Beste Serim Erbak: Orta Doğu’nun Güzel Ülkesi Lübnan Yorgun şehir Beyrut ب’لد جميل في الشرق الأوسط ، لبنان مدينة متعبة ، بيروت‎

Lübnan, konumu açısından Orta Doğu’nun stratejik bir noktasında yer alıyor. Akdeniz’e doğru uzanan doğu ve batı Beyrut tepelerinin oluşturduğu bir yarımadanın üzerinde, denize paralel Lübnan ve Antilübnan dağlarıyla çevrili. Başkent Beyrut, 50’li ve 60’lı yıllarda Orta Doğu’nun Paris’i olarak biliniyormuş. Biri Beyrut’a gitmişse gördüklerini, yaşadıklarını; Şöyle kafelerde oturduk, böyle mağazalarda alışveriş yaptık, diye ballandıra ballandıra anlatırmış. O zamanlar en güzel kumaşlar, en güzel giysiler, en güzel eşyalar oradan alınırmış. Denilebilirki; o yıllarda Beyrut altın çağını yaşıyormuş…

Aslında Lübnan öyle büyük bir ülke değil ama Orta Doğu’nun kalbi olarak kabul ediliyor. İsrail, Suriye ve Akdeniz’de Kıbrıs ile komşu. 10.000 km² civarındaki yüzölçümü ve günümüzde 6 milyona vardığı söylenen nüfusu ile Akdeniz kıyısına konumlanmış bir devlet. Lübnan’da en son yapılan resmi nüfus sayım tarihi 1932. Lübnan Orta Doğu ülkelerinde süren karmaşanın, fokurdayan kazanın tam da ortasında bulunuyor. En son olarak 2020’nin 4 Ağustos’unda Beyrut limanında 200 kişinin hayatını kaybettiği, 5 binden fazla insanın yaralandığı,300 bini aşkın kişinin yerinden yurdundan olduğu şiddetli patlama bu güzel şehri bir kez daha sarsmış. Tarihi M.Ö 2000 yıllarına kadar uzanan bu topraklar başta Fenikeliler olmak üzere, Asurlular, Bâbiller, Persler gibi birçok kavim ve devletin egemenliği altında yaşamış, çeşitli medeniyetlere ev sahipliği yapmış. Sırasıyla Roma İmparatorluğu, Bizans ve 400 yıl boyunca Osmanlı’nın hâkimiyetinde kalmış. Beyrut limanı, Osmanlı Devleti’nin en önemli limanlarından biriymiş. Ünlü seyyah Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde Beyrut’un, Sayda eyaletinin bir sancak olduğunu ve 600 köy ile sekiz nahiyesinin bulunduğunu anlatıyor. Ayrıca Beyrut Kalesinin içersinde 2600 evin yer aldığını yazıyor.Osmanlı imparatorluğunun 1918’de Mondros anlaşması ile bölgeden çekilmesinin ardından Fransız mandası olan Lübnan’a, Fransızlardan başka İsviçreliler, Almanlar, İngilizler ve Ruslar yerleşmiş.

Her ne kadar, Ülke1943’de bağımsızlığını ilan etmiş olsa da mezhepsel, siyasal ve dinsel anlamda heterojen olmayan yapısı nedeniyle tarih boyunca çok sorunlar yaşamış. Günümüzde Lübnan’ında Cumhurbaşkanı, mutlaka Marunî Hristiyan, başbakan Sünni Müslüman ve meclis başkanı ise Şii Müslüman olmak zorunda. Bu üç kişi anlaşmadan ülkede hiçbir şey yapılamıyor. Yönetim kadroları Hristiyanlar, Marunîler Ortodokslar Yahudiler (1920’li yıllarda), Katolikler, Ermeniler, Şiiler, Sünniler ve Dürzilerden oluşuyor. Ne yazık ki bu karmaşık yapı Lübnan’da uzun süren iç çatışmaların ve komşu ülkelerin sürekli müdahalelerinin başlıca nedeni olmuş. 1948’de Ülkenin kaderi bitişiğinde İsrail devletinin kurulmasıyla yeni bir boyuta taşınmış.Topraklarından edilen binlerce Filistinlinin büyük bir kısmı Lübnan’a göç etmiş.

1975’te başlayan iç savaş 1990’ların başına kadar sürmüş. Çatışmalar, 150 bin kişinin hayatını kaybetmesi, bir milyon kişinin yaralanması, 350 bin kişinin ülke içinde yer değiştirmesi ve neredeyse bir milyon kişinin ülkeden kaçmasıyla sonuçlanmış. Maalesef Lübnanyönetim bakımından hala bir istikrar gösteremiyor. Halka sorarsanız bizi kimse yönetmiyor diyorlar. Bu ay Cumhurbaşkanı Michel Aoun’un görevi sona ermiş. Yıl 2022. Anlaşılan bu güzel ülkeye bir türlü rahat yüzü yok.Efsane Lübnanlı şarkıcı Feyruz’un Beyrut için söylediği yanık dizeler sanki bu duruma sonsuza dek tanıklık edecekler gibi.Li Beyrut “Yüreğimden selam olsun Beyrut’a” Lübnan’a seyahat etmeye karar verince, Fransa’da bir tiyatro festivalinde tanıştığım Beyrutlu arkadaşlarım Micheline ve Luciana’ya ülkeleri hakkında birçok soru sordum. Çok üzücü bir durum ama onlar da artık ülkelerinde yaşamıyorlar. Gezimizi oldukça kolaylaştıran değerli bilgiler verdiler.

25 Ekim akşamı, saat 10.00’da Sun Express uçuşuyla Lübnan’a gitmek üzere biletimizi aldık. Bu havayolu şirketinin İzmir’den yurtdışına direk uçuşlar yapması, İstanbul aktarmalarından yorulan İzmirli seyahat severler için tam bir fırsat oldu. Eşimin yeşil pasaport süresinin dolduğunu son anda fark edince yenisi için müracaat etmek istedik. Ama bu aralar yaşanan zorluk “Çip krizi” yüzünden yeni pasaport gelmesinin bir hayli uzun zaman alacağını öğrenince, sadece süreyi uzatmakla yetindik. Maalesef bunun başımıza neler açabileceğini ön göremedik. Sun Express, eşimi uçağa bindirmek istemedi. Lübnan’ın bu uzatmayı kabul edip etmediğini bilmedikleri için, yetkililere faks çektiler, hiçbir yanıtgelmeyince “Üzgünüz ama sizi uçuramayız” diye açıklamada bulundular. Bana “Siz uçun, eşiniz kalsın” deyip durdular. Nihayet uçağın kalkmasına çok az bir süre kala, binmemize karar verildi. Korkunç bir stres yaşadık. Oysaki Lübnan’a indiğimizde, beklediğimiz uzun bir kuyruk dışında, pasaport polisi bir yüzümüze, bir pasaporta baktı, damgaladı ve geçtik. Böylece rahat bir nefes almak ancak, günün sonunda, bir buçuk saatlik bir uçuşun ardından Beyrut Refik Hariri Uluslararası Havalimanında olabildi.

Firavunlar döneminden beri yerleşim yeri olan kadim şehir Beyrut, Akdeniz kıyısında, ticaret, ulaşım, kültür ve finans açısından her dönem önemini korumuş bir şehir. Modern, aydınlık, Beyrut fotoğraflarıyla süslü havalimanından gece yarısı, bir taksi ile otelimize vardık. Orient Queen Homes Otel, Amerikan Üniversitesine, meşhur El Hamra semtine yakın, John Kennedy caddesinde. Gecenin bu saatinde güler yüzlü bir karşılama ve güzel bir oda bizi rahatlattı. Ertesi sabah, otelin teras katında, rengârenk saksı çiçeklerinin arasında deniz manzaralı güzel bir kahvaltı yaptık. Soğuk değil ama arada bir Akdeniz’in ılık esintisi yüzümüzü okşuyor. Hafif bir yağmur çiseliyor. Masmavi gökyüzü, tertemiz bir hava. Kahvaltıda sarımsak, limon zeytinyağı ile ağır ateşte pişirilmiş bakladan yapılan Foul, leziz zeytin,omlet ve ince ekmek pek hoşumuza gitti. Lübnan enfes zeytinyağlarıyla tanınıyor. Tüm gezi boyunca midemizin hiç bozulmaması bunun en güzel kanıtı. Çevreye şöyle bir baktığımızda, yeşillikler içinde eski İstanbul evlerine benzer, birbirinden farklı mimariyle yapılmış ancak fazlasıyla yıpranmış,70’li yıllardan kalma, geniş balkonlu apartmanlar göze çarpıyor. Belli ki zamanının oldukça modern binalarıymış. Fazla yer olmadığından olabilir, sanki birbirinin üstüne yapılmışlar gibi, denize dik inen yamaca sıkışmışlar. Balkonların çoğundaki kalın perdeler hafif bir rüzgârda uçuşuyor. Bu arada sarımtırak, kahverengi kepenkli bir apartmanın en üst katında, iki büklüm yaşlı bir bey, balkondaki kedi evinin önünde, kedilerini seviyor, sırayla okşayıp karınlarını doyuruyor. O kadar güzel sahneler ki uzunca bir süre izlemekten kendimizi alamadık.

Kahvaltı yaparken, şuraya nasıl gidilir, burası ne tarafta diye sorunca orada oturan bir bey rehber olduğunu istersek bize Lübnan’ı gezdirebileceğini söyleyince, al takke ver külah, sıkı bir pazarlık sonunda Bay Abou Ayman ile üç günlük bir anlaşma yaptık. Bugün şehri kendimiz gezeceğiz. Yarın sabah erkenden tura başlamak için sözleştik. Bu arada yaptığımız çevre gezilerinde gördük ki bir gün daha fazla kalmaya ihtiyacımız varmış. Lübnan’ı layıkıyla görebilmek için beş tam gün
ayırmak gerekiyor. Lobiye inince bir otel çalışanı, üst sokaktaki bankamatiğin yerini göstermek üzere bizimle birlikte geldi. Otele ödeme yapmak için para çekeceğiz. Lübnan seyahatinde, dikkat edilmesi gereken önemli bir konu da kredi kartının hiç kullanılmaması. Daima ödemeler peşin yapılıyor. Özellikle dolar geçerli. Sebebi ise kendi paraları, Lübnan Lirasının, neredeyse her gün değer kaybetmesi ve kredi kartından bankaların çok yüksek komisyon alması. Aslında Booking’ te yer ayırtırken bu konu belirtilmiş ama ben dikkat etmemişim. Bankamatiğin hemen yanındaki meydanda, küçük bir üretici pazarı
kurulmuş.

“Souk el Balad”. Her şey el emeği göz nuru. Özellikle reçeller ve kurabiyeler enfes gözüküyor. İzmir’in Bademler köyünde, Pazar günleri açılan organik pazara benziyor. Lübnan’ın çeşitli yörelerinden gelen üreticiler kendi yetiştirdikleri taze sebze ve meyveleri, süt mamullerini tezgâhlarında satıyorlar. Ayrıca çömlek, sabun, takı gibi farklı ürünleri de bulabiliyorsunuz. Pazarı dolaşıp bir şeyler aldıktan sonra tekrar otelin bulunduğu sokağa yürüyoruz. Zira oradan Amerikan
Üniversitesine doğru gitmeyi hedefledik. Otelin hemen altındaki bir mağaza ilgimi çekiyor. “WAWDESİGN”. Bu bir marka dükkânıymış. Kurucu ve tasarımcıları Mayssa Sultan ve Mayssa Berry adında iki Lübnanlı bayan. 2008 yılında bu mağazayı açmışlar. İçerdeki tüm ürünler kendi tasarımları ve el yapımı. Giysiler, rengârenk mutfak eşyaları, bayıldım.

Otelden sağa doğru hafif bir yokuş tırmanıyoruz. Sokağın köşesinde duvarın üzerine çakılmış, minik mavi plakada beyaz renkle El-Jamia,Rue 58 ve Arapçası yazıyor.“Rue” Fransızca bir sözcük ve anlamı “Sokak”. Lübnan, 1918 -1943 yılları arasında Fransız sömürgesi olmanın etkilerini devam ettiriyor. Beyrut’ta bulunan Fransız Okulları ve Üniversitesi bunun bir başka göstergesi. Ülkede Fransızca hala birçok kişi tarafından konuşulan dil olma özelliğini taşıyor. Amerikan Üniversitesi “The American University of Beirut (AUB),” kampüs binalarını çevreleyen sarı kalın taş döşeli duvarlarının dibinden, kenarında kısa kazıklar olan dar bir kaldırımda yürüyoruz. Kaldırımlar derme çatma döşenmiş, zaten o kadar çok yıpranmışlar ki; Pek kaldırım denilemez. Yolun sol tarafında iki katlı, bahçe içindeki terkedilmiş evin,savaşta tüm camları kırılmış, pencereleri naylonlarla kaplanmış, kırık,dökük, kemerli, tahta süslemeli uzun ince sütunlu, tipik balkonları insana hüzün veriyor.

Üniversite binası,1866’da Suriye Protestan Koleji olarak kapılarını açmış. 1920’de ise Beyrut Amerikan Üniversitesine dönüşmüş. Ücretli olan kurumda, halen 2000’i uluslararası olmak üzere, 8000 öğrenci eğitim alıyor. Önce arka kapıya varıyoruz. Kökleri bolca dev ağacın gölgesinde bir köşede kalmış mavi boyalı ankesörlü telefon kabini üst üste yapıştırılmış ilanlar ile dolu. Bir tıp öğrencisi fotoğrafımızı çekiyor. Üniversiteye ana kapıdan girebilmek için çevresini dolaşıyoruz. Hamra semtinde, Bliss Caddesi ya da diğer adıyla Rue Bliss’te yürüyoruz. Burası tam bir üniversite semti. Hazır yiyecek satan dükkânlar, oteller, bankamatikler, kaldırımlarda sohbet eden öğrenciler. Ana kapıdan girer girmez, çiçekler, ağaçlarla dolu bahçe daha doğrusu, bir park ile karşılıyoruz. Muhteşem Binaların isimlerinden yön tabelalarına kadar her şey sadece İngilizce. Sanki Amerika’daki bir üniversiteyi geziyoruz. Kampüs içinde bir de Arkeoloji Müzesi bulunuyor. Rastladığımız Türk öğrenci bize epeyce yardım ediyor. Şuradan gidin, böyle yapın diye önerilerde bulunuyor. Sokakta üzerine naylon tente geçirilmiş motosikletler ilginç. Beyrut’un havası belli olmuyor. Bakıyorsunuz günlük güneşlik biraz sonra aniden bir yağmur başlıyor. Çözüm bulunmuş üzeri tente kaplı motosikletler bolca. Sokaktan, eski püskü arabaların yanı sıra son derece lüks arabalar da geçiyor. Gerek cadde gerekse sokaklar son derece dar. Aslında İtalya’nın dağ köylerinde olduğu gibi buralarda da küçük arabalar kullanılması gerekiyor. Muazzam bir park sorunu var ve inanılmaz sıkışık bir trafik, tam bir karmaşa. Hamra’da yürüyoruz. Öğle yemeği yeme vakti.

1960’larda Beyrut’un bu caddesi için, Lübnan’ın Şanzelize’si denirmiş. Bir zamanlar son derece varlıklı kişilerin yaşadığı batı Beyrut. Güzel bir pasajın içinde “Little Beirut” adlı bir restoranın dışardaki masalarından birine oturuyoruz. Restoranın kapalı kısmı iki katlı ve içerde nargile (Şişa) içiliyor. Yemek sırasında ve sonrasında tömbekiler fokurduyor. Özellikle de bayanlar tarafından. Karnımızı doyurduktan sonra yürümeye devam ediyoruz. Serenada Golden Palace Oteli, tipik siyah ince ferforje süslü balkonları ve sarı yüzü ile dikkat çekici güzel bir yapı. Arada sırada yağmur çiseliyor. Aşağıya doğru, tekrar üniversitenin bulunduğu caddeye iniyoruz. Dediğim gibi kaldırım taşları aşırı yıpranmış. Yağmur yağınca, ne kadar dikkat etsem de ayağımın kaymasını engelleyemiyor, feci şekilde düşüyorum. Etraftakiler koşuşturup kalkmam için yardım etmeye çalışıyorlar, ama dizim çok fena ağrıyor. Başımı da vurduğum için bayağı endişeleniyoruz. Buralarda hastaneye gitmek ayrı bir sorun. Biraz önce yukarı caddede zavallı bir ambülans trafiğe takılmıştı.

Kimse yol vermiyor. Daha doğrusu veremiyor. Caddeler dar ve fazlasıyla araba var. Bir de yol kenarlarında içinden çok etrafa saçılmış atıklarla çevrili çöp konteynerleri de işin içine girince, kıpırdamak ne mümkün. Beyrutlu sürücüler sabırlı, ses çıkarmıyorlar ama bol bol korna çalıyorlar. Bir gürültüdür gidiyor. Yalnız dikkatimi çeken güzel bir şey, yayalara yol vermeleri. Yavaş yavaş eşimin yardımıyla üniversite yakınlarında bir binanın ön cephesine çizilmiş, yüzü maskeli, bir şeyler içen, birini gösteren grafitinin önüne gelip biraz dinleniyorum. Sanırım bu resim Covid-19 küresel salgın sürecini simgeliyor. Beyrut’ta her türlü evrensel ya da ulusal olayı duvar resim ve yazılarından takip edebiliyorsunuz.
Duvarlar bir çeşit haber platformları görevini üstlenmişler… Halkın istekleri, ya da istemedikleri, söyleyebildikleri, ya da söyleyemediklerini dile getirme biçimi. Ağrı geçecek gibi değil ama azimliyim gezeceğim. Bir taksiye atlayıp, Pierre Gemayel caddesindeki Ulusal Müzeye gidiyoruz. Yolda 1974 yılında yapılan 26 katlı ve 400 odalı terk edilmiş Holiday Inn Otelini görüyoruz. Otel iç savaş sırasında yoğun çatışmalara sahne olmuş. Hala üzerinde kurşun delikleriyle, öylece duruyor. Biraz ilerleyince sarı kalın taş duvarlarıyla “Notre Dame de l’Annonciation”, Ortodoks kilisesi hemen yol kenarında görülüyor.

Müze maalesef kapalı. Sanıyorum elektrik kesintisi yüzünden. Beyrut’ta sık sık elektrik ve su kesintisi problemi yaşanıyor. Bu yüzden birçok yeri göremedik Hava kararınca marketler ve kafeler hariç her yere bir karanlık çöküyor. Burada İstanbul’dan gelmiş Türk bir gruba rastlıyoruz. Onlar da bizim gibi hayal kırıklığı yaşıyorlar. Neyse ki daha sonra burayı gezebilme fırsatını yakaladık. İnanılmaz bir yer. Gezemeseydim çok üzülürdüm. Müzenin hemen karşısında, caddenin diğer tarafında eski bir bazilikadan kalma, Roma sütunları bulunuyor. 1940 yılında keşfedilmiş. Bu nokta bana oldukça değişik geldi. Önde Roma kalıntıları, arkada, yıllardır terk edilmiş geleneksel bir Lübnan evi onun arkasında Lübnan’ın en yüksek modern binası Sama Beyrut gökdeleni. Sanki Beyrut’un tarihi arka arkaya sıralanmış. Yine bir taksiye atlayıp, şehrin en büyük meydanı, geçmişi 1800’lü yıllara kadar uzanan Şehitler Meydanına “Place de Martyrs” gidiyoruz. Ermeni mahallelerinin bulunduğu Bourj Hammoud otoyolundan Haboyan dev binaları önünden geçerek ilerliyoruz. Akdeniz kıyısındaki limanınönünden geçerken, uzaktan da olsa liman patlamasının ardından enkazdan kalanlarla yapılan anıt heykel görülüyor. “Jest” adı verilen heykel Lübnanlı sanatçı ve mimar Nadim Karam tarafından yapmış.

Şehitler meydanı, I. Dünya savaşı sırasında Osmanlılara karşı isyan edenlerin öldürüldüğü yer. Tam ortada, Beyrut’un simgelerinden biri olan bronz heykel görülüyor. Heykelin uzunca bir hikâyesi var. En üstte, alttaki kaidenin üzerindeki bir kaya bloğunda yükselen, sol koluyla genç bir adama sarılmış, sağ elinde tuttuğu meşaleyi yukarıya doğru kaldırmış bir kadın ve onların ayaklarının dibinde yatan iki şehit temsil ediliyor. Meşale heykele Özgürlük heykeli adının da verilmesine neden olmuş. Heykel ilk olarak 1930’larda yapılmış. Daha sonra, Lübnanlı heykeltıraş Joseph Hayeck tarafından 1950’de yenilenmiş ve en son 1960’ta, İtalyan heykeltıraş Renato Marino Mazzacurati’nin çalışmalarıyla yeniden dirilmiş. Bugünkü Şehitler heykeli darbelerde payını almış, delik deşik
olmuş. Genç adam kolunu kaybetmiş. Heykelin yükseldiği kaidenin üzerine Lübnanlı Sokak sanatçıları tarafından sürekli değişen resimler yapılıyor, yazılar yazılıyor.

Buradan iç savaş sırasında oldukça yüksek, şehri tam ortadan ikiye bölen bir duvar geçiyormuş.(Yeşil Hat) Eski Berlin şehrinde olduğu gibi. Duvarın doğusunda kalan kısım Doğu Beyrut yani Hristiyan bölgesi, batısında kalan kısım ise Batı Beyrut yani Müslüman bölgesiymiş.
Duvardan az da olsa bir kısmını üzerine çizilmiş grafitiler ile görmek mümkün. Meydan Lübnan halkı için ayrı bir değer taşıyor. Zira ülkenin tüm olayları burada gerçekleşmiş. Meydanda “Le Gray” otelinin altındaki kafeyi çevreleyen cam cephe patlama sırasında tamamen hasar görmüş ve otel yaklaşık bir yıl süreyle kapılarını kapatmak zorunda kalmış. Şimdi siyah metal plaklarla kaplı yüzeyde bir duvar resmi bulunuyor. Pembe ve mavi renklerin yoğun olduğu resimde, bir çift güvercin ile ortada İngilizce büyük kırmızı harflerle HOPE “Umut” kelimesi yazılmış ve altında olayları anlatan sahneler çizilmiş. Sokak sanatçısı Alfred Badr ve ekibi tarafından tasarlanmış. Diğer yanda, Fransız manda döneminden kalma bir binaya yerleşmiş olan Virgin Megastore görülüyor. Öbür tarafta sahile bakan terk edilmiş büyük yapı 1930’lardan kalma St. George Oteli, 2005’te Başbakan Refik Hariri’nin öldürülmesi ile sonuçlanan suikast sırasında bombalanmış. Sahibi, kenti yenileme işini üstlenen imar şirketi Solidere’in çalışmalarını onaylamadığını, binanın cephesine astığı “Stop Solidere” yazan bir pankartla belirtmiş. Önünde çiçekler içinde küçük bir alanda Refik Hariri’nin heykeli Akdeniz’i seyrediyor. Ortada “Petit Sérail” (Küçük Saray) olarak bilinen 1950’de yıkılmış, Osmanlı idare binasının temel taş kalıntıları görülüyor. Meydanın bir bölümü tam
bir şantiye alanı. Devasa vinçler inşaatlara devam ediyor.

Heykelin çapraz karşısında Sarı Riyad Taşı kullanılarak yapılmışMuhammed Al-Âmin Camii meydanın en görkemli yapısı. 65 metre yüksekliğinde, dört minare ve açık mavi renkte çini kubbeler ile şehrin sembollerinden biri olarak kabul ediliyor. Caminin ilk yapımı Sultan Abdülmecid tarafından olmuş.  Savaş sırasında tamamen yıkılan cami, 2002 yılında başbakan Refik Hariri’nin isteği üzerine İstanbul’daki Sultanahmet Camii örnek alınarak yeniden inşa edilmiş. Ancak inşası 2007 yılında tamamlanabilmiş. 2005 yılında, suikasta uğrayan Hariri’nin cenazesi, caminin yanına defnedilmiş. Minareler, hemen karşısındaki 1880’li yıllardan kalma Saint George Marunî Katedrali’nin Çan kulesi ile  sarmaş dolaş gözüküyor. Beyrut’un karmaşık yapısının bir özeti gibi. Ortadaki alanda üzerinde resimler ve yazılar ile devrimi simgeleyen devasa bir yumruk heykeli ve ondan biraz ilerde temsili bir Noel çamı bulunuyor. Deniz tarafından içeri girildiğinde meydanın en sonundaki, şeklinden dolayı Beyrut’un “Yumurtası”, diye adlandırılan ikonik gri-siyah yapı, devasa beton blok,1975’te iç savaşın patlak vermesiyle tamamlanamamış, terkedilmiş bir bina. Üzerinde kurşun delikleri, yazı, grafitiler ve üst üste yapıştırılmış bildirilerle öyleceduruyor.

1960’larda Lübnanlı mimar Joseph Philippe Karam ve mühendis Georges Tabet tarafından tasarlanmış. 1970’lerde Beyrut’un bu popüler binası, sinema, otopark ve Orta Doğu’nun en büyük alışveriş merkezi olarak düşünülmüş. Meydanın bir tarafında, Aziz Elie ve Aziz Gregory Ermeni Katolik kilise ve katedralinin, beyaz binası geleneksel Ermeni mimarisinden biraz daha farklı, daha çok Roma mimarisi benzer bir yapı olarak dikkat çekiyor. Artık yürümekte bir hayli zorlandığım için, cadde kenarında bekleyen “Hop- on Hop- off ” iki katlı şehir turu otobüsünü görünce binip öyle dolaşalım istedik. Baktık ki; bir şoför bir de görevli bir gençten başka kimse yok. O kadar güler yüzlü o kadar cana yakın insanlar ki; hemen bindik. Bize özel tur yaptılar diyebilirim. Beyrut’un dar sokaklarında dolaştık. Bir yandan da müzik eşliğinde açıklamaları dinledik. Önce altında Fransız kafesi Paul’ün bulunduğu tipik sarı bir Beyrut binasının önünden geçerek, şehrin en işlek ve en keyifli bölgelerinden biri olan Gemmayzeh’ı turladık. Yolun her iki tarafındaki ağaç dalları zaman zaman otobüsün üst katına oturduğumuz yere kadar gelip pencereden içeri girince, görevli Simon onları yavaşça dışarıya alıyor.

Bir ormanın içinde yolumuzu el yordamıyla buluyoruz sanki. Cadde ancak otobüsün geçebileceği kadar genişlikte. Değişik butikler, güzel dükkânlar sağlı sollu sıralanmış. Tam yolun ortasına bir araba park etmiş. Geçemiyoruz. Korna çalınıyor, polis aranıyor. Bir telaştır gidiyor. Yarım saat geçiyor, bakıyoruz ki iki bayan sallana sallana gelip arabaya biniyor. İnsanlar kızacağına alkışlıyor. Onlar da zafer edasıyla kollarını kaldırıyorlar. Halk
zamana koşmayı çoktan bırakmış, olaylar onları sakin olmaya alıştırmış. Binalarda kurşun delikleri halen duruyor. Elektrik, telefon telleri birbirine karışmış. Her yerden bir şey sarkıyor. İlk olarak Mim müzesine gidiyoruz. Müze Saint Joseph Üniversite kampüsü içinde. Tur için aldığımız biletle hem bu müzeyi hem de Ulusal müzeyi gezebiliyoruz. İçeriye girerken pek fazla bir şey beklemiyordum ama gezdikten sonra şimdiye kadar gördüğüm en güzel müzelerden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Bilgisayar şirketi Murex’in kurucu ortağı ve kimya mühendisi Lübnanlı Salim Eddé, 1997 yılından beri oluşturduğu özel koleksiyonunu 2013 yılında bu müzeyi açarak sergilemeye karar vermiş. Lübnan ve Orta Doğu’nun İlk Mineral Müzesi olan müzede, milyonlarca yıl doğada şekillenen, birçok ülkeden getirilen,2000’den fazla mineral sergileniyor. Mineraller muhteşem renkleri ve geometrik şekilleri ile insanı başka diyarlara götürüyor. Altın, gümüş,değerli taşlar (Elmas, yakut, topaz, zümrüt, safir vb.) pırıl pırıl parlıyorlar.

Koleksiyonun en önemli parçalarından biri koyu yeşil renkteki 1.390 karatlık zümrüt. Tabii biz ülkemizden getirilenleri merak ettik.1950 yılında, Muğla Menderes Masifinden alınmış 6,9 cm büyüklüğünde V şeklinde kristaller, Erzurum, Kop dağlarında bulunmuş kristaller, gerçekten inanılmaz görüntüler sunuyorlar. Bu büyüleyici kristallerin dışında Lübnan’ın dağlık bölgelerinden çıkartılan 200 deniz fosilinin yer aldığı “FISH’N’STONE” sergisi gezilmeye değer. Ayrıca Dünyada tek örneği Lübnan’da bulunan, 95 milyon yıl önce yaşamış bir Pterodaktil (Uçan sürüngen) fosili olan “Mimo”yu görebiliyorsunuz. Hologram ile yapılan canlandırma pek hoş. Sanki Mimo’nun üzerine binip uçuyorsunuz. Müzeden çıktıktan sonra, Fransa Büyükelçiliği ile Saint Joseph Üniversitesi arasındaki minik meydanda (Place de la Grand Famine) yer alan küçük bir parkta, Lübnan’da, 1915’ten 1918’e kadar, nüfusun üçte birinin ölümüne neden olan kıtlığın Anıt ağacını(Hafıza Ağacı) görüyoruz.

Çekilen acıların halk tarafından toplu hafıza kaybı yaşanarak unutulmaması gerektiğini vurgulamak amacıyla, Halil Gebran gibi kıtlığı anlatan şair ve yazarların tümceleri Arapça kaligrafi ile yaldızlı metaller üzerine yazılarak ağacın yaprakları oluşturulmuş. Lübnan’ın sembolü zeytin ağacı, iri siyah gövdesi, uçuşan sarı dallarıyla çok zarif. 2018’de yapılan bu anıt ağacın dibine, Yazan Halwani imzalı üç dilde yazılmış bir plaket yerleştirilmiş. Sanatın her türlü duygunun dile getirilmesinde muhteşem bir araç olduğu şüphesiz. Beyrut’ta ona sıklıkla ve ustalıkla başvurulmuş.

Yolda muhteşem mimarileri ile hemen fark edilebilen değişik binalar görüyoruz. Bunlardan bir tanesi sekiz katlı, 21 daireli, Koujak-Jaber apartmanı. Binanın ön cephesinde, Gravyer peynirinin üzerindeki deliklerden esinlenerek yapılmış, çeşitli boyutlardaki yuvarlak pencereler inanılmaz bir görüntü çiziyor. Bu nedenle yapı “Le Gruyère” ismi ile de anılıyor. Apartman 1967 yılında, Lübnanlı mimar Victor Hanna Bisharat tarafından tasarlanmış. Binanın bakımsız olması, güzelliği ve orijinalliğinden hiçbir şey kaybettirmemiş. Bir başka harika yapıt ta Dünyaca ünlü, “Kavislerin Kraliçesi” diye anılan Iraklı fantastik merhum mimar Zaha Hadid tarafından tasarlanan bükülmüş şekilli zarif bina. Beyrut Souks Alışveriş Merkezinde şehrin sembollerinden biri olması düşünülen oval şekilli 5 katlı ticari binanın dış cephesi asimetrik bir ağa benziyor. Yapı 2020’de nasıl olduğu tam anlaşılamayan bir nedenden dolayı büyük bir yangın geçirmiş.

Yavaş yavaş karanlık çökmekte. Lüks apartmanların sadece bazı katlarında ışık yanıyor. Otobüsün genç görevlisi Simon bunun nedeninin Beyrut’tan göç eden varlıklı kişilerin ancak tatillerde evlerine gelip kısa süre kalmaları olduğunu açıklıyor ve çoğu ev bu şekilde boş diye devam ediyor. Elbette bu durum çok hüzün veriyor. Hayalet şehir gibi. Şimdi sıra Akdeniz kıyısında, geniş kaldırımlı meşhur kordon boyuna (La Corniche) gitmekte. İzmir’in kordonuna benzer, çok sayıda palmiyenin
sıralandığı, trafiğin çift yönde aktığı bir bulvar. Lübnanlılar arasında popüler gezinti yeri. Balık tutanlar, seyyar satıcılar, spor yapanlar, yürüyenler, banklarda oturup manzara seyredenler, nargilesini tüttürenler çok fazla olmasa da kafeler ve restoranların bulunduğu canlı, cıvıl cıvıl bir yer. Harika Akdeniz manzarası eşliğinde yürüyüş pek zevkli. Uzunluğu 4km’den fazla olan kordon, Saint-Georges otelinden Ramlet al- Beida’ya kadar uzanıyor. Kıyı tarafında lüks oteller, ünlü markaların restoran ve kafe zincirleri bulunuyor. Mac Donalt’s yanında Hard Rock café.

Raouché kıyısında, deniz içinde yükseklikleri 46 m’yi bulan iki görkemli kaya “Güvercin Kayaları” Beyrut’un önemli bir simgesi olmuş. Efsaneye göre Yunan mitoloji kahramanı Perseus eşi Andromeda’yı kovalayan deniz canavarını, Medusa’nın  kafasını kullanarak  öldürmüş ve onu taşa çevirmiş. Güvercin kayaları denmesinin bir başka nedeni de güvercinlerin kayalara ve içindeki mağaraya yuvalarını yapmalarıymış. Güvercinler doğaları gereği eşlerine sadık ve ailelerine karşı sevgi dolu bir özellik taşıyorlar. Bu konuda da anlatılan hikâyelerden biri şöyle: Birbirlerine kavuşmaları imkânsız olan bazı çiftler, daha sonraki zamandagüvercinler gibi aile kurabileceklerini düşünerek buradan sevdikleriyle beraber atlamışlar.

Önünde poz vermeden Beyrut’tan ayrılmak olmaz diyorlar, biz de güneşi burada batırıyoruz. Simon bol bol fotoğrafımızı çekiyor. Yan tarafta inen patika bir yol var. İsterseniz oradan, aşağıda bekleyen botlara binip kayalıkların çevresinden dolaşabiliyor, mağarayı görebiliyorsunuz. Karanlık çökmekte olduğu için biz cesaret edemedik doğrusu. Kordonda biraz daha ilerleyince kırmızı, beyaz enine çizgili Beyrut’un Deniz Fenerinin de serüveni var tabii ki. Simon başlıyor anlatmaya; Bu fener,50 m yüksekliğinde, 2003 yılında, üçüncü ve en son yapılanıymış. Arapçada “Manara” deniz feneri demekmiş. Zaten bulunduğu yerin adı
da Manara diye geçiyor. İlk Deniz Feneri, 1825 yılında Osmanlı döneminde, inşa edilmiş. Eski Beyrut fotoğraflarında görülüyor. Ras bölgesinde. 1920’lerde kıyıya bakan bir tepede inşa edilen ikinci deniz feneri, ilkinin yanında daha yüksek olarak yapılmış. İlki yıkılmış. Bu ikinci siyah beyaz boyalı fener günümüzde binaların arasında kalmış.

Kordon diğer ucunda Marina bölgesi Zaitunay Bay’da sona eriyor. Beyrut’un en lüks bölgesi diye geçiyor. Yatların demirlediği, pahalı restoran, kafe ve barların bulunduğu yer. Fosch caddesindeki, Beyrut Çarşısı (Beirut Souks) oldukça modern, yeni binaların toplandığı büyük bir açık hava alışveriş merkezi. Durup, geziyoruz. Eminim gündüz çok daha hareketlidir. “Epeydir çoğu dükkân kapalıydı” diyor Simon. Her türlü ünlü markanın yer aldığı çarşıda araç trafiği olmadığı için rahat rahat dolaşılıyor. Gayet modern binalarda lüks mağazalar, kafeler sağlı sollu sıralanmış. Son yılların modası olan, rengârenk büyük harflerle yazılmış “I ❤ Beirut” yazısının önünde poz vermeyi ihmal etmiyoruz. Ayrıca tam girişte 1517’de Muhammed İbn Arraq al-Dimashqi tarafından inşa edilen Beyrut’taki tek Memluk eseri yer alıyor.

Önceleri darülaceze olarak hizmet veren yapı daha sonraları, Osmanlı’nın son dönemlerine kadar özel bir medrese ve bir zaviye olarak kullanılmış. Meydana yaklaşırken gördüğümüz, 1597 yılında yapılanEmir Assâf Camii ışıklarla süslü. Liman patlamasında hayatını kaybedenlerin altlarında adları yazan karakalem çizilmiş portre resimleri duvar dibine sıralanmış. Hafif, hüzünlü bir ışık yüzleri aydınlatıyor. Tekrar Şehitler Meydanına dönüyoruz. Akşam yemeği için Gouraud
caddesindeki ünlü “Le Chef” restorana yürüyoruz. Küçük bir esnaf lokantası. Yerli mutfak, leziz yemekler. Yarım asırdan fazladır hizmet veren bir yer. Sahibi Türk olduğumuzu anlayınca, yanımıza gelip, “Vedat Milor “ diyor. Türk, yemek ve şarap eleştirmeni Vedat Bey de buraya gelmiş. Yorgun argın otelimizi buluyoruz.