Beste Serim Erbak :Kamondo Merdivenleri

Bugünkü gezimize Karaköy’den başladık.

Galata Köprüsünün yakınındaki semtin adının neden Karaköy olduğuna dair iki hikâyesi var;Bir tanesi Bizans zamanında burada Karay Türklerinin yaşaması, bir diğeri ise 19. yüzyılda Karaim Yahudilerin yerleşim yeri olması.Karaköy’ün her sokağında, her caddesinde tarihin muhteşemliğine şahit olmak mümkün. Gelip geçenlerin izlerini bıraktığı bir liman bölgesi burası.İlk gözümüze çarpan, Voyvoda caddesinin Karaköy meydanıyla kesiştiği köşede bulunan dört katlı Nordstern Han.1889 yılında Karaköy’de diğer birçok yapıyı da inşa ettiren Kamondo ailesi tarafından yaptırılmış. Bazı kaynaklara göre, Birinci Ulusal Mimarlık Akımı’nın önemli temsilcisi,Levanten kökenli Türk vatandaşı Mimar Giulio Mongeri’nin İstanbul’daki ilk eseri. Halen otel olarak hizmet veriyor.Bir kahve içip öyle yürüyelim düşüncesiyle, İstanbul’da fazla sayıda olan“Books & Cafe” lerden birine oturduk. Kafeyi çevreleyen kaldırım dar ama yine de dışarıya masa ve sandalyeler sıkıştırılmış. Semte gelen turistlerin uğrak yeri. Tavana kadar yükselen kitap rafları, kahve çuvalları,minik masalarıyla şirin bir mekân.
Kamondo Merdivenlerine doğru giderken, ailenin ilginç hikâyesini okuyorum. Sefarad Yahudilerinden Abraham Salomon de Kamondo ve ailesi 1798’den sonra İstanbul’a yerleşmiş. Banka ve finans işleriyle meşgul olan aile, 19. yüzyılın sonlarına doğru, işlerini daha da büyütüp,Avrupa içinde ve dışında pek çok şirketin sahibi olmuş. Yaptırdıkları çok sayıda mimari eserle İstanbul’da, Osmanlı topraklarında büyük bir ün elde etmişler. Daha sonra İstanbul’dan ayrılmak zorunda kalan Abraham Salomon Kamondo, Paris’e yerleştikten kısa bir süre içinde 1873 yılında 93 yaşında hayatını kaybetmiş. Naaşı isteği üzerine İstanbul’a getirilerek,saray bandosu eşliğinde görkemli bir törenle Hasköy’deki Yahudi Mezarlığında kendisinin inşa ettirdiği anıtmezarda toprağa verilmiş.Aynı zamanda dönemin belli başlı sanatseverleri arasında yer alan Kamondoların bağışladığı birbirinden değerli koleksiyonlar, günümüzde Paris’in başlıca müzelerini süslüyor. Bunlar arasındaki en ünlü tablo ise, Kamondo ailesinin son ferdi olan Irène Cohen d’Anvers’in 1880 yılında Renoir tarafından yapılan portresi. “Mavi Kurdeleli Küçük Kız” tablosu epeyce el değiştirdikten sonra şimdi İsviçre’de bir müzede özel koleksiyonun bir parçası olarak sergileniyor. Irène’in vefatı ise bu köklü ailenin son bulmasına neden olmuş.

Ve şimdi Kamondo Han’ın önünden geçiyoruz. Kendi bankaları (Camondo Bank) da bu Han’da bulunuyormuş. Hemen yakınında Ankara Han ise Osmanlı Levanten ailelerinden Lorando ailesi tarafından 1912 yılında yaptırılmış. Lorando ailesi uzun yıllar burada banka ve sigorta faaliyetlerini yürütmüş. Mimar Giulio Mongeri tarafından Art Nouveau tarzının kullanıldığı ilk yapı Lorando Bank Binası.Osmanlı İmparatorluğu döneminde Galata önemli finans merkezlerinden biriymiş. Günümüzde de bu özelliğini koruyor. En büyük caddenin adının Bankalar Caddesi olması da bundan. Cadde üzerinde ihtişamıyla dikkat çeken, 2011’den beri “SALT Galata ”adıyla geçen ikiz binada araştırmacıların kayıt yaptırarak kullanabildiği salon, söyleşi ve konferansların düzenlendiği Oditoryum ile sergi ve etkinlik mekânları yer alıyor. Ayrıca Osmanlı Bankası Müzesi Koleksiyonu sergisi, kafe,Kitabevi ve bir lokanta bulunuyor.Ve nihayet merdivenler… Neo-barok ve erken Art Nouveau tarzında saç örgüsü görünümünde Komando Merdivenleri döner şekilde, iki parça olarak tasarlanmış. Basamaklar kıvrım yaparak arada ve yukarıda birleşiyor. Merdivenlerin bu şekilde olmasının nedeni düşme halinde bir noktada durulabilmek.Halk arasında Âşıklar Merdiveni olarak bilinen, Karaköy Bankalar caddesiyle Galata semtlerini birbirine bağlayan Kamondo Merdivenleri inşaatı 1870’te başlamış ama ancak 1880’de tamamlanabilmiş. O dönemlerde Abraham Kamondo’nun torunları, bir üst caddedeki
okullarına gidebilmek için bayağı uzun bir mesafe yürümek zorunda kalıyorlarmış. İşte sırf onlara kolaylık olsun diye dede Kamondo bu güzel merdivenleri yaptırtmış. Görüntüsüyle herkesin ilgisini çeken merdivenler, oldukça popüler ve halen görevlerini sürdürüyorlar.Bankalar caddesinde, Salt Galata’nın yanında tarihi Türkiye İş Bankası Galata Şube Binası çok güzel bir yapı. 1905’te bu arsada iki han bulunuyormuş. Castro ve Helbig Han.1934’te Mimar Levon Nafilyan
tarafından tek bir bina olarak yeniden yapılmış ve 1953’te İş Bankası burayı satın almış. Bina Birinci Ulusal mimari akımın tüm unsurlarını barındırıyor. Altında bir tünel ve bir kuyu bulunuyor. Ona yakın eskiden Sümerbank Binası şimdi otel olarak hizmet veren yapı 1867’de Mimar Antoine Tedeshi tarafından Neo-Rönesans tarzında iş hanı olarak inşa edilmiş.

Yavaş yavaş Galata Köprüsüne doğru inerken değişik bir otel binasına bitişik tam iki caddenin köşesini kavrayan zarif mimarisiyle ile Karaköy’ün
bir başka simge yapısını görüyoruz.  Cephesinde melek heykelleri, giriş kapısının üstünde Mitolojik kahraman Minerva büstünün yer aldığı Minerva Han, 1800’lü yıllarda Mimar Vasilios Kouremenos tarafından tasarlanmış.1913’te Atina Bankası ve 1930’da Deutsche Bank’ın İstanbul şubesi burada açılmış. Şimdi Sabancı Üniversitesi’nin İletişim Merkezi olarak kullanılıyor. Yapının banka olduğu zamanlarda kasaların bulunduğu bodrum katı ise sanat galerisi olarak hizmet veriyor. Bir paralel sokağa geçerek tarihi geçmişiyle ünlü Perşembe Pazarının labirenti andıran ara sokaklarına dalıyoruz. Tarihi yapılara yerleşmiş,dükkânların dış duvarlarına asılmış rengârenk minik tabelalarını takip etmek insanın başını döndürüyor. Karaköy ile Azapkapı arasında yer alan adı “Pazar” ama meyve sebze satıcıları yerine her türlü makine,cıvata, plastik, boya, gemi malzemeleri satılığı bir yer. En ucuzundan en pahalısına kadar Hırdavatçılar cenneti. Burası Arap Camii Mahallesi diye geçiyor.1453-81 yılları arasında tamamlanan Fatih ya da Galata bedesteni dev ağaçların bulunduğu yolun yanı başında. İçindeki dükkânlar halen faaliyet gösteriyor. Hemen dibine bitişik bir cıvata dükkânı göze çarpıyor. Fatih Sultan Mehmet vakfı tarafından, Ayasofya Vakfı’na gelir getirmesi amacıyla XV. yüzyılın ikinci yarısında yaptırılmış. Mermer küçük bir yazı bedestenin kapılarından birine yerleştirilmiş. Yapı kırmızı tuğlalı duvarlarının arasından otların fışkırdığı, yeşil sarmaşıkların sardığı, restore edilmeyi bekleyen bir tarih.Biraz daha ilerleyince buralara adını veren, İstanbul’un fetihten önce tek gotik kilisesi, Arap Camii (San Paola Kilisesi),bir ara sokakta kare şeklinde, yüksek sivri külahlı çan kulesi ile karşımıza çıkıyor. 1323-1337 yılları arasında; Dominik keşişler tarafından eski St. Paul Kilisesi’nin olduğu yere yapılmış ve daha sonra Cenevizliler tarafından da kullanılmış. İstanbul’un kiliseden çevrilen ilk ve en büyük camisi. Halen hizmet veriyor. İçinden çıkartılan Ceneviz mezar taşları İstanbul Arkeoloji müzesinde sergileniyor.Fatih Sultan Mehmet, fetihten yirmi yıl sonra, İspanyol engizisyonundan kaçan Endülüs Araplarının bir kısmını, çevredeki mahallelere yerleştirince cami Arap Camii olarak adlandırılmış.

İstanbul deyince, üzerinde seyyar satıcılar, parmaklıklara dayanmış balık tutanlar, yaya ya da arabalarla geçen kalabalık, altındaki kafelerde,lokantalarda keyif sürenler ile hemen gözümüzün önünde canlanıveren Galata Köprüsünden karşı tarafa geçeceğiz. Bu geçiş ancak yürüyerek yapıldığında şahit olunan eşsiz manzaralar akıllarda kalır. Karaköy ile Eminönü arasındaki iki yakayı birleştiren Haliç üzerindeki köprünün oldukça uzun bir serüveni var. İlk köprü, Sultan Abdülmecid tarafından 1845’te ahşap olarak inşa edilmiş ve geçenlerden ücret alınıyormuş. 18 yıl hizmet verdikten sonra eskimiş ve yenilenmiş. İkinci köprü Kaptan-ı
Derya Ateş Mehmed Paşa tarafından Tersane ’de, yine ahşap olarak inşa ettirilmiş ama bu yeni köprü de ancak 14 yıl dayanabilmiş. Üçüncü Galata Köprüsü̈ ise 1877’de demirden yapılmış. Dördüncü petek parmaklıklı köprü 1912’de açılmış.1930’da ücretli geçiş sona ermiş. İstanbul’un en uzun süre kullanılan köprüsü̈ olarak tarihe geçen Galata Köprüsü̈, 1992’de çıkan bir yangından sonra kullanılamaz duruma gelince beşinci köprünün yapılması gündeme gelmiş. Bu son köprünün üzerinden yine yayalar, seyyar satıcılar, araçlar ve tramvay geçmekte.Köprünün tarzında bir değişiklik olmamış. Altında yine balık lokantaları,özellikle balık-ekmek satan yerler, kafeler bulunuyor. Yüksek gemilerin geçebilmesi için belli saatlerde açılıyor.Vapur düdükleri, teknelerin motor sesleri, martıların çığlıkları eşliğinde yürürken bir tarafta Galata kulesi diğer tarafta görkemli Süleymaniye Camisinin görüntüsü karşısında büyülenip bu eşsiz güzelliğin tadını çıkarıyoruz. Manzaraya karşı poz veren turistler, koşuşturan halk, balık tutanlar, bir şeyler satmaya çalışan seyyar satıcılar bu tarihi köprünün vazgeçilmez sesleri.Artık karşı tarafı geçiyoruz. Osmanlı döneminde çarşıdaki esnafın denetimi “Emin” diye adlandırılan görevliler tarafından yapılırmış. Semt,adını burada bulunan Gümrük Eminliğinden alıyor; Eminönü. Buradan tramvay ile Sultanahmet meydanına gidiyoruz.

İlk rastladığımız eser At Meydanı’ndaki Firuz Ağa Camii. Tek kubbeli cami 1490-91 yılında Sultan II. Bayezid’in baş hazinedarı Fîruz Ağa tarafından inşa ettirilmiş. Özelliği ise İstanbul’un fethinden sonra Türk mimarisine uygun yaptırılan ilk camilerden biri olması.Öğlen yemeğimizi yemek için İstanbul’a her geldiğimizde uğradığımız 1920 yılından beri 4 kuşaktır hizmet veren Sultanahmet Köftecisinin upuzun kuyruğuna giriyoruz. Muhteşem bir sistemle çalışıyorlar. Çıkan her kişinin yerine biri alınıyor. İçeride sizi bir tarih karşılıyor. Duvarlardaki eski fotoğraflar, tahta küçük masalar ve hiç değişmeyen lezzet, köfte,
piyaz ve yoğurt. Şimdi sırada Yerebatan sarayı var. Oraya doğru yönelince yolda sütuna benzer dikili bir taşa rastlıyoruz. Taş pek önemli değil gibi gözükse de çok farklı bir tarihi değere sahip. Milyon Taşı denilen taşın IV. yüzyılda Roma İmparatoru I. Konstantin tarafından dikildiği düşünülüyor. Burası o zamanlar İstanbul’a ulaşan Antik Roma yollarının başlangıç noktası ve dünyadaki diğer şehirlerin İstanbul’a olan uzaklıklarının hesaplanmasında kullanılan sıfır noktası kabul ediliyormuş. 1884 yılına kadar bu şekilde devam etmiş ancak daha sonra başlangıç meridyeninin konumu İstanbul’dan Greenwich’e taşınmış.Milyon Taşının hemen yakınında Ayasofya su terazisine yaslanmış, Hacı Beşir Ağa Çeşmesi 1744’te yapılmış. Şehirde bu kadar suya ulaşmak için inşa edilen yapılar olması bu sistemin bir parçası olan suyolları üzerindeki, su terazilerinin de varlığına neden olmuş. Zamanında bu terazilerin sayısı oldukça fazlaymış ama şimdi çoğu kalmamış. Bunlar genelde kare kesitli yukarıya doğru incelen baca şeklindeki kuleler.Kulenin en üstünde çatı ile kaplı, sandık denilen bir havuz bulunuyor.
Sandığın içindeki su seviyesi ile künklerdeki su basıncı ayarlanıyor,ölçüm yapılarak su dağıtılıyor, künkler içinde yığılan hava birikimi önleniyor.