Aylardan Kasım’dı, tepemizde güneş duruyordu ama üşüyorduk.
Trakya’nın dondurucu soğuğunu iliklerimize kadar hissediyorduk.
Yılmaz Özdil kardeşimle, Silivri Zindanı tutsaklarından Nedim Şener kardeşimizi ziyarete gidiyorduk.
* * *
Birinci kapıdan geçtik, “arama”lar için kendimizi görevlilere teslim ettik.
Kimliklerimizi vermemiz, cep telefonlarını bırakmamız, kemerlerimizi ve ayakkabılarımızı çıkarmamız yetmedi.
Tepeden tırnağa kadar arandık.
Ardından retina taramasından geçtik.
O işlem de tamamlanınca bir minibüsle Nedim’lerin yattığı bölüme gittik.
Hemen belirteyim, cezaevi personeli bize karşı son derece özenli ve saygılıydı.
Hiçbir kaba davranışta bulunmadıkları gibi, iyi ağırlamada birbiriyle yarış ediyorlardı.
Örneğin kahve pişiriyorlar, birlikte anı fotoğrafı çektiriyorlardı.
Bu arada çalışma koşullarının zorluğunu anlatıyor, buna karşın aldıkları maaşların yetersizliğinden yakınıyorlardı.
Bize göre de onlar Türkiye’de gençlere fırsat eşitliği tanımayan kayırmacı sistemin mağdurlarıydı.
Girebildikleri üniversitelerde okumuşlar ve iş bulma güçlüğü nedeniyle bu işi yapmak zorunda kalmışlardı.
İstemedikleri işlerde çalışmaya mahkum olmuşlardı.
* * *
Bu ilgiye rağmen cezaevi atmosferi içimizi daraltıyor, ruhumuzu karartıyordu.
Bize refakat eden yetkili bile eminim içinden “Nereden düştük buraya?” diye geçiriyordu.
* * *
Nedim’le kapalı görüşe başladık.
Cam bölmenin ardından telefonla konuşuyorduk.
Ona moral vermeye çalışıyor, “merak etme en kısa sürede suçsuzluğun anlaşılacak” diyorduk.
Ama bir de bize sorun.
Aslında gülümserken ağlıyorduk.
Küçük bir çocuk kadar saf ve masum o dev adam görüp de üzülmesin diye gözyaşlarımızı içimize akıtıyorduk.
Yılmaz daraldıkça yan tarafa geçiyor, cezaevi yetkilisinin ikram ettiği sigaradan birkaç nefes çektikten sonra hiçbir şey olmamış gibi sohbete devam ediyordu.
Veda etme zamanı gelince kalktık.
Dev adamla camın gerisinden kucaklaştık.
Geriye dönüp bakmadan hızla uzaklaştık.
Eğer dönüp bakmış olsak, gözyaşlarımızı tutamayacaktık.
Bir an önce buradan kurtulmalıydık.
* * *
Yeniden ince aramalardan, retina taramalarından geçip, cezaevi avlusuna çıktık.
Yine üşüyorduk ama özgürdük.
Tam arabalarımıza binecektik ki, cezaevi yetkilisi “Lütfen kalın da size bir öğle yemeği ikram edeyim!” dedi.
Sanki anlaşmışız gibi ikimiz birden “Sıcak davetinize çok teşekkürler. Ama biz size ne gibi bir kötülük yaptık da bizi burada biraz daha tutmak istiyorsunuz?” diye cevap verdik…
Acı acı gülerek ona da veda ettik.
* * *
Aylar sonra Türkiye Gazeteciler Federasyonu Başkanı Atilla Sertel kardeşimin girişimleriyle Silivri Zindanı’na yeniden gittik.
Meslektaşlarımız Mustafa Balbay, Tuncay Özkan ve Soner Yalçın’ı, açık görüşle ziyaret ettik.
* * *
Hiç unutmuyorum.
Tuncay Özkan’la konuşurken avuçlarının içinin sanki portakal soymuş gibi sapsarı oluşu dikkatimi çekmişti…
Nedenini sormuştum:
“Güneş bize Kasım sonunda veda ediyor, tekrar Şubat ortalarında dönüyor da ondan” demişti.
O sözler hepimizin gözlerini ıslatmaya yetmişti.
* * *
Şimdi Tuncay o sapsarı elleriyle, geceleri duvarlara bakarak henüz 21 yaşındayken yitip giden oğluyla konuşan kanser hastası Profesör Fatih Hilmioğlu’na yardım ediyor, gözleri kataraktlı Yalçın Küçük’ün kollarından tutup, koğuşta gezdiriyor.
O sapsarı ellerini gökyüzüne açıp, Şubat ayının, birkaç saatliğine de olsa güneşin görüneceği günlerin bir an önce gelmesi için dua ediyor.
O sapsarı elleriyle ergenlik çağını babasız geçiren kızı Nazlıcan’ın saçlarını okşuyor, harika romanlar yazıyor.
Bu arada Silivri, Hasdal, Maltepe, Sincan, Mamak ve Şirinyer’deki tüm siyasi tutsaklar gibi o da, Türkiye Barolar Birliği Başkanı Profesör Metin Feyzioğlu’nun girişimlerinin olumlu sonuç vermesini istiyor.
* * *
Sapla samanı karıştıran birileri de Prof. Metin Feyzioğlu için abuk sabuk laflar ediyor, yolsuzlukları unutturacağı gerekçesiyle, çabalarına karşı çıkıyorlar.
Böylece Yılmaz’ın dediği gibi, işlemedikleri suçun bedelini ödeyenlere bir de başkalarına ait yolsuzluğun bedelini ödetmek istiyorlar.
SÖZCÜ