkanik, genelde siyah renkte Obsidyen (Volkan Camı) taşları yola paralel küçük tepelerden aşağıya doğru düşmüşler. Her araba duruyor ve insanlar bu değerli taşlardan topluyor. Kolay kolay görülemeyecek bir manzara.Obsidyen taşı pek çok farklı alanda kullanılıyor. Kenarları ince
ve keskin. Tatvan’da yeşil, Rize-İkizdere’de ise kırmızı renkli olanları çıkarılıyor. Köprüköy ilçesi yakınında karayolunun hemen yan tarafında, aniden önünüze çıkıveren, Aras nehri üzerindeki tarihi Çobandede
Köprüsü görülmeye değer.

İpek Yolu güzergâhında,1297 – 1298 yıllarında İlhanlı vezir Emir Çoban Salduz tarafından yaptırılmış kemerli köprüde siyah, kırmızı ve gri kesme taşlar kullanılmış. İki yüz kilometreye yakın yol aldıktan sonra Sarıkamış’a varıyoruz. Burada Ekimde yağan kar ancak Nisan ayında kalkıyormuş. Hatta bir bankamatiğin önünde rastladığımız “Dikkat buz düşebilir” yazısı bunun bir göstergesi. Çam ağaçları arasındaki Sarıkamış, kayak turizmi ile tanınıyor. Kayağa en uygun kristal karın burada olduğu biliniyor. Diğer taraftan yakın tarihte ne yazık ki binlerce Türk Askerinin donarak şehit olduğu (22 Aralık 1914 – 9 Ocak 1915) Sarıkamış Harekâtının yapıldığı yer.

İlk olarak Katerina Av Köşkünü görmek istiyoruz. Sora sora bir askeri birliğin bulunduğu yere varıyoruz. Askerlerin tarifiyle son derece kötü bir yoldan hafif tepeye doğru tırmandığımızda köşk karşımıza çıkıveriyor.

Küçücük bir tabelada adı yazıyor ama bunu görmek çok zor. Köşk, Rus Çarı II. Nikolay Alexandroviç tarafından yaptırılmış. Sarıçam ormanları içinde. Ruslar bu bölgede kırk yıl boyunca hâkimiyet sürmüşler. Yapıyı, 1901 yılında Rusya’da 300 yıl hüküm süren Romanov Hanedanının son çarı Nikolay, hemofili hastası oğluna faydalı olması ve aileye av köşkü olarak hizmet vermesi amacıyla yaptırmış.

Ruslar tarafından, “Nikolay’ın Av Köşkü” olarak bilinen köşkün II. Nikolay’ın karısı Katerina adına yaptırmış olduğu söylense de bunun doğruluk payı yok. Zira Çarın karısının adı Alexandra.1918’de Çar ve ailesi Bolşevikler tarafından öldürülmüş. Baltık mimarisi özellikleri taşıyan bu köşkün konumu harika.
Ön yüzü Allahuekber Dağlarına ve ovaya, arka yüzü ise Sarıçam ormanlarına bakıyor. İç içe geçmiş ağaç kütüklerinden inşa edilen köşkteki çam keresteler arasında hiç çivi kullanılmamış. Sarıkamış’ta
kışlar oldukça çetin geçiyor. Köşkte ısınma için Rusların “Peç” dedikleri bir sistemden yararlanılmış. Birbirine kapılar ile geçilen 24 oda bulunuyor. Tabandan tavana kadar her yer ahşap. Ne yazık ki
bakımsızlıktan mahvolmuş. Burayı gezenlerin yazdıkları yazılar ile dolu duvarlar, çürüyen tavanlar, pencereler, kapılar… Bir dönem askeriye tarafından kullanılan yapıda bazı duvarlar betona çevrilmiş.

Anlaşılan tarihi nasıl yok edebiliriz diye epeyce çaba harcanmış. İnsan bir zamanlar burada yaşanan hayatı düşününce yüreğinde bir sızı hissediyor. Denilene göre köşk butik otele çevrilecekmiş. Ne yapılırsa
yapılmalı, bu güzel tarihi eser bir şekilde değerlendirilmeli. Çarşıyı gezelim hem de yemek yiyelim diye ana cadde boyunca yürürken Ruslardan kalma güzel ahşap evlerin maalesef çeşitli ilaveler yapılmak suretiyle mahvolduğunu görüyoruz. Onarılıp ek minare ile camiye dönüştürülmüş tarihi kilisenin ihtişamı hala fark ediliyor. Hemen cadde üstünde Özcan Baba lokantası yerel yemekler yapıyor. Leziz mi leziz. Üstelik çok ucuz. Yemekten sonra çayımızı lokantanın önünde içiyoruz. Güneş içimizi ısıtıyor. Sarıkamış, yüksek yaylalarında bin bir çiçekten elde edilen kaliteli ballarıyla ünlü. Tabii peynirlerini de unutmamak gerek. Lokanta yakınında “Hayaloğlu” şarküteri bu konuda oldukça iyi. Çeçil, Gravyer, Kaşar, Bal satıyor. Sahibi Haluk Bey bizimle ilgilenip Sarıkamış hakkında bilgi veriyor. Sarıkamış’ı tam gezebilmek için biraz daha fazla
zamanımız olsa daha iyi olurdu.

Ama Kars bizi bekler. Kars’taki ilk durağımız Kafkas Cephesi Harp Tarihi Müzesi. 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı ve Kafkas cephesini anlatan interaktif bir müze.1828’de Rus birlikleri tarafından Kars’a yapılan bir gece baskınında, Yeni Tabyada bulunan askerlerin tamamı şehit olmuş. Yaşanan bu olay üzerine tabyanın adı ‘Yeni’ değil Kanlı Tabya olarak anılmaya başlanmış. Sarıkamış Harekâtının canlandırılması, donan
askerlerin buğulu camdan gösterilmesi, müze girişindeki aynalar vasıtasıyla şehit askerlerin sonsuza kadar anılması amacıyla çarıkları üzerine konulan ışıklar ve bal mumu heykellerle yapılan canlandırmalar
mükemmel. İnsana duygu yüklü anlar yaşatıyor.

Doğu Cephesi Komutanı Kazım Karabekir Paşa’nın Beyaz Vagonu, Rusya tarafından hediye edilmiş. Vagon tarihi İstasyon ’da, Kars Müzesinin bahçesinde sergileniyor Üzerinde Osmanlıca, Rusça ve Kiril alfabesiyle “Bu beyaz vagon, Kazım Karabekir Paşa’ya Kızıl Ordu tarafından hediye edilmiştir” yazısı yer alıyor. Kars’a gelen her gezgin burayı ziyaret etmeli. Kars merkezde,1885 yılında Ruslar tarafından yaptırılan Alexander Nevsky Katedrali, şimdinin “Fethiye Camii’nin bulunduğu parkta “Türk Büyükleri” büstleri sıralanmış. Başta Atatürk olmak üzere 16 Türk büyüğü, tarihi yapıtı seyrediyor. Kilise 1985 yılında camiye çevrilmiş. Soğan şeklinde kubbeleri ve çan kulesi yıktırılmış, ilave olarak minareler yapılmış. Aslında eser tüm orijinalliğini yitirmiş.

Cumhuriyet Meydanında Ruslar tarafından siyah taş işçiliğiyle yapılmış başka bir tarihi bina ise şimdi İl
Genel Meclis Binası olarak kullanılıyor. Burada Çarlık Rusya’sı tarafından 1910 yılında yaptırılan Zafer Anıtının yerine dikilen, şaha kalkmış at üstündeki, Atatürk Heykelini görüyoruz. Kaidesinin dört
cephesinde  Atatürk’ün 1924’te Kars’ı ziyareti, İsmet Paşa’ya çektiği telgraf, Kazım Karabekir Paşa’nın Kars’ı kurtarışı ve Alparslan’ın Ani’den Anadolu’ya girişini gösteren kabartmalar bulunuyor.1937 yılında Kenan Yontuç tarafından yapılan Atatürk Heykeli Kars’ın simgesi. Şehrin tarihi 5000 yıl öncesine kadar uzanıyor. Zengin bir kültürel geçmişe sahip Kars toprakları, Gürcüler, Urartular, Sasaniler, Huriler,
Selçuklular, Moğollar, Karakoyunlular ve daha birçok devlete ev sahipliği yapmış. Kars,1878’den 1918’e kadar tam  40 yıl boyunca Rusların işgalinde kalmış.1920 yılında tekrar Türk Topraklarına katılmış.

Siyah taş binalar, birbirini dik kesen geniş caddeler geçmişin izlerini hala taşıyor.
Şehir Rus Ordularına karşı yapılan savunmalar, 1855 yılında kazanılan “Kars Zaferi” nedeniyle Anadolu’da bir şehre verilen ilk Gazilik madalyasına sahip. Günümüzde Azeriler, Türkmenler, Terekemeler ’in
birlikte yaşadığı kent tam bir kültür hazinesi barındırıyor. Kahve Sokağı’ndaki eski taş binada biraz oturduk. Artık Çeltikov Otele gitme vakti. Otel Kars Çayı kenarında,1894’de yapılan ve 1896’ya kadar burada yaşamış Rus Çeltikov ailesinden kalma bir Konak. Yapı daha sonra Ruslar tarafından konservatuvar ve opera binası olarak kullanılmış. Rusların Kars’ı terk etmesinden sonra ise bina sırasıyla Sübyan Mektebi, Askeri Ecza Deposu, Doğumevi en son olarak da Hekim Evi olarak hizmet vermiş. 2011 yılında otele dönüştürülen konak görkemli Baltık mimarisinin bir örneği. Burada kalmak eskiyi solumak, geçmişteki yaşamları düşünmek adına çok güzel bir deneyim. Otel geçmişine uygun restore edilmiş. Yerlere kadar uzanan saten perdeler,

Duvarlarda antika tablolar, uzun koridorlarda halılar, koyu renk ahşap işlemeli kapılar. Eşyalarımızı bıraktıktan sonra ağaçların arasında, çok sakin bir sokakta bulunan otelimizden yürüyerek “Nurhan Hanım Kaz Evi ”ne gittik. Ruslardan kalma bir binada çok sempatik döşenmiş bir restoran. Kars, kaşar, gravyer peyniri ve kaz etinin lezzeti ile ünlü. Kars’ın köylerinde Nisan ayında meralarda otlayan kazlar arpayla besleniyorlar ve kar yağdıktan sonra daha çok yağlanarak lezzetlerini arttırıyorlar. Herkes Kaz etinin bu mevsim pek lezzetli olmadığını söyledi. Ama Nuran Hanım artık dondurma işlemlerinin çok iyi yapılması nedeniyle şimdi de gayet lezzetli olduğunu belirtti. Gerçekten de öyle. Yemek sırasında yanımıza gelip sohbet eden oğlu, ev hanımı olan Nuran Hanım’ın nasıl bu kadar üne sahip olduğundan aldığı ödüllerden ve pişirilen yöresel lezzetlerden söz etti. Nuran Hanım güler yüzlü, sempatik biri. Gerçekten mücadele ile yükselmiş tam bir Anadolu kadını. Kaz besiciliği genellikle hanımlar tarafından yapılan bir uğraş. Restorandan çıktığımızda karşı tepede harika ışıklandırılmış Kars Kalesi göze çarpıyor.

Hava soğuk.
Günlerden Pazartesi Bugün 1001 Kiliseli veya Kırk Kapılı Şehir olarak adlandırılan Kars’ın Arpaçay ilçesinde, Türkiye – Ermenistan sınırında Ani Ören yerini görmeye gidiyoruz. Kars’tan yaklaşık 45 km uzaklıkta. Güneş parlıyor ama hava serin. Yol gayet güzel, doğa harika. Küçük Ağrı Dağı, üzerinde karlar, sivri tepesi, tüm güzelliğiyle bize eşlik ediyor. Ani köyü ya da yeni adıyla Ocaklı Köyü, harabelerin hemen dibinde. Ören yerinin başlangıcında geniş bir otopark bulunuyor. Park ederken yanımıza gelen çocuklarla sohbet ediyoruz. Girişte büyük bir Türk Bayrağı, vadinin diğer yakasında ise uzakta Ermeni Bayrağı dalgalanıyor. Biletlerimizi aldıktan sonra biraz yürüyerek sur kapısından içeri doğru ilerliyoruz. İçerdeki patika yollardan tarihi kalıntıları inceleyerek epeyce yürüyoruz. Burayı gezmek için en az üç saatlik bir
zaman gerekiyor. Aras Nehrinin kolları, Arpaçay, Mığmığ ve Bostanlar derelerinin aktığı derin vadi ile çevrili, doğal korumalı, kayalık zemin üzerinde konumlanmış Ani Antik Kenti 2016 yılında UNESCO Dünya Miras
Listesine alınmış. Ani şehrinin tarihte en zengin ve ihtişamlı dönemlerinden biri Ermeni Bagratlı Hanedanlığı zamanındaymış. 961- 1045 yılları arasında Ermenilerin başkentiymiş. Şehrin nüfusu o zamanlar 150 binleri aşıyormuş. Buraya ilk yerleşenlerin M.Ö 3000’lü yıllarda Urartular, Saka Türkleri ve Sâsânîler olduğu düşünülüyor. Sonraları Persler, Selçuklular, Moğollar, Osmanlı Devleti, Ruslar ve daha birçok devletin bu şehre yerleştiği, şehrin 24 Medeniyete ev sahipliği yaptığı biliniyor. Kafkasların Anadolu’ya ilk giriş kapısı olan ve tarihi İpek Yolu üzerinde bulunan Ani önemli bir ticaret merkeziymiş. Şehrin korunaksız olduğu düşünülen, karayla tek bağlantısı olan kuzey tarafı 4.500 metre uzunluğunda, 8 metre yüksekliğinde surlarla çevrili. Kente giriş surların bulunduğu taraftan 7 kapı ile yapılıyor. Ani’de; Çarşı, bitişik nizam evler, Aziz Prkich (Halaskar) Kilisesi (Yıldırım düşmesi sonucu yarısını kaybolmuş),katedral, Ebû’l Manuçehr Camii (Anadolu’da günümüze kadar sağlam bir şekilde ulaşan en eski Selçuklu eseri), Ebû’l
Muammeran Camii, Gagik Kilisesi, Zerdüşt tapınağı (Ateşgede), Kızkalesi, Şapel, Bakireler Manastırı, İpek Yolu Köprüsü, İç kale, Saray ve Surları, Selçuklu Kervansarayı, Bostanlar Deresi Mağaraları, (Tarihleri Tunç Çağına kadar uzanıyor.)Kaya Kilisesi, büyük, küçük Hamam ve bir yeraltı şehri bulunuyor.

Selçuklu Sultanı Alpaslan tarafından 1064 yılında zorlu bir kuşatmanın ardından fethedilmiş. Böylece Ani Türklerin Anadolu’da ilk ele geçirdikleri şehir unvanını almış.1605 yılında çok şiddetli bir deprem olunca halk burayı yavaş yavaş terk etmiş.18.yy’da ise burada yaşayan hiç kimse kalmamış ve şehir kaderine terk edilmiş. Bölgede Rus hâkimiyeti sürerken Çarlık Üniversitesinden bir heyet Ani’de kazı çalışmaları yapmış ve bulunan tüm eserler Rusya’ya götürülmüş. Şimdiye kadar gezdiğimiz en güzel ören yerlerinden biri Ani. Halen kazı çalışmaları devam ediyor. Ermeniler, Gürcüler, Müslümanlar, Bizans’tan gelenler hepsi bu şehirde yaşamış. Ani’nin büyülü, gizemli, ürkütücü geçmişi her noktada hissediliyor. Çıkışta keyifle bir çay içiyoruz. Öyle ya bu atmosferden bir anda kurtulmak istemiyoruz.

Buradan Çıldır Gölüne doğru yolumuza devam ediyoruz. Göl kışın tamamıyla donuyor ve üzerinde atların çektiği süslü kızaklar ile gezilebiliyor. Doğu Anadolu’nun en büyük tatlı su gölü. Rakım 1959 m. Yaklaşık 120 metrekarelik bir alanı kaplıyor. Gölde yılın dört mevsiminde balıkçılık yapılıyor. Yakalanan en önemli balık türü (aynalı) Sazan. Göl masmavi rengiyle çok hoş gözüküyor. “Yunus’un Yeri Balık Restoran” tabelasını görünce hemen ana yoldan içeri giriyoruz. Bizi karşılayan Ertan Bey güler yüzlü. Nerede oturmak istediğimizi soruyor. Göl kenarı deyince hemen çaylar geliyor. Kenarda kışın kullanılan kızaklar mevsimini bekliyor. Tertemiz ama çok soğuk bir hava. Biraz oturduktan sonra dayanamıyor içeri giriyoruz. Nefis sazan balığını yerken sohbet başlıyor.

Ailesinin Terekeme Türklerinden (Karapapaklar) olduğunu anlatıyor. Karapapaklar Türk boyunun Kıpçak kolu Oğuz grubundan.1828 yılında Rus İmparatorluğu ile Kaçar Hanedanlığı arasında imzalanan Türkmençay Antlaşması sonrası Kafkasya’dan Kars’a gelen Türklerden. Terekemeler özellikle dokudukları kilimler, halılar ile tanınıyorlar. Hatta bu halılar “Terekeme” olarak adlandırılıyor. Kendisi bizi gezdirmek istiyor. Onu da alarak çıkıyoruz yola. Önce restoranın karşı tarafında yaşadığı köye götürüyor. Taşbaşı Köyü. Ermenice adı “”Karklux” muş. 200-250 yıllık bir köy. Köyün aslında büyük bir arazisi bulunuyor. Sürülerin otladığı göl kenarındaki ve akarsu vadilerinde bulunan çayır arazileri yüksek ot verimine sahip alanlar. Terekemeler ’den oluşan köy halkı dokuz sülaleden geliyormuş. Halkın Batı Anadolu’daki büyük şehirlere göç etmesi sonucunda 1970’li yıllarda 120 -130 hane olan Taşbaşı köyü şu anda 54 haneye düşmüş. Ertan’ın babadan kalma evi tipik bir Doğu Anadolu evi. Kerpiçten, birbirine geçme odalardan oluşuyor. Saman ve balçığın karıştırılıp bir kalıpta biçimlendirilmesiyle ortaya çıkan kerpiç oldukça doğa dostu ve zararsız bir karışım. Doğa ile bütünleşmiş duvarlarında, damlarında otların bittiği kerpiç evler yazları serin kışları ise sıcak oluyormuş. Öyle betonarme binalar gibi kışın soğuk ya da yazın aşırı sıcak değil. Sobanın bulunduğu oturma odasında babadan kalma terekeme bir kilim duvarda asılı, köşede bir küp, eskilerden kalma bir dolap, peynirlerin bulunduğu tulumlar, duvar kenarına yığılmış tezekler, hayvanların barındığı bölüm.

Ev gayet özenle yerleşmiş. En önemlisi sıcakkanlı, misafirperver, içten insanların enerjilerini taşıması. Evin önünden geçen kaz sürüleri, kuruyan tezek yığınları, ahır… Merada otladıktan sonra evlerine kendi
başlarına hep aynı vakitte dönen inekler… Yeniden Çıldır Gölü kıyısına paralel giden yoldayız. Asfalt yolun her iki kenarına, belirli aralıklar ile kar seviyelerini gösteren ince direkler dikilmiş. Gerçi bunlar sadece burada değil, hemen hemen tüm Doğu Anadolu yollarında bulunuyor. Malum oldukça zorlu geçen kış mevsimi. Başka bir Terekeme köyüne, eski ismi “Cala” olan Doğruyol’a gidiyoruz. Köydeki doğal taşlardan oyularak yapılmış, boyalı, motifli ve ağıt yazılı mezar taşları göle bakıyor. Sanki açık hava müzesi burası. Her birini inceliyoruz. Bazılarının üzerinde hilal, bazılarında dolunay resmedilmiş. Ne yazık ki yaşadığımız salgın nedeniyle takılan maskeler her tarafa fırlatılmış. Köyün, yolun diğer tarafında kalan bölümüne giriyoruz. Kesme taştan yapılmış tarihi kilise, bir minare eklenerek camiye çevrilmiş. Kilisenin bir kısmı toprak ile dolu. Bazılarına göre kilise, Ermeniler tarafından, bazılarına göre ise Gürcüler tarafından yapılmış. Ama hiç bakım görmediği kesin. İçeri girmek istedik fakat anahtar bir türlü bulunamadı. Göl kenarında Kars Valiliği tarafından 2017 yılında yaptırılmış Çanaksu Kütük Ev, butik otel ve restoran olarak hizmet veriyormuş.

Değişik bir mimarisi var. Ertan ile tekrar restorana dönüyoruz. Giriş tabelasını işaret ederek oradaki resimde kızakları çeken kişinin o olduğunu gururla söylüyor. Keyifle içilen bir çayın ardından saat beş civarında vedalaşıp tekrar Kars’a dönerek oğlumun askerlik görevini yaptığı birliğe yakın kaleye tırmanıyoruz. Son derece kötü bir yol. Taş, toprak ve daracık. Başka bir yönden de çıkılabileceğini söylüyorlar ama biz bulamadık. Kalenin tarihi M.Ö VIII. Yüzyıla dayanıyor. 1153’te
Anadolu Selçuklu sultanı Meliki İzzeddin Keykavus’un emri ile veziri Firuz Akay tarafından yaptırılmış. Buradaki kafeye oturup Kars’ı kuşbakışı seyrediyoruz. Manzara pek güzel. Kalenin çok bakımlı olduğunu
söyleyemem. Bir zamanlar tüm şehri çevreleyen kalenin efsanesine göre: Buraya çıkıp, Kars’ı seyreden bir kişi ya yedi sene Kars’ta kalırmış ya da bu şehre mutlaka bir daha gelirmiş. Bu kadar zorlu bir yoldan sonra başımıza gelecek belliydi. Her tarafta yol çalışmaları yapılan şehrin çukurlarından birine hafifçe dalınca lastik patladı. Hava da karardı, ne yapacağız diye düşünürken önümüzdeki arabadan inen bir bey bizimle ilgilenip tamircisini aradı. O önde biz arkada dar sokaklardan birine girdik.

Eksik olmasınlar o kadar çok yardım ettiler ki, biz de Servet Bey ve eşini yemeğe davet etmek istedik. Eşi Semra Hanım’ın çalıştığı dükkâna hep birlikte gittik. Çok cana yakın,
içten insanlar. Onlar bizi eski bir dostlarının lokantasına götürdüler. Hanımeli Restoran. Hakikaten muhteşem bir yer. Sahipleri Çetin Bey ve Dilek Hanım. Eşinin işi olduğu için bizi Çetin Bey karşıladı. Yöresel yemeklerin sunulduğu restoranın her köşesi özenle döşenmiş. Çetin Bey akordeon eşliğinde, Azeri lehçesiyle türküler söyledi. O kadar keyifli bir akşam ki anlatması zor. Piti (Bozbaş) inanılmaz lezzette bir yemek. Kuzu incik ile yapılıyor. Sunumu ayrı bir güzellik. Hangel, (Kars Mantısı) enfes.
Umaç Helvası (Terekeme Helvası) ile son noktayı koyuyoruz. Bir yandan müzik, diğer yandan nefis tatlar, sohbet ve hoş bir atmosfer. Çok keyifli bir gece. Artık Karslı dostlarımız var. Birlikte Kars’ı gece soluyarak epeyce yürüdük. Sokaklarda dolaşan başıboş köpeklerin sayısı oldukça fazla. Yanınıza gelip kendilerini sevdiriyorlar. Dilek Hanım, herkesin onları beslediğinden bahsediyor.

Ertesi sabah öğleye kadar Kars’ı gezip yeniden yollara düşmeyi planlıyoruz. Kahvaltıdan sonra yürüyüşümüze Çeltikov otelin tam karşısındaki “Zelihan’ın Süt Ürünleri” dükkânından başlıyoruz. Sanırım bu otelde kalan herkes burayı ziyaret ediyor. Zeliha Hanım, ürünleri hakkında açıklamalar yapıyor. Daha önce de söz ettiğim gibi Kars’a gelince peynir almadan dönmek olmaz. Peynir deyince de Malakanlar’dan söz etmeden geçmemeli.1878 yılında Çar için savaşmayı reddeden ve bu yüzden Rusya’dan sürülen, Kars’a gelip yerleşen kendi
kuralları olan bir topluluk. Kars’ın kültürel zenginliğine önemli rolleri olmuş. Malakanlar savaş karşıtı oldukları için ellerine silah almayı her zaman reddetmişler. Malakan kelimesi Rusçada “Süt içenler” anlamına
geliyormuş. Anlaşılacağı üzere Malakanlar’da süt içmek son derece önemliymiş.

Ünlü Rus yazar Lev Tolstoy da bir Malakanmış. Kars’ta Osmanlı vatandaşlığına alınan Malakanlar’ın erkek çocukları askere çağrılınca buna karşı olan topluluk bu sefer de burayı terk etmek zorunda kalmış. Böylece 1921 yılında bu topraklardan da göç etmeye başlamışlar. Amerika, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi uzak diyarlara gitmişler. Bazıları da yeniden Rusya’ya göç etmiş, sonradan Kars’a dönmek istemelerine rağmen Ruslar tarafından engellenmişler. Kars’ta halka Gravyer peyniri başta olmak üzere, birçok peynir çeşidinin
yapılışlarını öğretmişler. Halen Kars’ın İncesu köyünde bir Malakan yaşıyormuş. Peynirleri seçiyoruz, sonradan gönderiliyor. Yolculukta yanımızda dolaştırmak istemiyoruz.
Ana caddenin hafif yokuşunda Ruslardan kalma siyah taşların kullanıldığı yapılar sağlı sollu sıralanıyor. 1890 yıllarda yapılmış, şimdi restore edilmiş, sarı boyalı zarif bir bina,1886 yılından bu yana eğitim
veren İsmet Paşa İlkokulu. Okul binası önce kilise olarak yapılıyor.1920’de yatılı okula, dönüştürülüyor. Bir takım İstanbul plakalı karavanlar görünce merak ediyoruz. Meğer caddenin karşı tarafında
Kar’s otelde dizi çekimleri yapılıyormuş. Otel 1900’lerde yapılan bir Rus
binası. 2005 yılında restore edilmiş. Çok güzel bir yapı.

Kars’ta sıkça rastlanan organik çiftlik ürünleri satan mandıraları görüyoruz, bazılarının
restoranları da var. Tahtadan eşyaların yapıldığı dükkânlar çok güzel. Bunlardan İpek Hanım Çiftliği’ne oturuyoruz. Güzel ve zevkli bir mekân. Şehirden çıkmadan Kars Müzesini de görmek istedik. İki katlı çok büyük olmayan, içinde arkeolojik, etnografik eserlerin sergilendiği bir müze. Bahçedeki Ermeni, Gürcü, Müslüman ve Rus mezar taşları çok değişik. Akkoyunlulara ait koç figürlü mezar taşları, şimdiye kadar görmediğimiz eserler.

Müzeyi gezip, Kars’tan ayrıldıktan sonra halen eski adıyla kalmış ufacık
bir ilçe olan Digor’a varıyoruz. Ermenistan ile sınır ilçesi. Ağaçların
arasından ilerleyip merkeze varınca arabayı park ediyoruz. Beş Kiliseye
gitmek için yol soruyoruz ama herkes yolun çok bozuk ve zorlu olduğunu belirtiyor, vazgeçiyoruz. Çarşısında dolaştıktan sonra Özgür Kebap salonunda gezimizin en ucuz ve en lezzetli pidesini yedik. İki yapının
arasında oluşturulmuş kahve tarzı bir bahçede keyifle çay içtik. Bizden para almak istemediler. “Siz misafirsiniz hiç öyle şey olur mu?” diye de eklediler. Şaşırmadık, Doğu Anadolu halkının misafirperverliği… Buradan Azeri Köyü Halıkışla’ya doğru yol aldık. Aradan geçen Arpaçay’ın suyu Halıkışla ile Ermenistan köyü Bagaryan’ı ayırıyor.

Ağaçlar, çiçekler vesuyun her iki yanında dikenli teller. Suyun kenarında bir grup oturmuş sohbet ediyor, yiyip içiyorlar. Buralar hakkında daha fazla bilgi almak istediğimiz için yanlarına gidip konuşuyoruz. Onlar da Digorlu ama içlerinde yalnızca ikisi halen Digor’da yaşıyor. Diğerleri İstanbul’da,
İzmir’de, Ankara’da oturuyormuş. Bir düğün için memleketlerine gelmişler. Buralardan fazlasıyla Batı Anadolu’ya göç olduğunu söylüyorlar. İlle “Bizimle yiyin, misafirimiz olun.” deyince kıramıyoruz. Tam o sırada karşıda otlayan bir inek suya düşer gibi olunca heyecanlandık ama bu çok normal dediler. Hayvan dikenli telden bir açıklık bulmuş, dereye inmeye çalışıyor. Bazen otlayan hayvanlar bizim tarafa geçebiliyormuş. Eğer böyle bir durum olursa diğer taraf onu geriye gönderiyormuş. Hiç bir başka Ülkenin sınırında böyle oturmamıştım. Ne garip, değişik bir duygu. Yolda rengârenk tepeler, olağanüstü güzel. Artık Iğdır şehri sınırlarındayız.