Yalan Dünya

Bir kez olsun bilgece laflar etmek istiyor insan; sessizce,gizlice,kimselere görünmeden bir parçası olduğu kalabalıklarda. Kendisini dinleyenlere “Vaaayyy!” dedirtmek. “Ne bilge hatun(muş)! Farkedememişiz.”
BT KADIN-Bir yanın bunu söylüyor ya, diğer yanın da çekiştirip duruyor seni öbür omzundan, “Saçmalama! Seni takdir etseler n’olur, etmeseler n’olur!” diyerek. Eh, aslında hakkı var diye düşünüyorsun; ben beni biliyorum ya, başkalarının ne düşündüğü kimin umrunda? Kalabalıklar içinde görünmez olmayı da kendim seçmedim mi? Peki, kendimize dürüst olalım; önemli değil mi cidden? Bu kadar “ben”cil olduk mu? Olduysak hangi ara geldi bu başımıza? Kimsenin hiçbir fikrini önemsemiyor muyuz artık?
Daha düne kadar sokaklarda yakartop, sobe, elim sende oynayıp koşuşturan, arkadaşlarımız oyun oynamaya bizi de çağırsın diye dört gözle bekleyen, susayınca kapısının önünde oynadığımız komşunun zilini çalıp bir bardak su isteyen biz değil miydik? Hangi ara büyüdük ve bu kadar yalnız kaldık? Başkalarının düşünceleri ne zaman önemini yitirdi bizim için? Sırf eve kadar gitmek zor geldiği için çaldığımız kapısını açıp bize su veren komşular nerdeee, sabahları asansörde denk geldiğimiz komşularımıza bir “günaydın”ı bile çok gören, asansör müsait olduğu halde sırf insanlar var diye binmeyip boş asansör bekleyen günümüz insanı nerde?
Sanal muhabbetler ne zaman aldı göz göze, diz dize sohbetlerin yerini? Gülerken sürekli vurup “Değil mi ama?” diye omzumuzu çürüterek bizi onaylayan arkadaşımızın attığı kahkahalar ne zaman bıraktı yerini iki nokta üstüste ve parantez kapama işaretiyle yapılan sanal gülümsemelere?
Dil çıkarmanın yüzde bıraktığı sevimliliğin, gözlerdeki çocuksu parıltının yerini doldurabiliyor mu iki nokta üstüstünenin yanına kondurduğumuz büyük ya da küçük P işareti?
Dolu dolu atılan, etrafı çınlatan kahkahaların yerini cidden aldı mı fazladan yapılan 3-5 “parantez kapama” işareti?
“Sanal tık tık”lar, “tıklamalar” ne zaman aldı arkadaşlarımızın “Aaaaaayyyşeeeee!” diye avazlarının çıktığı kadar bağırırarak bizi sokağa çağırışlarının yerini?
Peki ya sanal bisiklet verebilir mi gerçekten bisiklet tepesinde hissettiğimiz özgürlüğü, yüzümüze çarpan rüzgarı, yokuş aşağı inerken ellerimizi bıraktığımızdaki coşkumuzu? Düştüğümüzde kanayan dizlerimize annemizin üfleye üfleye sürdüğü tentürdiyotlar unutuldu mu sanal oyunlarda fazladan sahip olduğumuz 4-5 “can”la. O “can”lar, düşüp düşüp tekrar bisiklete bindiğimizde hissettiğimiz duyguları yaşatabilir mi bize; o başarmışlığı?
Klavye tuşlarının sesini ne zaman tercih eder olduk dostumuzun sesine? “Canıııım!” diyerek bizi kocaman sarmalayan bir dostu bile özlemez mi olduk yoksa?
Kırk yıllık hatırı olan acı kahveler içilmeyecek mi bundan böyle? Birbirimize sunduğumuz sanal kahveler alır mı şöööyle köpüklü bir acı Türk kahvesinin yerini? Kokusunu tarif edebilir misiniz peki? Fincanlara bakıp üç vakte kadar hayırlı bir haber alacağımızın müjdesini kim verecek bize? Yakın zamanda karşılaşacağımız ve pek muhtemel yeni sevgilimiz olacak kişinin baş harfini nasıl öğrenicez? Burun kıvırdığımız kahve yorumlarında “Nereden mi uyduyorum? İşte tam şurada! İnanmıyorsan gel kendin bak fincana!” diyerek bizi yaptığı yoruma inandırmaya çalışan kalbi kırık falcımızın gösterdiğini nasıl görebilicez bilgisayar ekranından?
Peki ya sinirlendiğimizde n’olucak? Bunu anlatmaya ünlem işaretleri yetecek mi?
Ya da hüznümüzü anlatmak için kaç “aç parantez” gerekecek iki nokta üstüstenin yanına?
Fotoğraflarda görebilecek miyiz gözlerimizdeki gerçek parıltıyı?
Peki ya “Seni seviyorum” derken gözlerinin içine bakmayacak mıyız artık?
Hayat bu; kanlı canlı… Yaşamak lazım; can cana, göz göze, diz dize, dip dibe, eğrile büküle, düşe kalka…
Ve o yüzden haykırıyorum işte burada: “Sanal Dünya, Yalan Dünya!”

Leave a Reply

Your email address will not be published.