Sabah her zaman olduğu gibi erken saatte yola koyulduk. Önce Urban Market’te durup su ve atıştırmalık bir şeyler aldık. İkinci durağımız “Moulin d’Or” unlu mamul zincirlerinden biri. Yanımıza atıştırmalık bir şeyler alarak güne başladık.
Bugün, Beyrut’un 18 km kuzeyinde, üst bölümü 1958’de, alt bölümü ise 1836’da Amerikalı Rahip William Thomson tarafından keşfedilen birbirine bağlı karstik mağaralar Jeita’ya göreceğiz. Ağaçlarla kaplı Lübnan dağlarının güzel manzaraları arasında süzülüyoruz. Ülkenin doğa harikası güzelliklerinden birini göreceğimiz için heyecanlıyız.UNESCO dünyanın 7 harikası listesine aday Jeita mağaraları tarih öncesi çağlardan beri yerleşim yeri olarak kullanılmış. Nahr el-Kalb nehri vadisine bakan yol kenarında duruyoruz. Büyüleyici bir manzara. Çok sayıda yapılan keşif gezileri, toplam uzunluğu neredeyse 9 km olan büyük bir yeraltı sistemini ortaya çıkarmış. Ama yalnızca az bir bölümü gezilebiliyor. Mağaralar 1978'de, Lübnan İç Savaşı sırasında kapatılmış, Alt ve üst galerilere açılan iki tünel mühimmat deposu olarak, askeri amaçlarla kullanılmış. Ancak 1995 yılında yeniden ziyarete açılabilmişler. Girişte büyük bir park alanı yapılmış. Bilet aldıktan sonra rehberimiz ile çıkışta buluşmak üzere sözleştik. Biraz yokuş yukarı tırmanmak gerekiyor.
Bunun için turistik mini bir trene atlayıp üstteki mağara kapısına kadar gidiyoruz. Teleferik de varmış ama çalışmadığı için binemedik. Mağaraya girildiğinde hissedilen, derin sakinlik, kireçtaşı kayalara çarpan su damlalarının olağanüstü ritmi, insanı başka diyarlara götürüyor, sanki zaman duruyor. Sıcaklık 16 °C, yani serin. Heykele benzeyen muhteşem kireç taşı oluşumları, sarkıt ve dikitler, sütunlar, damlayan suyun şıpırtıları eşliğinde yürüyüş yolunu izleyerek gidiyoruz. Özellikle üç galeri dikkat çekiyor. Mağaranın en şaşırtıcı oluşumlarını barındıran “Beyaz Oda”, adını demir oksitten alan kırmızımsı renkte
“Kırmızı Oda” ve en büyüğü, 120 metre yüksekliğe sahip son oda. Mağara, yüksekliği 8,2 metreyi bulan dünyanın en büyük sarkıtlarına da sahip. Aydınlatma, buraya daha da gizemli bir atmosfer katıyor, sanki bir film setindeyiz. Mantara benzeyen kayaların 26 metreye ulaşan boyları ayrı bir güzellik. Fotoğraf çekmek yasak ama biz bir görevliden izin istiyoruz. Tekrar mini tren ile aşağıya iniyoruz. Bahçede Yunan mitolojisini temsil eden heykeller var. Bunlardan en büyüğü, Antik Yunan tanrısı “Zaman Bekçisi” Kronos. “Kronometre” sözcüğün onun adından geldiği düşünülüyor. Devasa heykel alt mağaranın girişine yerleşmiş.
Kronos Yunan Mitolojisinde Gökyüzü tanrısı Uranos ile yeryüzü tanrıçası Gaia’nın en küçük oğlu. Bir Titan (Dev) olan Kronos, Roma mitolojisinde
Satürn adıyla biliniyor. Aşağıdaki mağara beklentimizin çok üstünde. İçindeki yer altı nehrinde tekne ile kısa bir yolculuk yapıyoruz. Devasa pembe taş çiçeklere ve 10.000 yıldan daha eski sarkıtlara hayran kalıyoruz. Suyun maviliği, turkuaz rengi etraftaki oluşumlar, inanılmaz. Sanki cennette bir yolculuk.
“Rüyada mıyız?” acaba diye düşünüyoruz. Tarifi imkânsız güzellik karşısında duyguları ifade etmekte sözcüklerin anlamı yetersiz kalıyor. İzin alıp çektiğimiz fotoğraflar bu büyülü ortamı hafızamıza kazıyor. Nehir kenarındaki parkta biraz dolaştık. Heykeller ve çiçekler arasında.Doğa harika. Eğer burayı görmeden Lübnan’dan ayrılmış olsam çok üzülürdüm. Uzun süre etkisinden kurtulamadım. Artık Lübnan dağının, Harissa’sı bizi bekler. Harissa, Beyrut'un kuzeyinde
bulunan bir dağ köyü. Oraya varmadan önce dağ eteğine kurulu, büyükçe bir koyda, geçmişte küçük bir köy iken iç savaş sırasında Beyrut’tan kaçan Hristiyanların yerleşmesiyle hızla büyüyen, Jounieh bizi karşılıyor.
Buradan teleferiğe binerek, tepeye Harissa’ya çıkıyoruz. Burası ,denizden 660 metre yükseklikteki tepede, 15 ton ağırlığı, 8,5 metre uzunluğu ile bronz, beyaz renkte kollarını iki yana açmış Meryem Ana heykeli(Our Lady of Lebanon/Notre Dame du Liban) ile tanınıyor. Teleferik binaların arasından sanki kendine yol açmak istermişçesine tırmanıyor. Odasında oturan çocuk, yemek pişiren Hanım, apartmanların arasından geçiyoruz. Bu durum oldukça şaşırtıcı. Teleferikten indikten sonra biraz daha çıkacağımız için bir Fünikülere daha, biniyoruz. Vardığımız nokta Hıristiyanlar arasında dini önemi büyük bu ibadet alanı, muazzam bir panoramaya sahip. Heykelin etrafına dolanan ağaçlı dairesel meydanda aşağıyı kuşbakışı seyretmek çok hoş. Ziyaretçiler arasında dolaşan rahipler, en ufacık bir gürültü, yüksek sesli bir konuşma duyunca uyarıyorlar. Heykelin alt tarafındaki merdivenli yüksek kaidenin zemininde küçük bir şapel bulunuyor. Şapelin yanından kaidenin üzerine tırmanan sarmal merdivenler güzel bir görüntü oluşturmuş. Yan taraftaki kiliseFenikelilerin gemisine benzer şekilde inşa edilmiş. Bahçede modern tarzda yapılmış bazı küçük kiliseler yer alıyor. Bir zamanlar Lübnan'ın bir ülke değil, bir mesaj olduğunu ilan eden Polonyalı papa John Paul II burayı ziyaret etmiş. Girişte onun adına bir anıt yapılmış.
Aşağıya inip, Byblos’a doğru yol alıyoruz. Bayrağında da sembolü bulunan, kâğıt yapımında kullanılan en değerli ağaçlardan biri olan Sedir Ağacının vatanı Lübnan. Ben de bir fide almak istedim. Şoförümüz yol kenarında bir çiçekçiye götürdü. Bizimde bu ulu ağaçla ilgili bir anımız oldu. Aldığımız fidan ufak bir macera ile İzmir’e geldi ve Lübnan’ı hatırlatan ağaç bahçedeki yerini aldı. Byblos, Unesco Dünya Kültür Mirasları listesine girmiş eski bir Fenike liman kenti. Aşağı yukarı 7000 yıllık geçmişi barındıran bir sahil şehri. Her dönem önemli bir ticaret merkezi olma görevini üstlenmiş. Byblos’un diğer bir önemli özelliği de bugün kullandığımız Latin alfabesinin temelini oluşturduğuna inanılan Fenike alfabesinin kullandığı yer olması. Bizim minik, şirin sahil kasabalarına benzer bir görünümü var. Hemen girişte Osmanlılar döneminden kalma çarşıyı görüyoruz. İlk gözümüze çarpan BillyBoyz restoranda yemeğimizi yedikten sonra başlıyoruz dolaşmaya. Dar sokaklar taştan kemerlerle birbirine bağlanmış. Sağlı sollu minik dükkânlarda hediyelik eşyalar satılıyor. Çarşının sonunda, denize hâkim tarihi Crusader kalesine varıyoruz. “Dünyanın en eski liman kenti Byblos “yazan bir afiş dikkatimizi çekiyor.
Kale haçlılar döneminden, Tapınak Şövalyelerinden kalma. Oldukça iyi korunmuş. Kalenin asıl özelliği, uzun süreli olarak insanların yerleştiği bir höyük üzerinde kurulmuş olması. Burada kazılar halen devam ediyor ve bulunan eserler Beyrut Arkeoloji Müzesinde sergileniyor. Kaleyi de içine alan bölge sit alanı olarak ilan edilmiş. Bir Roma Amfi tiyatrosuna oturmuş öğrencilere, öğretmenleri etkinlikler yaptırıyor. Sütunlar, dikilitaş tapınağı kalıntıları ve en güzeli de aşağıdaki limanı seyreden harika manzara. Ayrıca tepede tahtalardan Fenike alfabesini gösteren güzel bir düzenek yapılmış. Kalenin içinde Osmanlı Paşasının konağı olarak bilinen 2 katlı bir bina yer alıyor. Yanında kral mezarları var. Mezarların bazıları yaklaşık 20
metre derinliğe ulaşıyor. Memluk döneminden kalma, Byblos Kalesi'nin hemen yanında konumlanan cami göz alıcı mavi kubbesi ile pek hoş gözüküyor. Byblos’u daha fazla gezmeli, keyfini çıkarmalıyız ama ne yazık ki bu gece dönüş uçağımız var. Trafik felaket. Bir saatten fazla bir zamanda Beyrut’a dönüyoruz. Dönüşte havaalanında İzmir’e turist olarak gelen bir anne ve kızıyla sohbet ediyoruz. Onlar da Byblos’ta oturuyorlarmış. Genç kız Türk dizilerini izleyerek Türkçe öğrenmiş, şaşırıyoruz. Biz de onları ertesi gün İzmir’de Sığacık’a götürüp gezdiriyoruz. Josee çok sevimli cana yakın bir genç. Böylece annesi Gretta ve onunla uzun sürecek bir dostluk başlıyor.Lübnan çok değişik ve güzel bir ülke. Onunla ilgili değerli anılar biriktirdik.