Beste Serim Erbak: Orta Doğu’nun Güzel Ülkesi Lübnan 3 hardal renkli Beyt Beyrut‎ بلد جميل في الشرق الأوسط ، لبنان مدينة متعبة ، بيروت

Orta Doğu’nun Güzel Ülkesi, Lübnan 3 بلد جميل في الشرق الأوسط ، لبنان مدينة متعبة ، بيروت Sarı, hardal renkli, Beyt BeyrutSedir ağaçlarının ülkesi Lübnan’da yeni bir güne daha başladık.

Bugün Beyrut’ta gezemediğimiz yerleri tamamlamak istiyoruz. Elektrik olmadığı için daha önce göremediğimiz, Mazra semtindeki, Lübnan iç savaşı sırasında, eski Yeşil Hat üzerinde kalan Beyrut Ulusal Müzesi’ne gidiyoruz. Savaş sırasında fazlasıyla zarar görmüş ama ayakta kalmayı başarabilmiş nadir yapılardan biri. 1942’de açılan müze ünlü Lübnan kehribar kalkerinden inşa edilmiş devasa bir bina. 100 binden fazla obje ve 1300’den fazla eserin sergilendiği muhteşem bir Arkeoloji müzesi.

Dünyanın en eski yazılarından biri olarak kabul edilen Fenike dilinde yazılmış, MÖ XIII. yüzyıla ait, Biblos Kralı Ahiram’ın sandukası, Biblos’ taki Dikilitaş Tapınağı yakınlarında yapılan kazılardan çıkartılan ünlü Fenike bronz heykelleri, bir dizi insan yüzlü Fenike lahitleri, fresklerin
bulunduğu bir Roma mezarı. Müzenin üst katında, Lübnan tarihini adım adım izlemek mümkün. Bronz Çağı eserleri koleksiyonu, ünlü Biblos heykelcikleri, kraliyet ailesine ait altın kasalar, altın pektoraller ve kraliçelerin makyaj kutuları inanılmaz.

Bu katta ayrıca Roma dönemine ait mermer heykeller ve bir Fenike cam koleksiyonu da bulunuyor. İç savaşın verdiği zararla yangın ve sulardan etkilenen neredeyse tanınmaz hale gelen küçük nesneler bir camekân içinde sergileniyor. Hiç böyle bir şey görmemiştim. Müzenin zemin katında, Bizans mozaikleri, II. yüzyıldan kalma oyma lahitler mükemmel. Bu kattaki Fenikeli tombik erkek bebek heykelleri de gerçekten sevimli. Bodrum katında; insan yüzlü lahit koleksiyonu, duvar resimleri ve II. yüzyıldan kalma bir toplu mezar örneği görülüyor. Çok daha eski Kalkolitik çanak çömlek mezarları da ilginç. Bu bölümde; mumyalanmış iki ceset ve mükemmel şekilde korunmuş giysileri ile özel bir odada sergileniyor. Girişte sol tarafta, müzedeki eserlerin küçük kopyalarının ve Lübnan’a ait hatıralık eşyaların satıldığı bir mağaza bulunuyor.

Şimdi sırada Beit Beyrut var.1932’de kumtaşından inşa edilen, konak: “Sarı ev”. Bu güzel bina savaştan sonra diğer birçokları gibi harabeye dönmüş. Savaş sırasında keskin nişancıların üssü olarak kullanılmış, tüm duvarlar kurşun izleriyle delik deşik. Lübnan iç savaşının sembolü haline gelen bina, şimdilerde şehrin yaşadığı ıstıraplı tarihi anlatan bir hafıza müzesi olarak geziliyor. Lübnan iç savaşı, evin sahibi, Nicolas ve Victoria Barakat’ın kızlarının bekârlığa veda partisi sırasında, bir otobüste 27 Filistinlinin öldürülmesiyle tetiklenmiş. Düğün günü ise tam olarak 14 Nisan 1975’te fiilen başlayan Lübnan İç Savaşı’nın ilk gününe denk gelmiş. Konak, konumu itibarıyla doğudaki Hıristiyanları, batıdaki Müslümanlardan ayıran noktada bulunuyor. Yapı, mimarisi elverişli olduğu için keskin nişancıların tabyası olarak kullanılmış. O sıralarda ölüm makinasına dönüşen ev, zamanının en modern, en güzel evlerinden biriymiş.

Mimarlar, Youssef Aftimos ve Fouad Kozah tarafından tasarlanan ve yıllar içerisinde tamamlanan bina taş oymacılığından beton sütunlara, ince ferforje tırabzanlara kadar her türlü mimari unsurun ustaca kullanıldığı bir mekânmış. Savaştan sonra Barakat ailesi mülkü satmayı planlamış. Ama Lübnanlı mimar, aktivist Mona El Hallak önderliğinde, binanın kamulaştırılması mülkün korunması için verilen uzun ve büyük mücadelenin zaferle sonuçlanması bu kararı değiştirmiş. Konaktan arta kalan sayısız kişisel belge, yazışma, fotoğraf negatifleri, eşyalar, ne varsa toplanmış, yaşanmışlıklar göz önünde bulundurularak, yok olmanın nasıl büyük bir acıya dönüştüğünün en ince noktasına kadar vurgulandığı sıra dışı bir müze ve sanat galerisi olarak 2017’de ziyarete açılmış. Burayı gezerken yapılan canlandırmalar, sesler o kadar hüzünlü ki, gözyaşlarını tutmak imkânsız. Giriş katındaki fotoğrafçı dükkânı, insanı nerelere götürüyor. Yağmur gibi yağan kurşunlar bile çekilen fotoğrafların negatifleri yok edememiş. İçerde asılı tüm fotoğraflar onlardan elde edilmiş.

Kahkaha atan, eğlenen, mutlu insanlar. Yine zemin kattaki kuaför salonunun camında 1961 “Salon Ephrem.”yazıyor. 60’ların saç kurutma makinaları, bekleme koltukları, tam bir film karesi. Beni en çok etkileyen sahne ise 2.katta rastladığım zarif yaşlı bir bayanın gözlerinden dökülen yaşlar. Kendisiyle yaptığım sohbet sonucu öğrendim ki; hemen arka konakta oturuyormuş. Burada yaşayanlar ile uzun yıllar komşuluk yapmış. Sıklıkla evi ziyaret edip o eski zamanları yâd ediyormuş. “Bu çokbüyük acı, tarifi imkânsız” diye biten cümleler, duvarlardaki kurşundelikleri, dökülmüş sıvalar, fayanslar, mutfakta yanık yanık çalan,
sözlerinden hüzün akan müzik, içerdeki atmosfer karşısında etkilenmemek mümkün değil. Ne fena bu savaş denilen olgu. Her şeyi silip geçiyor, geride kalan ise sadece yıkılmış, mahvolmuş, bitmişyaşamlar.

Beyrut’u gezerken sıkça görülen manzara, terk edilmiş, üzerleri kurşun delikleriyle kaplı, yıkık dökük, pencereleri kalın naylonlarla örtülmüş, apartmanlar, bu yapıların hemen yanı başlarında inşa edilmiş modern binalar. Caddelerde yürürken bizim Türk firmalarından bazılarının reklamlarına rastlıyoruz. Bir şeyler yiyip içmek için bahçesine oturduğumuz Shakespeare Kafe restoran pek renkli. Boyanmış eski mobilyalarıyla değişik bir dekoru var.

Tekrar şehitler meydanına doğru yürüyoruz. Buranın hemen arkasında başka bir meydan, Nejmeh, Place d’Etoile (Yıldız Meydanı) bulunuyor. Binalar son derece güzel yapılmış. Savaş sırasında yerle bir olan yapıların tümü eskiye uygun olarak yeniden inşa edilmiş. Girişte askeri bariyerler bulunuyor. Turist olduğumuzu anlayınca gezmemizde bir sakınca görmüyorlar. İçeriye araç alınmıyor. Hıristiyan bölgesinde bulunan bu meydanda, Lübnan Parlamento Binası, tarihi Roma kalıntıları, Başbakanlık Sarayı, Kilise ve Saat kulesi yer alıyor. Tepeden bakıldığında kule merkez alınarak yıldız şeklinde planlanmış bir meydan. Adını da buradan almış. 1897’de Osmanlılar tarafından yaptırılan Saat Kulesi tüm heybetiyle yükseliyor. Kulenin dört bir yüzünde, Amerika’da yaşayan Lübnanlı milyarder, Michel Abed tarafından şehre hediye edilen Rolex marka saatler dikkat çekici. Boş mağazalar, kafeler, ışıldamayan binalar artık burada yaşamın olmadığının işareti. Liman patlamasından ardından bir takım başka patlamalar da olunca, buradaki devlet binalarının geleceğinden endişe edip meydanı ve çevresini kapatmışlar. Bir zamanlar Beyrut’un lüks, Fransız mimarisi ile inşa edilmiş, ferforje minik balkonlarıyla, sarı yüzlü apartmanların bulunduğu yer, artık ölü bir bölgeye dönüşmüş. Güvercinler de olmasa “Hayalet Meydan” diyebiliriz.

Saat kulesinin karşısında yer alan, XIV. yüzyılda yapılmış, Beyrut’un en eski kilisesi, çeşitli depremler ve savaştan zarar görerek,1772’de restore edilmiş, St. George Rum- Ortodoks Katedrali, gerek mimarisi, gerekse mistik havası ile insanı etkiliyor. Ortodoks Başpiskoposluğunun merkezi olan katedral önemli bir görev üstlenmiş. İç savaştan sonra yıkılan yapıt son olarak 2003’te onarılmış. Bizi, bir din görevlisi gezdiriyor. İstersek bodrum katta bulunan müzeyi de bir ücret karşılığında gezdirebileceğini söyleyince hemen kabul ediyoruz. Muhteşem katedralden daha ilginç bir müze ile karşılaşıyoruz. Beyrut tarih boyunca 7 kez yıkılıp, yeniden doğmuş bir şehir. İşte, müzede rahatlıkla, bu yaşam katmanlarını görebiliyorsunuz. Beyrut’un erken tarihi. Çok ilginç. Yok, oluş ve yeniden diriliş gözünüzün önünde canlanıyor. İnanılmaz etkili. Katedralden çıktıktan sonra başınızı kaldırdığınızda tepesinde aslan heykelinin bulunduğu Art Deco tarzında yapılmış bir köşe bina dikkat çekiyor. Ünlü İtalyan Sigorta şirketi Assicurazioni Generali’nin binası. Caddeye çıkmak üzere yürüyünce solda Antik dönemden kalma Roma harabelerine rastlıyoruz. 1884-1894 yılları arasında inşa edilmiş George Marunî Katolik Kilisesi, Mohammed el Âmin Cami’nin yanı başında.
Meydana yakın Saifi Köyü’ne yürüyoruz. Adı köy ama burası şehrin en ünlü, en lüks semti. Fransız sömürge döneminden kalma binalar, sanat galerileri, antika dükkânları, restoranlar bulunuyor. Parkta düğün fotoğraflarını çektiren bir çifte rastladık. Artık akşam yemeği için Kornişe iniyoruz. Manara Restoran, deniz kenarında daha çok yerel halkın geldiği, nargilelerin tüttürüldüğü, Lübnan mutfağının güzel tatlarını tattığımız bir yer. Yemek eşliğinde keyifli bir Akdeniz akşamı, tüm yorgunluğumuzu silip götürüyor.